Abdullah Öcalan, 1990’ların başlarında ana akım medya tarafından muhatap alınmasından beri “biz ayrı bir Kürt devleti istemiyoruz”, tezini işliyor. 1999’da yakalanmasından sonra ise bir üst vitese geçti ve “devlet bir yana, biz iktidar istemiyoruz”, demeye başladı. Arkasındaki örgüt de önce biraz zorlandı, sonra bu düşünceleri benimsediğini ilan etti. Böylece, Öcalan’ın mahkeme savunmalarında geliştirdiği görüş bütün hareket tarafından propaganda edilmeye başlandı: İktidar kirli bir şeydir ve devlet Sümer rahip devletinden bugüne bütün kötülüklerin kaynağı olagelmiştir. Kim istiyorsa, devlet ve iktidar onun olsun; bize demokratik özerklik yeter…
Peki, bu tezi nasıl anlamak gerekir? PKK gerçekten de sonsuza kadar devlet ve iktidar fikrinden vaz mı geçti?
Şimdiye kadar konuyla ilgili en az üç görüş dile getirildi. Birinci görüş, Türk milliyetçilerine aittir ve mealen şöyledir: Bakmayın bölücülerin laflarına. Onların biricik arzusu Türk milletini ve devletini bölmektir. Bölücüler, bağımsız devlet fikrinden vazgeçmiş değildir.
İkinci görüş, değişik ekollere mensup bazı Türk solcularına aittir ve şöyle özetlenebilir: PKK (nihayet) milliyetçi görüşleri terk etti. Bu, onun sosyalist, anarşist, demokrat…(burada herkes kendi meşrebine uyan sıfatı seçiyor) bir hareket olduğunun kanıtıdır. PKK’nin milliyetçilikten uzaklaşması, halklarımız (ve hatta insanlık) için bir kazançtır ve onun bu tutumunu milliyetçi Kürtlere karşı desteklemek gerekir.
Üçüncü görüş ise, ikinci görüşün sahibi Türk solcularının şeytanlaştırmaya çalıştığı PKK dışındaki Kürt milliyetçilerine(*) aittir ve özetle şöyledir: PKK, Kürt halkını satmıştır. Kürt halkının kendini yönetme hakkını reddederek bunun yerine ne idiğü belirsiz bir demokratik özerklik lafı geçirmiştir. Bütün bunlar, Öcalan’ın ve PKK’nin devletin ajanı olduğunun yeni bir kanıtıdır.
Peki, nasıl oluyor da PKK’nin bir ve aynı ifadesine, aynı anda bu kadar farklı ve bazen de tamamıyla zıt anlamlar yüklenebiliyor? İşte bu soru, bizi piyasadaki politik aktörlerin sözleriyle eylemleri arasındaki ilişkilere bakmaya götürüyor.
Söz konusu ilişkiyi izah edebilmek için, değişik felsefi görüşlere yaslanan çeşitli teoriler geliştirilmiştir. Okumakta olduğunuz yazı, bu teorileri özetlemek için uygun bir yer değil. Burada sadece konunun güncel boyutlarıyla sınırlı bazı tespitler yapılacaktır. Bu yapılırken de sosyal hareketler, eleştirel diskur analizi ve ideolojiyle ilgili değişik teorilerden yardım alınacaktır.(**)
Yukarıdaki görüşlere bu çerçevede baktığımızda görürüz ki, birinci görüş, yani Türk milliyetçilerinin görüşü, PKK’nin gerçeğiyle onun ifadeleri arasında bir ilişki olmadığını iddia etmektedir. Zira PKK hangi dili kullanırsa kullansın, bunun, PKK’nin gerçek karakteriyle bir ilişkisi olmadığını ileri sürmektedir. Bu düşünceye göre, bir siyasal aktörün değişmeyen bir özü ve bir de koşullara göre değişen bir sözü vardır. Sosyal hareketin gerçeği, onun değişmeyen özünden oluşur. Söz’ün bir anlamı ve önemi yoktur. Söz’ün alanını öz lehine yok eden bu bakış açısına, kolaylık olsun diye özcü bakış açısı diyelim.
Benzer şekilde sosyal hareketin gerçekliğini öne çıkaran bir başka bakış açsısı ise şöyledir: Bir sosyal hareketin sözü, o hareketin gerçekliğinin dil düzlemindeki yansımasından ibarettir. Kaba Marksist bir yoruma dayanan bu kaba yansımacı bakışa göre, hareketin özünü anladığınızda otomatikman sözünü de anlamışsınız demektir.
Bir kısım Türk solcusuyla PKK dışındaki Kürt milliyetçilerinin yukarıda özetlenen görüşleri ise bu yansımacı bakış açısının tersine çevrilmiş halidir. Zira bunlara göre, PKK’nin gerçeği, PKK’nin sözlerinde anlatılan şeydir; PKK’ye, PKK’nin sözüne rağmen veya onun dışında bir gerçeklik atfedemeyiz. Örneğin “PKK, biz iktidar veya devlet istemiyoruz” demişse, PKK gerçekten de iktidar istemiyor demektir. Görüleceği üzere, burada PKK’nin gerçeği, onun ifadelerinin bir yansıması olarak sunulmaktadır.
Kanımca yukarıda özcü ve yansımacı olarak tanımladığımız üç görüş de yanlıştır. Bir sosyal hareketin gerçeği ile o hareketin sözleri arasında hiçbir ilişki yokmuş gibi (Türk milliyetçilerinin tezi) davranılamayacağı gibi, bir hareketin gerçeği ile o hareketin ifadeleri arasına kaba bir yansıma ilişkisi de konulamaz. Bir hareketin gerçeği ile o hareketin ifadeleri arasındaki ilişki, çok boyutlu ve karmaşık bir ilişkidir. Kısa bir yazı içinde bu kadar karmaşık bir konuyu anlatmak zordur. Bu nedenle konunun bazı kritik noktalarına değinerek ne demek istediğimi anlatmaya çalışacağım. (**) Bunun için filmi biraz geriye sarıp bir sosyal hareketin doğuş anına gitmemiz gerekiyor.
***
Bir sosyal hareket, genellikle, toplumsal yapıda meydana gelmiş olan bazı değişiklerin doğurduğu, fakat o anda geçerli olan toplumsal mutabakat (rejim) içinde kendisine yer bulamayan bir toplumsal kesimin taleplerinin taşıyıcısı olarak doğar. Bu, yepyeni bir toplumsal grup olabileceği gibi, o anda var olanlardan ayrışarak sahneye çıkan, yani eskilerle fazlasıyla iç içe bir grup da olabilir. Bu grubu temsil eden elitin yapması gereken ilk işlerden biri, alanda bulunan aktörlerin diline karşı kendi dilini kurmak olacaktır. Yeni talepleri, piyasadaki mevcut ifadelerle ilişki içinde ifade edecek bir dil. Konumuz, bu yeni dilin nasıl kurulduğu ve nasıl işlediğiyle ilgilidir.
Yukarıda bahsettiğimiz özcü yorum, yeni eliti kendi dilini kurarken ya tam özgür kabul eder ya da tümden tutsak. Tam özgürdür; çünkü bu yoruma göre, sözün bir anlamı yoktur, yeni elit amacına ulaşmak için istediği her ifadeyi uydurabilir. Ya da tam tutsaktır; çünkü yeni elitin kullanacağı ifadeler aslında onun gerçekliğinin, yani sosyal strüktürün vb. ona söylettirdiği ifadelerdir. Yani ifadelere ait bağımsız bir alan yoktur.
Bu iki yorumun tam karşısındaymış gibi görünen ve aktörün sözünden hareket eden üçüncü yorum ise, yeni elitin gerçekliğini, onun ifadelerine eşitler. Böylece, söz konusu ilişkiyi kez ters taraftan bir yansımayla izah etmiş olur.
Gerçekte ise hangi yönden hangi yöne doğru işlediği öngörülürse görülsün, bu ilişkide basit bir yansıma mümkün değildir. Yansımalar da dahil düşünülebilecek bütün ilişkiler, karmaşık biçimler alırlar. Bu, en az üç nedenle böyledir:
İlk olarak, söz konusu elit, yeni dili bir uzay boşluğunda değil, belirli bir toplumsal, kültürel ve ideolojik ortamda kurduğu için. Bu demektir ki, yeni elitin oluşturacağı dil tümüyle yeni ifadelerden oluşmayacak, alandaki diğer dillerle alış veriş içinde kurulacaktır (diskur teorisyenlerinin intertextuality dedikleri şey). Yeni dil, bazen yepyeni ifadeler icat ederek (örneğin “Kürdistan bir sömürgedir”, diyerek), bazen başkalarına ait ifadeleri olduğu gibi devralarak (örneğin: DDKO savunmalarında Türk ordusunun politik alana müdahalesine özürcü açıklamalar getirilmesi gibi), bazen diğer dillerden borç ifadeler alıp bunlara yeni bir biçimler veya içerikler vererek (örnek: Kürt hareketinin 1970’lerdeki Newroz veya Kawa yorumları) kurulur. Yani kurulacak yeni dil, tümden yeni bir dil ol(a)maz; alandaki başka ifadeler, yeni elitin ifadelerini eğip bükerek veya tersine çevirerek elitin arzu ve hedefleriyle elitin ifadeleri arasındaki ilişkiyi karmaşıklaştırır. Bu durumda basit bir yansıma ilişkisinin imkânsızlığı demektir, ister sözden gerçekliğe doğru düşünülsün isterse gerçeklikten söze doğru.
Ama sorun sadece dışardaki (mevcut) dillerden alıp vermeyle ilgili bir sorun değildir. Yeni hareketin kendisi de, içinde değişik kesimlerin değişik pozisyonlar aldıkları yeni bir alan oluşturduğu için, hem yeni üretilen ifadeler hem de dışarıdan alınıp uyarlanan ifadelerin tamamı, aslında bu alandaki iç çekişmelerin ürünü olarak şekillenecektir. Bu da içeriden gelen ikinci bir kırılma düzeyi demektir ve hareketin gerçekliğiyle onun ifadeleri arasında bire bir yansıma olasılığını imkânsızlaştıran bir fonksiyon icra eder.
İkinci olarak, yeni dil, söz konusu elite alanda yer açmak amacıyla kurulduğu için bire bir yansıma mümkün olmaz. Çünkü yeni ifadelerin yeni bir dil oluşturabilmesi için bunların belli bir amaca uygun olarak kurgulanmaları gerekir. Buradaki amaç ise, alanı kendisine kapatan aktörlerin sözlerini etkisizleştirmek, kendi varlığını teminat altına alacak yeni bir söz rejimi oluşturmaktır. Buna ideolojik boyut diyebiliriz ve bu da bire bir yansımayı imkânsızlaştıran bir rol oynar.
Üçüncü ve en önemlisi olarak, kurulan dilin kendisi, o dili kuran aktörün varlık koşullarının parçasına dönüşerek bu koşulları, yani aslında hareketin gerçekliğini değiştirdiği için bire bir yansıma mümkün olmaz. Yeni bir dil, kurulduktan sonra büfedeki süs biblosu gibi durmaz, alandaki güç ilişkilerini etkileyen bir faktör olarak işlemeye başlar. Güç ilişkileri dediğimiz şey ise, esasen aktörün varlık koşullarından, dolayısıyla gerçekliğinden başka bir şey değildir. Bu demektir ki, yeni bir dil, daha oluştuğu andan itibaren kendisini kuran aktörün gerçekliğini değiştirmeye başlar. Bu da hareketin gerçekliği ile sözleri arasındaki bire bir yansıma ilişkisini imkânsız kılar. Aktörün dili oluştuğunda aslında gerçekliği de değişiyorsa o dil, o gerçekliği nasıl bire bir yansıtabilsin?
Yukarıda sıralanan üç neden gösteriyor ki, bire bir yansıma, isterse dilden gerçekliğe doğru bir yansıma olarak düşünülsün isterse de gerçeklikten dile doğru giden bir yansıma olarak düşünülsün, imkânsız bir şeydir.
Ne var ki sorun bununla da sınırlı değildir. Zira yukarıda söylenenlerin tamamı, henüz sürecin birinci aşamasıyla ilgilidir. Fakat bir dili oluşturan ifadelerin anlamı sadece bu aşamada oluşmaz. Bir dili oluşturan ifadelerin anlamı, alıcıların bu ifadelerden ne anladığına da bağlıdır. İşin alıcılara denk gelen bu kısmı da anlam oluşması sürecinin bir parçasını oluşturur. Mesela bir Türk solcusu 1960’ların sonlarında “Türkiye için bir Milli Demokratik Devrim gereklidir” dediği zaman, bir Kürt solcusunun bu ifadeden anladığı, büyük bir olasılıkla, o solcunun TİP’lilere oranla daha radikal bir devrimci olduğu değildir. Bir Kürt muhalif, bu ifadeden, MDD’cilerin, Kemalizmin koyduğu ulusalcı çerçeveye daha yakın durdukları sonucunu çıkarmaya yatkındır. Bu yatkınlık, onun alandaki yeriyle ilgili bir sonuçtur. Nitekim o dönemdeki Kürt muhaliflerin önemli isimlerinin çoğunluğu bu ayrışmada TİP’i desteklemişlerdir. Bu örnek, bir dili oluşturan ifadelerin anlamlarının sadece o ifadeleri üretenlerin sözlerinden çıkarılamayacağını gösteriyor. Nihai anlam, tüketenlerin katkılarını da içeren daha karmaşık bir sürecin sonunda oluşur. Bu karmaşıklık yansıma ilişkisini imkânsızlaştıran bir diğer kırılma etkenidir.
***
Mecburen biraz teorik bir dille özetlemeye çalıştığım yukarıdaki ifadeleri günlük dile çevirirsek şöyle söyleyebiliriz: Piyasaya yeni çıkan bir hareketin konuştuğu dil, yalnızca onun gönlünden geçen sözlerden oluşmaz. Yani yeni aktör kendi dilini kurarken tam özgür değildir. Piyasadaki bazı ifadeler ona dikte edilmiştir, bunları alıp tekrarlar. Ve çoğu kez bu dayatmanın farkına bile varmadan yapar bu tekrarlamayı. Piyasadaki bazı ifadeler deyim yerindeyse serbesttir, herkes gibi o da bunları alır ve kendi amacına uygun bir düzen içinde kullanır. Bazı ifadeleri ise başkalarından borç alıp kendi amaçlarına uyarlayarak kullanmaya çalışır. Alandaki bir aktörün dilindeki hangi ifadelerin yeni, hangilerinin dikte edilmiş, hangilerinin serbest ve hangilerinin ödünç alınıp değiştirilmiş ifadeler olduğunu anlamak için bütün bu ifadeleri kendi bağlamlarının içine yerleştiren bir diskur analizi yapmak gerekir. Söz konusu ifadelerin alıcılarla olan ilişkisi de bu analizin bir parçasını oluşturur.
Böyle bir analiz, yeni bir dil kurulurken belirleyici olanın, o dili kurmaya çalışan aktörün teknik manada dil oluşturma kabiliyeti olmadığını da ortaya koyar. Aktör bu konuda ne kadar yetkin olursa olsun, bazen kendi arzu ve hedeflerinin tam tersi yönlere işaret eden ifadeleri kullanmak zorunda kalabilir. İşte bunlara birkaç örnek:
İspanya’daki Bask milliyetçi hareketi ilk kurulduğunda (1800’lerin son çeyreği) açıkça ırkçı görüşlere sahipti. Bask Milliyetçi Partisinin (PNV) o günkü görüşlerine göre, bir kişinin Basklı sayılabilmesi için hem anne hem de baba tarafından en az iki kuşak Bask olduğunu ispatlaması gerekirdi!
Tersliğe bakar mısınız? İspanyol egemenliğine ve inkarcılığına karşı ulusal haklar, demokrasi ve adalet talep eden bir örgüt, kendi üyelerinden kan tahlili istiyor! Fakat Bask milliyetçilerinin o dönemde algıladıkları tehditlere baktığınızda (İspanya’nın en sanayileşmiş bölgesi olarak Bask Ülkesi’ne doğru gerçekleşen işgücü göçünün yarattığı demografik, sosyal ve siyasal tehditler), bu hareketin, çıkışında neden saf Bask ırkına dayalı ırkçı bir dil kurmak zorunda kaldığını anlamakta zorlanmazsınız. Yani ırkçılık onların istediği bir şey olmaktan çok, mevcut alanın onlara dikte ettiği bir sözdür.
Bask gibi uzak ve kontrolü görece güç örnekler ikna edici görünmeyebilir. Söylenenlerin daha rahat sınanabileceği daha yakın bir örnek olarak Güney Kürdistan’a bakalım.
Hatırlayanlar olacaktır, Barzani’nin KDP’si 1970’lerde birden bire kendisinin sosyalist bir parti olduğunu iddia etti!
Bu söze bakarak Irak KDP’sinin gerçekten de sosyalist bir parti olduğunu söyleyebilir miyiz?
Elbette söyleyemeyiz. Belli ki, IKDP, o gün, kendi nitelikleriyle kökten çelişen ifadelerden oluşan bir dil kurmakla meşguldü.
Niye böyle olduğunu anlayabilmek için ifadenin kendisinden çok, 1970’lerin sosyalizm ifadesini dikte eden koşullarına bakmak gerekir. Bu da yetmez, bir sosyal hareketin bazı koşullarda kendi gerçek nitelikleriyle açıkça çelişebilen bir dil kurmak zorunda kalabileceği gerçeğini de bilmek gerekir. Eğer bunları hesaba katmazsanız IKDP’nin o gün sosyalist bir hareket olduğunu ileri sürmek zorunda kalırsınız.
Bir örnek de Türkiye Kürtlerinden:
Çoğunluğu iflas etmiş veya statü kaybetmiş aşiret reislerinin, beylerinin, şeyhlerin, imamların, dedelerin, pirlerin ve ağaların çocuklarından oluşan Türkiye’deki Kürt hareketinin 1960’lardaki ve 1970’lerdeki önderleri, 1980’lerin sonlarına kadar kendi sınıfsal veya kültürel arka-planlarıyla açık bir zıtlık içindeki Stalinci ifadelerden oluşan bir dil kullandılar. Türkiye KDP’sine mensup üç-beş kişi dışındaki Kürt aydınlarının ezici çoğunluğu bu durumdaydı. Fakat bu terslik de sözü edilen kişilerin cehaletinden çok, politik alanın onlara farz kıldığı ilişkilerden kaynaklanıyordu.
Sözü edilen kişilerin büyük bir bölümünün, şimdilerde “biz, o zamanlar zinhar komünist değildik”, demeleri de esasen 1970’lerdeki durumun tersine dönmüş halinden başka bir şey değildir. Bugün içinde bulunulan anti-komünist kontekst, bir kez daha bazı ifadeleri dikte etmektedir.
Örnekler Kürtlerle sınırlı kalınca, burnu havada bazı Türkler, bu tür düşünsel tersliklerin ve çelişkilerin Kürtlerin cehaletleriyle ve gerilikleriyle ilgili bir şey olduğunu düşünebilirler. Bu nedenle bir de Türklerden örnek verelim isterseniz. Türklerin en donanımlı kesimlerinden bir örnek verelim ki, bu tür tersliklerin, Kürtlükle veya “ilkel”likle ilgili bir şey olmadığı daha rahat görülebilsin.
Büyük çoğunluğu, Türkiye’de liberal ve demokratik bir kapitalizm kurulmasını arzulayan Türk orta tabakalarına mensup Kemalist ailelerin iyi eğitim görmüş çocukları, yani 1968 kuşağını oluşturan elitin küçümsenmeyecek bir bölümünü alalım. Bunlar, 1960’larda ve 1970’lerde bir politik aktör olarak sahneye çıktıklarında, ya Stalinizm, Maoizm, Troçkizm gibi akımların oluşturduğu dilleri kullandılar, ya da o dillerden aldıkları ifadelerle yeni bir dil oluşturmaya çalıştılar. Bugün inanılmaz gibi görünebilir, ama yabancı dil bilen ve bir kısmı da yurt dışında okumuş bu donanımlı Türkler, Cunta düdüğü çalmadan bir gün öncesine kadar sovhozları ve kolhozları tartışırdı! Düdüğün çalınmasından birkaç yıl sonra, aynı kişileri ana akım medyanın kilit noktalarında ve bazı holdinglerin yönetici pozisyonlarında oturuyor görmemizden de anlaşılacağı üzere, bu da yukarıda anılan türden bir terslikti. Sovhoz ve kolhoz sözcükleri, 12 Eylül öncesi politik alanın bu elite farz kıldığı ifadelerden ibaretti.
Bütün bu örnekler, alandaki politik aktörlerin sözleriyle eylemleri arasındaki ilişkinin basit ve doğrudan olmadığını gösterir. O kadar ki, kullanılan ifadelerin sözlük karşılıkları, bazen yaşanan gerçeğin tam tersini bile ifade edebilir. Sözlerle sözlerin temsil ettiği gerçek arasındaki ilişkiyi anlayabilmek için, öncelikle sözlerin söylendiği koşullara, yani kim tarafından, kime karşı, nerede durularak, hangi amaçla, ne zaman vs. söylendiğine bakmak gerekir.
***
Bu genel belirlemeden sonra, Kürtlerin Türkiyelileşmesi umudunun veya korkusunun kaynağında bulunan PKK’ye ait ifadeye, yani “Biz iktidara karşıyız; devlet filan da istemiyoruz” sözüne gelirsek. PKK muhaliflerinin, onun ajanlığının bir kanıtı olarak, PKK’ye yakın durarak yol almaya çalışan Türk solcularının ise PKK’nin enternasyonalist, sosyalist, anarşist…. niteliğinin kanıtı olarak propaganda ettikleri bu ifade de gerçekte yukarıdakilere benzer bir terslikten ibarettir. Zira gerçekte PKK, son iki yüz yıldır Kürtlerin kurduğu örgütler içerisinde “iktidar” kavramını en fazla arzulamış, bu kavramı en fazla sindirmiş ve en fazla uygulamış olan örgüttür.
Kendi örgütsel iktidarı için, alanın egemenleri bir yana, ihtiyaç hissettiğinde alandaki diğer muhalifleri ve hatta kendi içindeki farklı düşünenleri bile kurşuna dizmekten çekinmeyen bir örgütün dilindeki “iktidar reddiyesi”ni, bu örgütün gerçekliğine eşitlemek, ancak siyasal bir aktörün gerçekliğiyle dili arasındaki yukarıda özetlemeye çalıştığım ilişkiyi anlayamamakla mümkün olabilir. Kullandığı bütün iktidar karşıtı söyleme karşın PKK, gerçekte iktidarın cisimleşmiş halidir. PKK yöneticilerine bakarsanız, bir İnsan’dan daha fazla bir İktidar gördüğünüzü fark edersiniz. Bu yöneticilerin iktidar kavramını sık sık yere çalıp tekmelemelerinde, iktidarın kendi şahsiyetlerini boğuyor olmasından gelen bilinçaltı bir rahatsızlığın rolü var mıdır bilemem, ama PKK’nin, iktidarın cisimleşmiş hali olmasının, onun başarısı üzerinde görmezden gelinemeyecek bir etkiye sahip olduğunu tereddütsüz biçimde söyleyebilirim.
***
Böylece sonuca geliyoruz:
PKK’nin iktidarın cisimleşmiş hali olduğunu söylemekle, PKK’ye ait “Biz iktidar istemiyoruz” ifadesinin hiç ciddiye alınmaması gerektiğini mi söylemiş oluyorum?
Hayır.
Yazının temel tezinden anlaşılacağı gibi, bu ifadenin de PKK’nin gerçekliği ve dönüşümü üzerinde etkisi vardır ve PKK değerlendirilirken konunun bu boyutu da mutlaka hesaba katılmak zorundadır. Bu cümleden olarak, A. Öcalan’ın tutuklandıktan sonra geliştirdiği ve şimdilerde unutmak istermiş gibi göründüğü korucu sözlerine benzer söylemin PKK’nin önderlik ettiği Kürt hareketinin içeriği ve biçimlenmesi üzerinde etkisi olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Aksini iddia etmek, bu yazıdaki temel tezi tersine çevirmek olur. Ancak böyle olması, “Biz iktidar istemiyoruz” ifadesinin bitmiş-kapanmış bir ifade olarak ele alınmasını da gerektirmez. “Biz iktidar istemiyoruz” ifadesi, Öcalan’ın tutsak düşmüş olmasının da bir parçasını oluşturduğu koşullar bütününün doğurduğu ifadelerden biridir. Kürt hareketine büyük zarar vermiştir. Fakat mutlak bir ifade değildir. Bitmiş-kapanmış hiç değildir. PKK’nin koşulları nasıl ki onu “Bağımsız, birleşik, sosyalist Kürdistan” ifadesinden, “Biz iktidar istemiyoruz” ifadesine getirmişse, yine aynı koşullar, onu “biz iktidar istemiyoruz” ifadesinden başka ifadelere de götürebilir. Bütün bunlar, sadece PKK önderlerinin sübjektif isteklerinin belirlediği hususlar değildir. PKK’nin önderlerinin sübjektif isteklerinin de dahil olduğu koşullar bütününün bir ürünüdür. Ve biliyoruz ki bu koşullar, özellikle şu günlerde hızlı biçimde değişmektedir. Kürdistan’ı elinde bulunduran bütün devletlerin Kürtler karşısındaki pozisyonu gerilemektedir. Pozisyonlardaki bu değişmelerin söz konusu hareketlerin sözleri üzerinde bir etkisinin olmayacağını düşünmek, yanlış olacaktır.
Bu gerçeği görmemek veya gördüğü halde tersi yönde davranmak, Kürt hareketini Türk devletine mahkum etmek anlamına gelecektir. PKK muhalifi Kürt milliyetçileriyle PKK kulvarında yürüyen bir kısım Türk solcusunun yaptıkları, niyetleri ne olursa olsun, tam da budur ve Kürt sorununun, bir elitin kendine alanda yer açma sorunu olmaktan çıkarak bir varlık sorununa dönüşmeye başladığı bir dönemde ciddi bir yanlıştır.
2014-11-06
------------------------
(*) Bir önceki yazıda da kullandığım “PKK dışındaki Kürt milliyetçileri” tanımı, Rojeva Kurdistan sitesi yazarlarından M. Husedin tarafından PKK dışındaki bütün Kürt milliyetçilerinin böyle düşünmediği gerekçesiyle eleştirilmiş. Yazılarımı izleyenler ve Kürt ulusal hareketinin oluşturduğu alandaki güçlerin pozisyonlarını iyi-kötü bilenler, söz konusu tanımla hangi kesimlerin kastedildiğini anlamakta zorlanmazlar. Bu gerçeğe rağmen Husedin’in eleştirisi yerindedir; tanımın belirginleştirilmesinde yarar var. Bu tanımla kastedilenler, esas itibarıyla, 1970’lerden beri süre gelen bir rekabetin devamı olarak PKK’yi bir tür düşman gibi gören ve gerçekte kendilerine ait olduğunu düşündükleri Kürt alanının bir devlet operasyonu sonucunda Öcalan’a peşkeş çekildiğine inanan veya buna inanmasalar bile öyle propaganda yapan kişi ve çevrelerdir.
(**) Bu tespitler, sözünü ettiğim teorilerden herhangi birini motamot takip etmez. Sosyal yapının siyasal temsile önceliğini vurgulayan Maksist görüş bu tespitlerin çıkış noktasını oluşturur. Çerçeve, büyük ölçüde Pierre Bourdieu’nun alan teorisinin yardımıyla çizilmiştir. İşin geri kalan kısmı ise ulusal ve sosyal hareketlerle ilgili bazı teorilerin eleştirel diskur analizi ve ideoloji üzerine yapılmış bazı çalışmalarla diyalog içinde uygulanması çabasından oluşur. Bu vesileyle belirtmek isterim ki geçen yazıda alan teorisi bağlamında andığım Pierre Bourdieu’ye ait Türkçe kitabın isminde dikkatsizlikten kaynaklanan bir yanlışlık olmuş. Doğrusu şöyledir: “Düşünümsel bir Antropoloji İçin Cevaplar” (Loïc J. D. Wacquant’la birlikte, İletişim Yayınları, 2003)