-Hepiniz hoş geldiniz değerli arkadaşlar. Birkaç gündür değerli hocam, Fuat Önen, siyaset adamı misafirimizdir. Kendisiyle çok güzel sohbetlerimiz oldu. Kendisini dinlemekten gurur duydum.
Ben bugün biraz da olayı değişik bir alana çekeyim. Anlatmış olduğunuz, modernizmin ışığı altında, günümüzde, dünyada olan olaylar, Emperyal ülkelerin savaşları, bunun Orta Doğu'ya ve Kürtlere yansıması ve Kürtlerin bu dönemde yapması gerekenlerin neler olduğunu, bu konuda bir analizde bulunursanız memnun oluruz.
-Önemli düşünürler tekelci kapitalizmin başlangıç noktası olarak 1870’i alırlar. İşte Lenin’in emperyalizm kitabından önce yayımlanan, Rudolf Hilferding’in finans kapitali, N.Bukharin’in emperyalizm ve dünya ekonomisi kitabı var. 1870'in sembolik bir değeri var, o da 1870 Paris Komünü’ ne işaret ediyor.
Bu dönemin, yani 1870 sonrası dönemin temel özelliği, dünyanın toprak bakımından paylaşılmasının tamamlanmasıdır. Yani artık kapitalizmin bir dünya sistemine dönüşmesidir. Bundan şunu anlamayalım: “Dünyanın her tarafı kapitalist oldu.” Hayır, öyle değil! Ama dünyanın egemenleri, özellikle batı Avrupa, dünyayı sürükleyen güç olarak, hem kapitalist süreci tamamlayıp tekelci döneme geçti. Hem de 15. yüzyılda başlayan kolonyalizmle; önce Portekiz, Hollanda ile sonra Fransa, İngiltere devreye girmesiyle yaklaşık 400-500 yıl içinde dünyanın toprak bakımından paylaşılması da tamamlanmıştır. Artık hiç kimsenin işgal etmediği bir kara parçası da kalmadı. Kalsa da kenarda kuytuda bir yerdedir.
Bu sorun nasıl çözülmeye çalışıldı? Birinci Dünya Savaşı ile çözülmeye çalışıldı. Onun için biz: “1.Dünya Savaşı'nı emperyalist paylaşım savaşı olarak değerlendiriyoruz.”
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra iki şey önemlidir: Bir, yeni bir dünya düzeni. Şimdi bunlar da tartışmalı konulardır -bunların ayrıntılarına girmeyeyim- ama herkesin ortak kabulü; Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, 1919 Paris Barış Konferansı ile savaşın galipleri tarafından, dünyaya bir nizam verildi.
Savaşın yenilgilerine de bedeller ödettiler. Almanya’ya Versay antlaşmasıyla, Türkiye ye Lozan antlaşmasıyla, bir dizi adına barış antlaşması denilen, aslında emperyalist- kolonyalist antlaşmalarla, dünyaya bir nizam verildi. Bu dünya nizamının örgütü milletler ligidir, Osmanlıcası, Cemiyet-i Akvam’dır. Bu nizam, bir devletler sistemine dayandırıldı.
Birinci savaştan sonra devlet olarak kurulan sayısız devletler var. Bunların önemli bir kesimi; Britanya'nın, Fransa'nın mandası olarak kuruldular. Ama 1870’te devlet kabul edilen örgütlerin sayısı 25 iken, günümüzde 220 civarındadır. Bu 200 yakın devlet, daha çok birinci ve ikinci dünya savaşından sonra kurulan devletlerdir. Bir de Sovyetlerin çözülmesinden sonra kurulan devletlerdir.
Şimdi dünya nizamı, bu devletler sisteminde Kürdistan'a yer vermediler. Kürtlerin devletleşme hakkı gasp edildi. Devletleşme hakkı gasp edilmekle kalınmadı; bölündü, parçalandı, dört ayrı kolonyalist devletin sınırları içinde tutuldu. Bizim Kürdistan meselesi dediğimiz mesele, esas olarak budur. Parçalanmış bir ulus ve ülke hakikati.
Birinci savaş aslında 1918'de bitmedi. Fakat egemen düşünce, “Avrupa Merkezli Düşünce” olduğu için Avrupa devletleri, artık birbirileriyle savaşmadılar 1918'den sonra. Onlar savaşmayınca: “Savaş Bitti.” diyorlar. Dünyanın diğer taraflarında, savaşlar devam etti. Hem İngiltere, Fransa, İtalya'nın kendi iç çatışmaları hem bu devletlerin Sovyetlerle çatışmaları hem bu kolonyalist devletlerin ulusal kurtuluş mücadeleleriyle verdikleri savaşlar devam etti.
20 yıl sonra bu sefer: “2. Dünya Savaşı başladı.” dediler. Şurası ilginçtir. İskenderun Livası ya da Hatay meselesi denilen mesele, aslında 1. Savaştan kalma bir meseleydi. Birinci savaştan sonra kalan bir mesele.
İskenderun sancağı, önce Şama, sonra Halep e bağlı Suriye’nin toprağı olarak Kabul edilmiştir. Lozan’dan sonra da bu böyledir. Fransa’ya bağlıdır. Bu mesele çözümlenmemiştir, ikinci savaşın başlangıcında çözülmüştür. Yani 1939’da. Böyle bakarsak, Osmanlı’nın devamı olarak Türkiye için birinci savaş, ikinci savaşın başlangıcına kadar devam etti.
Aslında Kürdistan'daki ulusal kurtuluş mücadelelerini de böyle anlamamız lazım. Yani birinci savaşta kurulan dünya düzenine, Kürtlerin ulusal itirazıdır bu ulusal başkaldırılar.
İkinci savaş, birinci savaştan farklıydı. Birinci savaşta savaşan bütün devletler kapitalist devletlerken, 2. Dünya Savaşı'nda savaşın bir tarafı da Sovyetler Birliği'dir. Sovyetler Birliği olduğu için 1.Savaş'ta öne sürülen emperyalist savaşı, iç savaşa dönüştürme ilkesi, 2. Savaş'ta kullanılmamıştır. Nedeni, savaşta Sovyetler Birliği'nin varlığıdır. Bu konu derindir, sorarsanız gireriz. Yani 1943’te komünistlerin uluslararası örgütü, Sovyetler Birliği’nin ABD ile ittifak etmesi için kapatılmıştır. Amerika Komünist Partisi kapatılmıştır. Türkiye Komünist Partisi’nin de o dönemlerde kapatıldığına dair rivayetler var. Savaşın sonunda; yani, Tahran, Yalta Potsdam Anlaşmaları var. Son anlaşma Potsdam Anlaşması'dır. Bu sefer “Milletler Cemiyeti” yerine “Birleşmiş Milletler” kurulmuş, dünyaya yeni bir düzen verilmiştir.
Burada Sovyetler Birliği'nin varlığı, bana kalırsa, bu dünya nizamının emperyalist karakterini ortadan kaldırmaz. Nasıl ki Milletler Birliği, emperyalist bir teşkilat idiyse, Birleşmiş Milletler de emperyalist bir teşkilattır. Sovyetler Birliği'nin orada var olması, bu teşkilatın emperyalist karakterini bana göre ortadan kaldırmıyor. Kaldı ki; Komintern, herhangi bir partinin Komintern’e üye olabilmesi için Cemiyet-i Akvam'a karşı çıkmasını şart koşmuştur. Yani bir komünist partinin Komintern’e üye olmasının yirmi bir şartı var. Bu yirmi bir şarttan biri de Cemiyet-i Akvam'a karşı olmaktır. Ama 1936’da Stalin-Sovyetler Birliği, Cemiyet-i Akvam'a üye olmuştur. Komintern’in bu kararlarına rağmen olmuştur. Bu başlı başına uzun bir konudur.
1945-90 arası, iki kutuplu denilen, aslında üç kutuplu ya da iki buçuk kutuplu bir dünyadan söz edilir. Şimdi bu dönem öne sürülen savlar var; bunlardan biri, sözde bütün sömürgelere bağımsızlık verildi. Biz o dönemi, yeni sömürgecilik olarak tarif ettik. Yani şeklen bağımsız ama aslında, emperyalist devletlere bağımlı devletler anlamında, yeni sömürgecilik olarak tarif ettik.
Bu 45 yıllık dönemin bir özelliği şudur: “Sovyetler Birliği, Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa ülkeleri bu dünya nizamını birlikte savunmuşlar.” Onun için kırk beşten doksana kadar, ülke içinde siyasi rejim değişikliklerini bir tarafa bırakırsak, siyasi sınırlarda bir karış değişiklik olmamıştır. Bunun istisnası İsrail’in kuruluşudur. İsrail’in kuruluşunu bir tarafa bırakırsak, 1945-90 arası dünya siyasi coğrafyasında, bir değişiklik olmamıştır. Bunun temel nedeni: “Dünya nizamını, her iki kutbun birlikte savunmalarıdır.”
İsrail'in bir devlet olarak kurulabilmesi de Sovyetler Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri'nin anlaşmalarından ötürüdür. İngiltere, buna çok taraftar değildir. Ama Sovyet yöneticileri; Ortadoğu, İngiliz nüfuz bölgesi olduğu için orada bir İsrail devletinin kurulmasının doğru bulmuşlardır. Amerika Birleşik Devletleri'ndeki yöneticilerinin de Ortadoğu’da kendisine bir ileri karakol olarak düşünmüştür. ABD’deki Yahudi lobisinin de etkisi vardır. Yani 45 yılda, siyasi coğrafya olduğu gibi kalmış, tek gedik İsrail Devleti'dir. O da diyelim ki işte daha sonra, Varşova Paktı'yla NATO Paktı'nın anlaşmaları sonucu olabilmiştir.
Şimdi Sovyetlerin çözülmesinden sonraki dünyaya geliyoruz. Bana göre: “Çözülen, sadece reel sosyalizm olmadı. Reel sosyalizmin çözülmesi, beraberinde dünya nizamını da çözdü.” Çünkü bu dünya nizamının bir temel ayağı Sovyet Devleti'ydi, öbürü ABD-İngiltere ve diğerleriydi. Bu ayak çökünce, artık ortada bir dünya nizamı kalmadı. Onun için ben: “Son 30 yılı, Üçüncü Dünya Savaşı olarak değerlendiriyorum.”
Bu Üçüncü Dünya Savaşı, bir tür post-modern savaştır. Post moderniteye değinmeden geçtik. Kaygan bir zeminde yürüyor. Birinci ve ikinci dünya savaşlardan farklıdır. Birinci ve ikinci savaşta farklı cepheler vardır. Bunlar bellidir ve bunlar savaşıyor. Şimdi böyle dünyaya yayılmış birbirleriyle savaşan cepheler yok ama dünyanın önemli emperyalist devletleri, işte bunlar; ABD, İngiltere, Rusya, Çin, Japonya bunlar, dünyanın her tarafında aslında savaşıyorlar. Sadece birbirleriyle savaşmıyorlar. Ukrayna’da; yani, Ukrayna savaşı çıktığı zaman, esas olarak korktukları buydu: Yani bu savaş, birbirimizle savaşmamıza yol açar mı? Şimdiye kadar her iki taraf kontrollü götürüyor Ukrayna-Rus savaşını. Bunun bölgeye yayılmasını, Avrupa devletlerinin kendi aralarında savaşmasını engellemek için ellerinden geleni yapıyorlar.
Aynı şey Filistin-İsrail çatışmasında da var. Hem İran hem ABD, yayılmasını engellemeye çalışıyor. Aslında bu Filistin-İsrail savaşı değil, Hamas ile Netanyahu’nun savaş kabinesi arasındaki bir savaştır. Ve üstelik savaş kabinesinin en ılımlı ismi Netanyahu’dur. Yani savaş kabinesinin diğer birleşenleri, Netanyahu'dan daha fazla teokratik-saldırgan bir görüşe sahiptir. Denildiğine göre bir gün önce öldürülen Hamas lideri de Hamas içinde, böyle ılımlı bir kanadı temsil ediyordu. Ama her iki devlet de bunu şehirle sınırlamaya çalışıyorlar, lokal tutmaya çalışıyorlar.
Dünya nizamının dağılması, Kürdistan için ne anlama gelir?
Birincisi, artık dünyanın bütün egemen güçleri, mevcut devlet sınırlarını birlikte savunmuyorlar. Birlikte savunmadıkları içindir ki 30’a yakın devlet kuruldu. Bu Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi bakımından -bence- olumlu bir siyasal atmosferdir. Çünkü artık bizim karşımızda, bütün dünya yok. Yani 1945-90 arası döneme baktığımız zaman 4 işgalcimiz vardı. İki tanesi; NATO -Batı yanlısı- Türkiye ve İran, iki tanesi de Sovyet yanlısı, Irak ve Suriye'ydi.
Dolayısıyla, nereyle savaşırsan savaş, bütün dünyanın senin üzerine çullanma ihtimali vardı. 1975 Cezayir Anlaşması, böyle bir çullanma idi. Yani, Güney Kürdistan'da, Mele Mustafa Barzani önderliğindeki hareket, Güney Kürdistan'ın tümünde egemenlik sağlamıştı. Ama Cezayir'de; ABD, İngiltere, Türkiye, İran ve ötekiler-birlikte, Kürtlerin üstüne çullandılar. 1990'dan bu yana, hiç olmazsa bu risk azalmıştır. Ortadan kalkmaksa da bu risk azalmıştır. Artık; dünyanın büyük süper devletleri, mevcut devlet sınırlarının bekçileri değildirler.
Onun için ben kendi payıma; 1990'dan bu yana, ulusal hareketteki başarısızlıklarda her zaman dış faktörler etkilidir, ama esas önemli etkinin, Kürdistani siyasetin sorunları olduğunu düşünüyorum. Yani 1992-93'ten bu yana, Güney Kürdistan'da ortak bir ulusal ordu kurmayı engelleyen bir süper güç yok. Tam tersine; Amerika, İngiltere, zaman zaman Fransa, baskı yapıyorlar: “Ortak milli bir ordu kurun!” diye. “Artık parti ordularından ayrılın, bir milli ordu kurun!” diye. Bunu hala kuramamışsak, bunun nedenini; emperyalizme, sömürgeciliğe havale etmenin bir âlemi yok!
Küçük Güney; yani, Rojava denilen Kürdistan’da, Fransa- İngiltere-Amerika, her iki tarafa baskı yapıyor: “ENKS ve PYD’yi oluşturan partilere, birleşik bir ulusal programa sahip olun.” diyorlar. Yani Küçük Güney’de, ulusal birliği engelleyen bir süper güç yok. Engelleyen kim var? İran var! Türkiye var! ve onların dümen suyunda hareket eden Kürt siyasi sınıfı var!
Dolayısıyla bu dönem; aslında, ulusal bağımsızlık idealinin daha çok öne çıkarılması gereken bir dönemdir. Fakat burada kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası var. Bu, Kürdistan’ın parçalanmışlığı üzerinde daha ağır sonuçlara yol açıyor. Onun için Sovyetlerin çözülmesi, Güney Kürdistan’da da Küçük Güney'de de olumlu sonuçlara yol açtı. Hatta Doğu Kürdistan’da da böyle gelişmeler bekleniyor. Geçen yıldaki o müthiş Raperin’ in hala etkileri his- ediliyor.
Fakat bu, Kuzeybatı Kürdistan’da, ters etki yarattı. Yani Sovyetler çözülünceye kadar biz, Kuzey Kürdistanlı siyasiler, Bağımsız Birleşik Kürdistan’ı savunuyorduk. Diyelim ki Güney Kürdistanlılar otonomi savunuyorlar. Güney Kürdistanlı siyasiler; otonomiden-federasyona, federasyondan-bağımsızlığa geçiş yaptılar. Kuzeybatı Kürdistan'da; Bağımsız Birleşik Kürdistan'ın önce birleşiği gitti. Sonra bağımsızlığı gitti. Şimdi de Kürdistan gidiyor. Demokratik Türkiye içinde siyasal mücadele dayatılıyor. Bunun artık aşılması lazım. Yani bence bu Türkiyeci siyaset, artık ulaşabileceği zirveye ulaşmıştır.
Bundan sonraki dönem için ben: “Bağımsız Birleşik Kürdistan'ı hedefleyen devrimci partilerin, örgütlerin daha fazla güçleneceğini, Kürdistan’ın bütün parçalarında, özellikle; Kuzeybatı Kürdistan’da da bağımsızlıkçı düşüncenin daha fazla güçleneceğini düşünüyorum.”
Bu dönemde dış siyaset zordur, dünya siyaseti zordur. Yani benim kuşağımdaki arkadaşlar bilirler, 1970’lerde bildiri yazmamız gerektiği zaman, bildirinin 3-4 paragrafı belli idi: “Çağımız, kapitalizmden sosyalizme geçiş çağıdır ve Ulusal Kurtuluş Hareketleri çağıdır. Bir tarafta, dünya sosyalist sistemi, kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı mücadelesi ve ezilen ulusların kurtuluş mücadelesi bir bloktur, bir cephedir.” ve ondan sonra, ne yazarsan yazardın. Şimdi günümüzde böyle bir kolaylık yok. Çünkü bu Üçüncü Dünya Savaşı kaygan bir zeminde sürüyor. Her an yeni dengeler kurula biliniyor. Bir bakıyorsun; ABD ile İran savaşacak gibi, bir bakıyorsun bunun arka planında bir uzlaşma var. Bir bakıyorsun Almanya, Fransa, Amerika’ya savaş açacaklar nerdeyse, bir bakıyorsun; Almanya, Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri aynı tempoda yürüyor.
Onun için yani günümüzdeki siyasi örgütlerde bir ortak akıl lazım, bir kolektivite lazım. Hiç kimse tek başına dünyada bir günde olup bitenleri izleyemiyor. Onu bir tarafa bırakalım, siyaseti bir tarafa bırakalım. Bir matematik profesörü, bir günde, matematik alanında yapılan yenilikleri, kendi başına takip edemiyor. O kadar çok yeni şeyler bulunuyor.
Buradan da devrimci örgütün kolektif liderliği esas alan, kolektif anlayışı esas alan, bir örgütlerinin olması gerektiğini düşünüyorum. Umarım soruna cevap olmuştur. Buradan noktalayayım.
“Türkiye'de komünistlerin ontolojik bir arızası vardır.” Bunu biraz açar mısınız?
Şimdi, Türkiye Komünist Partisi'nin, Cumhuriyet Halk Partisi sanıyorum, Türkiye Komünist Partisi birkaç ay daha büyüktü CHP'den. Aynı dönemde kurulan partidir. İkincisi, 1919-1923 savaşı sırasında, Komintern ve Sovyetler Birliği, bu Kuvayı Millîye denilen siyasi akıma destek vermeleri önemli. Tabi bunların ikisinin de komünist ilkelere aykırı olduğunu düşünüyorum. Komintern ve Bolşevik Parti, Birinci Dünya Savaşı'nda, emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürme prensibini savunmuştur. O zamanki emperyalizm, sadece tekelci kapitalizm anlamında kullanılmıyor. Emperyalizm ile imparatorluk aynı kökenden geliyor. Emperyalizm daha çok dışa yayılmacı devletler için emperyalist devletler deniyor. Osmanlı Devleti de, Avusturya, Macaristan'da, Rusya'da bu anlamda emperyalist devletlerdir.
Şimdi onun devamı olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ne ve onun 1923 savaşına uygulanması Türkiyeli Komünistlerin başta İttihat Terakkiciler olmak üzere 1914-18’de bu imparatorluğu yönetenlere karşı iş savaşı vermelidir. Bu prensip budur. Peki, 1914-18’de Osmanlı İmparatorluğunu kim yönetmiştir? İttihat Terakki yönetmiştir.
Daha sonra Kemalist olacak olan kadroları da ittihatçı kadrolarıdır. 1919’ın başıdır sanıyorum. Belki 1918’in sonudur. Osmanlı İmparatorluğu savaşta yenildiği için bu ittihatçı kadrolar, yurt dışına kaçmak durumunda kalıyorlar. Fakat bunlar kaçmadan önce, İttihat Terakki’yi onun yerine yeni örgütler kuruyorlar.
İşte o istihbarat teşkilatı, karakol dedikleri teşkilatı Kuvayı Milliye, Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri, bunların hepsi, İttihat Terakki’nin kurduğu kadrolardır.
Burada Komintern’in ve Bolşevik Partisi'nin, Sovyetler Birliği yöneticilerinin, Türkiye Cumhuriyetini kuran hareketin karşısında, komünist bir tutum almadıklarını düşünüyorum. Bunun temel nedeni, güneydoğu sınırlarını sağlama almaktır. İttihatçı ve Kemalist kadrolardan bir anti-İngiliz damar keşfediyorlar. Şimdi İttihatçıların, İngiltere’ye karşı oldukları doğrudur. Çünkü İttihatçılar, birinci savaşta Almanya ile ittifak halindeydiler. Onun için Enver Paşayı destekliyorlar. Enver Paşa’yı Bakü Doğu Halklar Kurultayı’na davet ediyorlar.
Şimdi burası da çok ilginç, Bakü Doğu Halkları Kurultayı’nda Türkiye’yi üç çevre temsil ediyor: Bir, İttihatçı Enver Paşa. İkincisi, Türkiye Meclisi temsilcileri yani Kemalistlerin temsilcisi, Üç, Mustafa Suphi ve arkadaşları. Şimdi bu bir anomalidir. Yani komünistlerle ittihatçıları, Kemalistleri aynı anda ezilen ulusun, ulusal kurtuluşçuları olarak görmek bir anomalidir. Enver Paşa'nın Almancılığından yararlanıp, işte bu Türki Cumhuriyetleri denilen cumhuriyetlerde, Enver Paşa'yı kullanmaya çalışıyorlar.
Türkiye Komünist Fırkasını esas kuran Enver Paşa'dır. Mustafa Suphi, Bakü'ye geldikten sonra Enver Paşa'yı tasfiye edip, kendisi Türkiye Komünist Partisi'nin başına geçmiştir. Ve Doğu Halkları Kurultayı’nda da Enver Paşanın konuşma yapmasını da engellemeye çalışmışlardır. Ama burada esas yönelmemiz gereken, eleştirmemiz gereken Komintern ve SBKB’nin tutumudur. Şimdi TKP, bu koşullarda kurulmuş ve 1919-23 savaşını, milli kurtuluş savaşı olarak değerlendirmiştir. Onun için Türkiye’deki sol harekette böyle bir Kemalist arıza vardır.
“Birinci Savaş sırasında yenilen bir imparatorluğun, mümkün mertebe ne kadarını koruyabiliriz?” diye, çabaladıkları bir dönemdir. Bir taraftan Hatay meselesi, bir taraftan Musul meselesi var. Kemalistlerle İttihatçılar arasında ille de bir fark bulunacaksa, yani ittihatçılardan Enver Paşa’yı-Talat Paşa’yı kastediyorum. Bunlar, emperyal düşünceye sahip kadrolardır. Yanı onların Pantürkist ideolojisi böyle inandıkları bir ideoloji değildir. Yani 20. yüzyılın başlarında özellikle, Balkan savaşlarından sonra, Osmanlı İmparatorluğu'nun batıda artık çökeceği anlaşıldı. Şimdi bu imparatorluğu yeniden doğuda kurmak kaldı önlerinde.
Bunun için de iki ayrı siyaset tarzı vardı önlerinde: Biri, Abdülhamit’in Panislamizm; öbürü, İttihat Terakki’nin Pantürkizm’i. Abdülhamit, batıda çözülen imparatorluğu Doğu'da Panislamizm ile yeniden kurabileceğini düşündü Halife de olduğu için.
İttihatçılar; özellikle, Arap coğrafyasındaki ulusal hareketlerin gelişmesinden sonra, İslam'ın imparatorluğunu kurmak için elverişli bir araç olmayacağını düşünüp, onun yerine, Osmanlı İmparatorluğu’nu Türk coğrafyası ya da Turan dedikleri coğrafyada, yeniden kurmaya çalıştılar. Kemalistler, Enver ve Talat Paşalar öldürüldükten sonra, Mustafa Kemal öne çıkmıştır.
Yoksa o zamana kadar, yani Enver ve Talat Paşa, özellikle Enver'in yanında, Mustafa Kemal bir hiçtir. Enver ve tayfası kendi kadrolarına: “Mustafa Kemal'i destekleyin.” dedikleri zaman, alttan da şunu söylüyorlar: “Gerektiğinde biz bunu çok rahat eleyebiliriz.”
Kemalistler artık minimalist bir siyaset izliyorlar ya da Türk İmparatorluğu yerine minimalist bir siyaset izliyorlar. Enver’in maksimalist Osmanlı İmparatorluğu ya da Türk imparatorluğu yerine minimalist Türkiye Cumhuriyeti'ni savunuyorlar.
Bunu, TKP de Komintern de SBKP de doğru değerlendirmemiştir.
Bir İngiliz tarihçi: “Kemalistler, Sovyetler Birliği'ni tepe tepe kullandılar ama Sovyetler Birliği, Kemalistleri kullanamadı.” diye yazar. Bu bir İngiliz tarihçisi! Ve bu analizde gerçeklik payı da var! Aynı tutum, İran'la ilişkilerinde de var. Sovyetler Birliği, İran'ı da batı kampına kaptırmamaya çalışıyor.
Ama sonuçta, Türkiye ve İran, emperyalistlerin Sovyetleri kuşatmasının köprübaşlarına dönüşüyor. Bundan da anlıyoruz ki o dönem egemen siyaset, yanlış bir siyasal duruştadır.
Şimdi, TKP tarihine girmeyeyim. Ama yani 1930’da Ağrı İsyanı sırasında, TKP içinde bir kesimin, Ağrı Başkaldırısının desteklenmesi gerektiğini söylüyorlar. Hatta diyorlar ki: “Yani biz şimdi, Ağrı Başkaldırısına karşı çıkarsak, tekel işçilerine, nasıl diyebiliriz ki işte, Türkiye Sovyetleri kuşatmasın?” Oysa Ağrı başkaldırısı o kuşatmayı yaracak bir şeydi.
Mesela Doktor Hikmet Kıvılcımlı’nın, İhtiyat Kuvvet, Milliyet ( şark ) kitabı var. Orada Bağımsız Kürdistan’ı savunuyor, Kürdistanlı komünistlerin ayrı bir komünist partisini kurmaları gerektiğini savunuyor.
Özellikle; Kemalizm’in daha katmerli hale gelmesi, 1960 sonrasıdır. Yani 1960 öncesinde Kemalizm bu kadar yığınlara ulaşmış bir fikriyat değildi. Olmadığı için Demokrat Parti, Mustafa Kemal'i koruma kanununu çıkarttı. Eğer böyle bütün toplum tarafından benimsenen, sevilen biri olsaydı, onu korumak için neden koruma kanunu çıkarılsın. 1960’dan sonra sol adına, Kemalizm yeniden Türkiye’nin her tarafında yaygınlaştırıldı. Kastettiğim arıza o arıza idi.
SOVYETLER BİRLİĞİ'NİN ÇÖZÜLMESİ, KÜRDİSTAN İÇİN NE ANLAMA GELIYOR?
Sovyetler Birliği'nin çözülmesi, Kürdistan için önemli değişiklikler ve fırsatlar anlamına gelmektedir. Bu süreç, Kürtlerin ulusal bağımsızlık mücadelesinde yeni bir dönemi başlatmıştır. İşte bu durumun bazı önemli sonuçları:
Dünya Güç Dengesinin Değişimi: Sovyetler Birliği'nin çöküşü, dünya üzerindeki güç dengelerini değiştirmiştir. Artık büyük süper güçler, mevcut devlet sınırlarını koruma konusunda daha az etkili hale gelmiştir.
Kürtlerin Ulusal Hareketleri: 1990'dan itibaren Kürtlerin ulusal hareketleri, daha fazla özgürlük ve bağımsızlık talep etme yönünde ilerleme kaydetmiştir. Bu durum, Kürt siyasi sınıfının daha bağımsız bir şekilde hareket etmesine olanak tanımıştır.
Otonomi ve Bağımsızlık Talepleri: Güney Kürdistan'daki siyasi aktörler, otonomi taleplerinden bağımsızlık taleplerine yönelmişlerdir. Bu, Kürtlerin ulusal kimliklerini daha belirgin bir şekilde ifade etmelerine olanak sağlamıştır.
Emperyalizme ve sömürgeciliğe Karşı Mücadele: Sovyetler Birliği'nin çözülmesi, Kürtlerin emperyalizme-sömürgeciliğe karşı mücadelesini güçlendirmiştir. Artık Kürtler, kendi kaderlerini tayin etme hakkını daha fazla savunma fırsatına sahip olmuşlardır.
Sonuç olarak, Sovyetler Birliği'nin çözülmesi, Kürdistan için hem zorluklar hem de fırsatlar sunan bir dönemi işaret etmektedir. Bu süreç, Kürtlerin ulusal bağımsızlık ideallerini daha fazla öne çıkarmalarına olanak tanımaktadır.
KÜRDİSTAN'DAKİ SİYASİ DURUMUN GELECEĞİ HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ.
Kürdistan'daki siyasi durumun geleceği, birçok faktöre bağlı olarak şekillenmektedir. Sovyetler Birliği'nin çöküşü sonrası, Kürtlerin ulusal bağımsızlık mücadelesi, daha fazla önem kazanmış ve bu süreçte bazı önemli gelişmeler öne çıkmıştır:
Ulusal Bağımsızlık İdeali: Kürt siyasi sınıfı, ulusal bağımsızlık idealini daha fazla öne çıkarmaktadır. Bu durum, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etme hakkını savunma yönünde bir ivme kazandırmaktadır.
Otonomi ve Bağımsızlık Talepleri: Güney Kürdistan'da, otonomi taleplerinin bağımsızlık taleplerine dönüşmesi beklenmektedir. Bu, Kürtlerin siyasi varlıklarını daha da güçlendirebilir.
Uluslararası Destek: Kürtlerin uluslararası kurtuluş hareketleri ile bağlantıları güçlenebilir. Bu durum, Kürtlerin uluslararası alanda daha fazla destek bulmasına olanak sağlayabilir.
Emperyalist Müdahale Riskleri: Ancak, Türkiye ve İran gibi ülkelerin Kürt hareketlerine karşı tutumları, bağımsızlık mücadelesini zorlaştırabilir. Bu ülkelerin politikaları, Kürtlerin siyasi geleceğini etkileyen önemli bir faktördür.
Sonuç olarak, Kürdistan'daki siyasi durumun geleceği, hem iç dinamikler, hem de uluslararası ilişkiler çerçevesinde şekillenecektir. Kürtlerin bağımsızlık mücadelesi, bu süreçte daha fazla önem kazanabilir.
KÜRTLERİN ULUSAL BAĞIMSIZLIK MÜCADELESİNDE ÖNE ÇIKAN BAZI STRATEJİLER
Otonomi ve Federasyon Talepleri: Güney Kürdistan'daki siyasi aktörler, başlangıçta otonomi talep ederken, zamanla federasyon ve ardından bağımsızlık taleplerine yönelmişlerdir. Bu, Kürtlerin siyasi varlıklarını güçlendirme çabasıdır.
Uluslararası Destek Arayışı: Kürtler, uluslararası kurtuluş hareketleri ile bağlantılarını güçlendirerek, uluslararası alanda destek bulma çabası içindedirler. Bu durum, bağımsızlık mücadelesine ivme kazandırabilir.
Ortak Ulusal Ordunun Kurulması: Kürt siyasi sınıfı, parti ordularından bağımsız, bir ulusal ordu kurma hedefini benimsemektedir. Bu, Kürtlerin askeri gücünü birleştirerek daha etkili bir mücadele yürütmelerine olanak tanıyabilir.
Emperyalizme Karşı Mücadele: Kürtler, emperyalizme karşı durarak, kendi kaderlerini tayin etme hakkını savunma yönünde stratejiler geliştirmektedirler. Bu, bağımsızlık mücadelesinin temel taşlarından biridir.
Sonuç olarak, Kürtlerin ulusal bağımsızlık mücadelesi, otonomi taleplerinden bağımsızlık hedeflerine doğru evrilirken, uluslararası destek arayışı ve askeri birliğin sağlanması gibi stratejilerle şekillenmektedir.
KÜRDİSTAN'DAKİ SİYASİ AKTÖRLERIN ROLÜ:
Kürdistan'daki siyasi aktörlerin rolü, bölgedeki siyasi dinamiklerin şekillenmesinde kritik bir öneme sahiptir. İşte bu aktörlerin bazı önemli rollerine dair bilgiler:
Ulusal Birlik ve Koordinasyon: Kürt siyasi aktörleri, bağımsız birleşik Kürdistan hedefi doğrultusunda, ulusal birliği sağlama çabası olmalıdırlar. Bu, farklı Kürt gruplarının ortak bir hedef etrafında toplanmasını gerektirmektedir.
Otonomi ve Bağımsızlık Talepleri: Güney Kürdistan'daki siyasi aktörler, otonomi taleplerinden bağımsızlık taleplerine doğru bir geçiş yapmışlardır. Bu durum, Kürtlerin siyasi varlıklarını güçlendirme çabasıdır.
Sömürgeci Güçlerle İlişkiler: Türkiye ve İran gibi ülkelerin politikaları, Kürt siyasi aktörlerinin hareket alanını etkilemektedir. Bu ülkeler, Kürt hareketlerini kontrol altında tutmaya çalışmakta ve bu durum Kürtlerin bağımsızlık mücadelesini zorlaştırmaktadır.
Uluslararası Destek Arayışı: Kürt siyasi aktörleri, uluslararası kurtuluş hareketleri ile bağlantılarını güçlendirerek, uluslararası alanda destek bulma çabası içindedirler. Bu durum, bağımsızlık mücadelesine ivme kazandırabilir.
Sonuç olarak, Kürdistan'daki siyasi aktörler, ulusal birliği sağlama, bağımsızlık taleplerini güçlendirme ve uluslararası destek arayışında aktif bir şekilde yer almalıdırlar.
ULUSLARARASI DESTEK, KÜRTLERİN BAĞIMSIZLIK MÜCADELESİNİ NASIL ETKİLEYEBİLİR?
Uluslararası destek, Kürtlerin bağımsızlık mücadelesini çeşitli şekillerde etkileyebilir. Bu etkinin bazı önemli yönleri:
Politik Meşruiyet: Uluslararası destek, Kürtlerin bağımsızlık taleplerinin meşruiyetini artırabilir. Bu destek, Kürtlerin uluslararası alanda tanınma ve kabul görme çabalarını güçlendirebilir.
Askeri Destek: Uluslararası güçlerin sağladığı askeri destek, Kürtlerin savunma kabiliyetlerini artırabilir. Bu, bağımsızlık mücadelesinde daha etkili bir direniş göstermelerine olanak tanır.
Ekonomik Destek: Uluslararası yardımlar, Kürt bölgelerinin ekonomik kalkınmasına katkıda bulunabilir. Ekonomik istikrar, siyasi bağımsızlık mücadelesinin sürdürülebilirliğini artırır.
Stratejik İttifaklar: Kürtler, uluslararası aktörlerle stratejik ittifaklar kurarak, kendi siyasi hedeflerini gerçekleştirme konusunda daha güçlü bir konum elde edebilirler. Bu ittifaklar, bölgesel güç dengelerini de etkileyebilir.
Emperyalist Müdahale Riskleri: Ancak; uluslararası destek, aynı zamanda bazı riskler de taşıyabilir. Destek veren ülkelerin, kendi çıkarları doğrultusunda, Kürtlerin bağımsızlık mücadelesini yönlendirmesi, bağımsızlık hedeflerini tehlikeye atabilir.
Sonuç olarak, uluslararası destek, Kürtlerin bağımsızlık mücadelesinde önemli bir rol oynamakta, ancak bu desteğin niteliği ve yönü, Kürtlerin siyasi hedeflerini etkileyen kritik bir faktördür.