×
Îro dîsa li ser gorra te bûm !
admin
Îro dîsa li ser gorra te bûm !
Zinarê Xamo Salek dîsa pir zû derbas bû ! Aslan, sal dîsa zû derbas bû, me hew dît 9ê adarê hat jî. Ez û Hêvî îro dîsa bûn mîvanê te. Tu rastiyê dixwazî min ji bîr kiribû. Lê do ne pêr, nizanim çawa bû, wek heft kes ji min ra bibêjin, ”ma qe...

Li himberî êrîşên dagirkeran em hêza xwe bikin yek
admin
Li himberî êrîşên dagirkeran em hêza xwe bikin yek
Welatê me Kurdistan ji derveyî îradeya gelê me bi çar perçeyan ve hatîye perçe kirin. Eve nêzîkî sed salîye ku Tirkîye, Îran, Iraq û Sûrîye , di meseleya  Kurdistanê de hemû pirs û pirsgirêkên di navbera xwe de datînin alîyekî û bi hevdu re pla...

Radio Ashti
admin
Radio Ashti
Sipasdarê birayê Haci KardoxiAştî û Radio Ashtî me, sipasdarê dost û hevalên ku bi sebir 4 saetan li me guhdarî kirin û em bi tenê nehiştin im. Mixabin derfet nebû ku bersîvên temama pirsan bidim. Em di têkoşîna rizgarîya neteweyî de bi hev re n...

19 sal zû derbas bûn
Zinare Xamo
Sal zû derbas dibin, min hew dît salek din jî derbas bû û wa ye dîsa 9ê nîsanê hat. Erê pismamo, 19 sal di ser wefata te ra derbas bûn. Îro dîsa ez û Hêvî bûn mîvanên te. Lê vê carê em ne bi tenê bûn, Mumtaz Aydin Roza Kurdî, Erdal Kurdman, ez û Hêvî...

Xwezî gorr bihata zimên
Zinare Xamo
Xwezî gorr bihata zimên
Aslan, sal zû derbas dibin, me tew nedît 18 sal çawa derbas bû. Îro ez û Hêvî dîsa bûn mîvanê te. Li ber serê te me bi hesreteke kûr û bi xemgîniyeke mezin rojên borî yad kirin. Me bîstekê qala te kir. Hêvîyê got, qey qismet û nesîbê te ev ax, ev gor...

Dewleta Tirkîyê, li sê parçeyê Kurdistanê şerekî tûnd û dagirkerane dimeşîne.
Fuad Onen
Dewleta Tirkîyê, li sê parçeyê Kurdistanê şerekî tûnd û dagirkerane dimeşîne.
Dewleta Tirkîyê, li sê parçeyê Kurdistanê şerekî tûnd û dagirkerane dimeşîne.Dewleta Tirkîyê, li sê parçeyê Kurdistanê şerekî tûnd û dagirkerane dimeşîne. Li gorî rayedarên Sîstema Serwerîya Tirk, ev şer ji bo wan mijara bekayê (mayin-nemayinê) ye. H...

Me îro silavek da gorra hevalekî pir ezîz !
Zinare Xamo
  Mehmet Aslan Kaya 17 sal berê di rojeke wiha da di 51 saliya xwe da ji nişka ve, bêyî ku kesî nerehet bike, bêyî ku haya kesî pê xe wek çirayekê vemirî û çû gerdûneke din. Mirina wî ne malbata wî tenê, bi sedan, bi hezaran kesên ev kurdê fed...

Mirinê pir zû tu ji nav me bir lê navê te nemir e
Zinare Xamo
Mirinê pir zû tu ji nav me bir lê navê te nemir e
Min got pismam sal zû dibuhirin, 16 sal derbas bûn. Hemû dost û hevalên te, zarokên te dersa matamatîkê dida wan, xortên te alîkariya wan dikirin hemû mezin bûne û di civata Swêd da hatine der û meqamên muhîm, ji bo gelê xwe xebatên pir baş dikin. &n...

Xusûsîyetên Rojhilata Nêzîk
Fuad Onen
Xusûsîyetên Rojhilata Nêzîk
Di sîyeseta Kurdistanê de du problemên esasî hene. Yek jê, taleba desthilatîya navendî lawaz e, taleba jêr desthelatîye, bi tirkî ”alt îktîdar” ew taleb xurt e. Lê taleba desthelatîyên navendî lawaz e. Sedemek ji, ku sernîvîsa vê panelê j...

Serxwebûna Kurdistanê
Fuad Onen
Serxwebûna Kurdistanê
Sîyeseta partî, rêxîstin,saziyên bakurê Kurdistanê dev ji hedefa serixwebûnê berda ye. Ji delva hedefênserxwebûnê, otonomî, federalî an demokrasî te parastin. Di vir de anormalîyekheye. Yanî îro ji her demê betir taleba serxwebûn û yekîtîya Kurdistan...

Page 1 of 6First   Previous   [1]  2  3  4  5  6  Next   Last   
22

Uzunca bir süredir hem Kürt siyasetini hem de Türkiye solunu etkisi altına alan Modernite, Demokratik Modernite anlayışını Fuat Önen değerlendirdi. Fuat Önen konuyu derinlemesine inceleyerek, kavramın tarihsel ve sosyolojik bağlamını ele aldıktan sonra bu kavramın çıkışından bu yana, gelişimini ve Kürdistan Mücadelesindeki etkilerini tartıştı. Bizimle görüşlerini paylaştığı için kendisine Teşekkür ediyoruz.

İyi okumalar dileriz.

 

Ne Yapmalı? : Modernite nedir?

Modernite konusu aslında tarihte periyodizasyon ya da Türkçesi ile dönemlendirme dediğimiz konuyla ilgilidir. Genel kabul gören modernitenin 17. yüzyılda başlamış olduğudur. 15. yüzyılda İtalya'da sanat-edebiyat alanındaki gelişmeleri esas alıp, Rönesans tanımları yapılmaktadır. Bütün bu tanımlamalar, dönemlerle ilgili tanımlamalar itibaridir ve dönemlendirmeyi yapanın, dünyaya-topluma bakışıyla ilgili bir olgudur.

17. yüzyılda başlatılmasının temel nedeni, buharla çalışan makinelerin bulunmasıdır. Bu dönem İngiltere'nin birinci sanayi devrimi diye tanımlanır. Ancak bu dönemin üç önemli düşün adamı var. Bunlardan biri Karl Marx'tır. Diğeri Emile Durkheim'dir. Bir diğeri Max Weber'dir. Her üçü moderniteyi kendi dünya anlayışlarına bağlı olarak tanımlarlar.

Karl Marx için modernite, esas olarak kapitalizmdir. Bilindiği gibi Komünist Manifesto’da; kapitalizme, bir tür övgüler yapılır. Bunun nedeni kapitalizmin kapalı toplumu yıkması ve açık toplumda hem devlet yapısında hem kurumsallaşmalarda hem de iktisadi ilişkilerde çok büyük değişikliklere yol açmasıdır. Bu değişiklikleri heyecanla izler Karl Marx.

Aynı dönemi, E.Durkheim, Endüstriyalizm kavramıyla izah eder. E.Durkheim'a göre bu dönemin esas muharrik gücü Endüstri'dir. Onun için E.Durkheim için modernite aynı zamanda endüstriyalizmdir.

Max Weber'e geldiğimiz zaman; Weber, (modernitenin) kapitalizm olduğunu kabul eder. Ancak Weber'in analizlerinde, bu dönemin kapitalist karakteri ve sınıf mücadelesi, başat bir rol oynamaz. Weber daha çok bu dönemi rasyonalizasyon kavramıyla izah eder.

Yani aynı döneme, Marx: “Kapitalizm” der, Durkheim: “Endüstriyalizm” der, Weber ise: “Rasyonalizasyon’dan, Rasyonalizm’den” söz eder. Bir ölçüde kapitalizmin rasyonel bir toplum yarattığını söyler ve hem yeni devlet anlayışında, hem oluşan yeni kurumlarda, rasyonelliğin ön planda olduğunu söyler. Aslında, bu her üçünde de (bu kavramlar) Modernite’de vardır ama esası, bize göre de kapitalizmdir.

Kapitalizm aynı zamanda sanayinin, endüstrinin hızlı gelişimi anlamına gelir ve bir ölçüde kapitalist toplumdaki ilişkilerin modern öncesi toplumlara göre daha rasyonel bir zemine oturduğu söylenebilir. Bana kalırsa, modernitenin esas sorunu, Rasyonalizmdir. Modernite, her şeyi rasyonellikle açıklar. Modernist filozoflarda; insanların diğer etkinlikleri, aidiyetleri, sınıf aidiyetleri, duygusal durumları, kültürel yapıları çok fazla tayin edici bir role sahip gözükmez.

Bu aynı zamanda modernitenin temel problemidir. Evet, Bir rasyonalitesi olduğu doğrudur. Ama insan yaşamında her şeyin rasyonlarla yürüdüğü doğru değildir. Örnek vermek gerekirse, serbest piyasa. Bu bir soyutlamadır. Rasyonel olarak anlaşılır bir şeydir. Ama dünyanın hiçbir yerinde, bu 300 yıllık kapitalist dünyada -teoride olduğu gibi- bir serbest piyasa yoktur. Günümüzde de liberaller, neo-liberaller, serbest piyasa ekonomisini savunanlar gerçekten bir serbest piyasa oluşturamamışlardır.

Örneğin; Amerika Birleşik Devletleri, iktisadi bir krizle karşılaştığı zaman, milyarlarca dolarlık devlet müdahalesini yapıyor. Yani teoride rasyonel, ama pratikte bu böyle yürümüyor. Dolayısıyla moderniteyi böyle anlamak lazım. Bizim için esas olarak modernite kapitalizmdir.

Toplumun gelişmesinin ana motoru, sınıf mücadelesidir. Bu, biz Marksistleri, Durkheim sosyolojisinden ya da Weber sosyolojisinden ayıran temel faktördür. Hatta Immanuel Maurice Wallerstein'den söz edersek, İ.M. Wallerstein de diyor ki: “Biz modernleşen bir dünyada yaşamıyoruz. Biz kapitalist bir dünyada yaşıyoruz.” Ama aynı İ.M. Wallerstein, modernitenin farklı türleri olabileceğini söyler: “Demokratik modernite denilen şey de bunlardan biridir.” Esas olan modernite budur.

Ne Yapmalı?O zaman, demokratik modernite nedir?” ile devam edebilir miyiz?

Şimdi, Demokratik Modernite, birbirine eklenilen iki kavramdan oluşuyor; Biri demokratik, öbürü modernite. Moderniteyi esas olarak -kapitalizm olarak- düşünürsek; demokratik modernite, aslında demokratik kapitalizm anlamına gelir. Bu çözümlemede sınıfsal dinamikler yoktur.

Sınıflar arasında uzlaşma, birlikte gelişme gibi teoriler vardır. Aslında demokrasiyle kapitalizm, yani antik Yunan'daki demokrasiyi bir tarafa bırakırsak, aslında kapitalist toplum için ideal devlet biçimi demokrasidir. Ama öyle bir tarzda sunuluyor ki, sanki demokratik modernite, kapitalist değildir. Bu doğru değil! Bunlar teorik tahrifatlardır. Siyaseten anlamı; sınıf mücadelesini bir tarafa bırakıp, sınıflar arasında uzlaşmayı, ortak aklı savunmaktır. Bunun bizim literatürümüzde yeri yoktur.

Yani bir modernite var. Son dönemlerde post-moderniteden falan söz ediliyor. Post-modernliği, moderniteden ayıran temel özellik; modernite döneminin filozofları, siyasetçileri, ideologları bir üst anlatıya sahiptirler. Marksizm böyle bir üst anlatıdır.

Marksizm, toplumdaki bütün sorunlara ilişkin çözümleri, kendi içinde barındırır. Aynı şeyi liberalizm için de söyleyebiliriz. Post-modernite bu üst anlatıdan vazgeçip parçasal ya da yerel sorunları çözmeye çalışmak çabasıdır. Yani post-modernite, bir üst anlatıdan yoksundur. Bir ölçüde demokratik modernite savunucuları da aslında, bu üst anlatıdan vazgeçmiş oluyorlar. Bu noktada, post-modernite ile bağlantılarını kurmak mümkün.

Ne Yapmalı? : Lenin: “Sınıf sıfatı taşımayan bir demokrasi yoktur.” diyor. Bu çok dillendirilen demokratik Türkiye, demokrasiyi inşa edelim söylemlerinin, ne anlama geldiğini soracaktım.

Bizim literatürümüzde; demokrasi, bir devlet biçimidir. Ve çok çeşitli devlet biçimleri vardır: “Askeri diktatörlükler, faşizm, monarşik demokrasiler, totaliter, otoriter devletler, bunların hepsi devlet biçimleridir.” Demokrasi de bunlardan biridir.

Demokrasiyi, diğer baskıcı denilen faşizm, totaliterizm, otoriterizmden ayıran özelliği; demokraside, görünüşte halkın katılımı ile devlet biçimlendiriliyor. Bunun da temel mekanizmaları, birkaç yılda bir yapılan seçimlerdir. Dolayısıyla demokrasi, bir eşitlik sağlamaz. Toplumsal olarak eşit olmayan grupları-sınıfları, yasal olarak eşit ilan eder.

Yani bir işçi de bir monopol sahibi de televizyon kurma hakkına sahiptir. Ama bir monopol sahibinin, bir televizyon kurması için muhasebecisine ya da özel kalemine talimat vermesi yeterli. Oysa bir işçinin, bir televizyon kurabilmesi için kendisi gibi binlerce insanı bulabilmesi lazım. Seçimler de aynıdır. Seçim kampanyaları, milyonlarca doların harcandığı kampanyalardır. Serbest oy, eşit ve serbest oy hakkı var. Ama bir işçinin oy kullanması ya da seçilmesi ile bir kapitalistin oy kullanıp seçilmesi ya da birilerini seçtirmesi arasında ciddi bir sınıfsal ayrım var. Onun için biz; genelde: “Burjuva demokrasisine, formel demokrasi.” deriz.

Son yıllarda özellikle kapitalist-emperyalist sistemin derin krizlere gark olması ve ideolojik üstünlüğünü yer yer kaybeder hale gelmesi, onları yeni arayışlara yöneltiyor. Bunlardan biri de ileri demokrasi, radikal demokrasi gibi kavramlardır. Siz, demokrasinin önüne hangi kavramı getirirseniz getirin, demokrasinin sınıf karakterini gizleyemezsiniz. Her devlet bir diktatoryadır. Ve her demokrasi de bir diktatörlüktür. Farkı; burjuva demokrasisi dediğimiz, aslında eşit olmayanları eşit ilan ederek, burjuva diktatörlüğünü gizleyen bir durumdur. Sosyalist demokrasi; burjuva ideologlarından farklı olarak, kendi gerçekliğini açıkça ilan eder. Biz proletarya diktatörlüğünü uygulayacağız! Burjuvazi ve egemen sınıfları, proletarya demokrasisinin dışında tutacağız, burjuvazi için demokrasi söz konusu değildir, onlar için diktatörlüktür der. Nasıl ki burjuva demokrasisi, burjuvazi için demokrasi, emekçi sınıfları için diktatörlükse, proletarya demokrasisi ya da diktatörlüğü, (bunlar aynı şeylerdir) emekçi sınıflar, halk yığınları için demokrasi ama kapitalizmin savunucuları ve egemen sınıfları için de bir diktatörlüktür.

Ne Yapmalı? : Sizin söylediklerinizden de çıkardığım; modernite kavramı; aslında, aynı zamanda, bir ulus-devletin ortaya çıkışını da içeriyor diyebilir miyiz?

Ulus-devlet konusu tartışmalıdır. Yani günümüz dünyasında 200'den fazla devlet var. Bu devletlerin tamamı için ulus- devlet tanımlaması kullanılıyor. Oysa bu devlet yapıları, ulus- devlet adı altında eşitlenemez.

İran'da da bir ulus-devlet var, Fransa'da da var, İngiltere'de de var, Amerika'da da var. Peki, bu devlet durumları aynı mıdır? Değildir! Ulus-devletin aynı anlama gelmek üzere milliyetçiliğin, en pratik tanımı şudur: sosyal düzeyle siyasal düzeyi eşitlemektir. Dolayısıyla devlete egemen olan kesim, sosyal durumu da, sosyal düzeyi de kendi devlet yapısına eşitlemiş olmaktadır: “Bir devletin vatandaşlarının tümü bir ulusu oluşturur”. Ancak özellikle Sovyetlerin çözülmesinden sonra, bu anlayış da artık başlangıçta olduğu gibi savunulması zor bir anlayıştır.

Onun için özellikle Avrupa ülkelerinde, yerelin özerkliği diye birçok yeni argümentler geliştirilmektedir. Dolayısıyla tek başına bir devlete, “ulus-devlet” demek çok fazla bir şeyi izah etmez. Evet, bir özelliği var. Bu aslında, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra kurulan “dünya düzeni” ve onun dayandırıldığı bir devletler sisteminin sonucu oluşmuştur.

Artık ülke de ulus da devletle tanımlanıyor. Yani bir devletin egemenlik sahasındaki bütün topraklara bir ülke deniliyor. İşte o devletin vatandaşlarına da bir ulus deniliyor. Ama zaten Batı'da bu giderek aşınmaya başladı. Dolayısıyla,  bir ulus-devlet fetişizmi yaratmaya gerek yoktur. Kapitalist toplumlarda bile bunlar aşınmaktadır. Örneğin bir İsviçre modeli var. Şimdi İsviçre devlet modeli ile klasik ulus-devlet modeli olan Fransa devleti bir ve aynı devlet biçimi değildir.  Giderek ulus-devlet, bu sosyal gerçekliklere göre kendisini reforme etmektedir.

Doğudaki devlet yapıları ayrıdır. Yani onları batı demokrasisi, batı kültürü hatta üretim tarzıyla aynı tutmamak lazım. Örneğin İran rejimi oldukça otoriter ve totaliterdir. Ama bir eyaletler sistemine bağlıdır. Diyelim ki İran'da bir Kürdistan eyaleti vardır. Türkiye'de Kürdistan demek suç. Her ikisi de Ulus-devlettir deyip içinden çıkmak doğru değildir. Her devleti, kendi somut varoluşunda daha çok da kuruluş felsefesi bakımından değerlendirmek lazım. Hindistan gibi devasa bir ülke var, sayısız etnik grubun ve dinsel anlayışın bulunduğu bir yer. Hindistan'a da ulusal devlet dersek, bu Türkiye devleti gibi bir devlet değil, hatta Fransa devleti gibi de bir devlet değil. Hindistanlılar da, İranlılar da diğer ulusal grupları yok saymıyorlar,  yönetiyorlar; ulusal grupların kendilerini yönetme hakkına gasp ediyorlar, işgalci rejimlerdir. Ama Türkiye devleti gibi jenosidal bir devlet değildir.

Böyle bakınca son yıllarda yaratılan bu ulus-devlet fetişizmi doğruyu öne çıkarmaktan çok doğruları örten bir şala dönüşmüş durumda. Her durumda ulus-devlet kötüdür. Tamam, kötüdür. Ama dünyadaki bütün ulus-devletler de aynı devlet biçimleri değil. Ulus-devlet üst başlığı altında birbirinden farklı birçok devlet biçimleri vardır.

Ne Yapmalı? : Demokratik modernite diyerek, ulus-devlete karşı çıktığını mı iddia etmektedirler?

İşin esası şudur: “Ulus-devlet dönemi bitmiştir.” diye karşı çıkılan tek devlet, Kürdistan'ın devletleşmesidir. Yani, ulus-devlete karşıyız diyenlerin, Türkiye'deki ulus-devletle, İran'daki, Suriye'deki, Irak'taki ya da Amerika'daki, İngiltere'deki ulus-devletlere bir itirazları yoktur.

Bu, teorik bir açıklama olmaktan çok, siyasi bir açıklamadır. Kürtlerin devletleşme hakkını yok saymak üzere kurgulanmış spekülatif tezlerdir. Aslında tartıştığımız devletlerin çoğu, ulus-devlet olmaktan çok “devlet ulusu” formundadır.

Yani bugün Amerika Birleşik Devletleri'nde bir ulus-devletten söz ediliyor. Peki, bir Amerikan ulusu var mıdır? Bana sorarsanız: “Yoktur!” ve üzerinden 300 yıla yakın bir süre geçtiği halde en son Samuel P.  Huntington: “Bizim,  ‘nation building’ dedikleri, ulus inşasını, daha fazla gündemimizde tutmamız lazım.” diyor. Sonuç olarak ne söyleniyor? Aslında: “Henüz bir Amerikan ulusu oluşturulabilmiş değiliz.” deniyor. Peki, bir Türkiye ulusu var mıdır? Bir Türkiye ulusu da yoktur! Fakat devlet 100 yıldır bu devlete bir ulus yaratmaya çalışmaktadır.

Onun için bunlara ulus-devlet demekten çok devlet ulusu demek, bana kalırsa daha doğrudur. Ve bunlar başarısızlıkla sonuçlanmaya mahkûmdurlar. Farklı ülke gerçekliğine ve ulus gerçekliğine sahip bir coğrafyada, devlete bir ulus oluşturmak, ancak jenosidle mümkündür. Bu nedenle hem Amerika Birleşik Devletleri'nin tarihi jenosidlerle doludur; gerek Kızılderililere gerek Siyahililere uyguladıkları politikalar, aslında jenosidal politikalardır. Türkiye Cumhuriyeti'nin uyguladığı politikalar esas itibariyle jenosidal politikalardır. Çünkü 1923'te ilan edilen bu cumhuriyetin bir ulusu yoktur. Türkiye Cumhuriyeti'nin ardılı olduğu Osmanlı İmparatorluğu'nda bir Osmanlı ulusu yoktur.

Osmanlı Türk de değildir. Osmanlı, bir dinastinin yani yönetici ailenin adıdır. Ve bunu Türklüğe evriltmek mümkün değildir. Ancak Türk resmi tarihi böyle saçmalıklarda bulunur. Cumhuriyet ilan edildiğinde bir ulus olmadığı için devletin önüne bir ulus inşa projesi konmuştur. Bu da ancak ve sadece jenositle mümkündür. Türkiye Cumhuriyeti'nin 100 yıllık tarihi de jenosidlerle doludur: “Ermeni-Süryani jenosidi, Pontus jenosidi ve Kürtlere uygulanan zamana yayılmış jenosid.”

Jenosid bu devlet için bir tercih değildir. Eğer bir devletin egemenlik sahasından bir ulus oluşturmak istiyorsanız ve bu egemenlik sahasında birden fazla ulus ve ülke gerçekliği varsa ancak bunları jenositle ortadan kaldırarak bir ulus oluşturabilirsiniz. Dolayısıyla bütün bunları, yani bütün bu farklılıkları bir yana bırakıp: “Biz ulus-devlete karşıyız.” demek anlamlı bir belirleme değil, teorik değil, siyasi bir belirlemedir. Esas hedefi de Kürtlerin devletleşme hakkını 100 yıl sonra yeniden gasp etmektir. Bunun son 20-30 yılda ortaya çıkmasının nedeni de budur.

Güney Kürdistan'da, belli bir federal yapının oluşması, Kuzey Kürdistan'da, 84-94 yıllarında devletleşme umudu ve heyecanının bütün yığınları sarması, daha sonra 2004'den ve 2011'den sonra, Küçük Güney dediğimiz Batı Kürdistan'da ulusal kurumların ortaya çıkması, egemen sınıfı, işgalcileri tedirgin etmiştir. Bu tezlerle; Kürtlerin, devletleşme mücadelesinin önüne geçmeye çalışıyorlar. Bunun teorik olarak tartışılacak bir yanı yoktur. Dünyadaki diğer bütün uluslar gibi Kürtlerin de Kürdistanlıların da devletleşme hakkı vardır.

Bunu devlet ulusu formundan yapmamız için hiçbir neden yoktur. Çünkü devlet ulusu formu daha çok allaktonların kurdukları devletlere uygundur. Oysa Kürdistanlılar kendi coğrafyalarının otokton halkıdır. Kürdistan'da yaşayan diğer halklara, etnik gruplara jenosidal bir yaklaşımları yoktur.

Gerek Güney Kürdistan'daki deneyimimiz, gerek Batı Kürdistan'daki deneyimimiz, Kürdistan'daki ulusal siyasetin aslında etnik, dini, mezhepsel ayrımlara karşı son derece hoşgörülü ve birlikte yaşama hukukuna sahip olduklarını göstermektedir. Dolayısıyla siz bir ulus-devlet ya da devlet ulusu kurmak istemiyorsanız, buna karşıysanız, Kürdistan'da başka bir formda devleti önerirsiniz. Ama bu: Ulus-devlete karşıyız.” diyenler, “Kürdistan'ın her türlü devletleşmesine karşıdırlar.” Bu nedenle, bunu teorik bir argüman olarak değerlendirmiyorum. Esas olarak işgalcilere yarayan, işgalcilerin manipüle ettiği siyasal gruplar tarafından servis edilen uydurma bir tezdir.


Ne Yapmalı?: Abdullah Öcalan'ın Kürdistan Devrimi başlıklı kitabında dile getirdiği bir takım görüşler hakkında fikirlerinizi almak istiyorum:

a)“Ulus-devlet anlayışı, hep kan ve gözyaşı getirmektedir. Kapitalist modernitenin karşıtı demokratik modernitedir.” deniyor. Sizce kapitalist modernite'nin karşıtı olması doğru mudur?

Kapitalist modernite,  17. yüzyıldan başlarsak, işte 300 yılını geride bıraktı, dördüncü yüzyıldayız. Kapitalist devletin, kan ve gözyaşından başka bir şey getirmediği doğrudur. Ama bu ulus-devlet olduğu için değil, kapitalist devlet olduğu için böyledir. Ve bu, devletin yaptığı bir şey de değildir. Bu kapitalizmin ürettiği bir sonuçtur. Sonuçta ulus-devlet denilen ya da bizim deyimimizle burjuva diktatörlükleri, kapitalizmi savunmak ve geliştirmek üzere kurulan bir aygıttır. Şimdi kapitalizmi görmezden gelip, sadece üst yapıyla uğraşmak yanlıştır. Bizim literatürümüzde böyle bir yaklaşımın yeri yoktur.

Sonuç olarak söyledikleri doğrudur. 300 yıldır kapitalist üretim ilişkilerinin, kapitalist toplumsal formasyonun ve onun üst yapı, temel üst yapı kurumu olarak kapitalist devletin topluma, emekçilere kan ve gözyaşından başka bir şey getirmediği doğrudur. Ama bunun nedeni bu devletin kapitalist olması, bu üretim ilişkilerinin kapitalist olmasıyla ilgilidir. Bunu ulus-devletle izah etmek, kapitalizmi yok saymaktır. Kapitalizmi görmemektir. Sınıf mücadelesinin üzerinden atlamaktır. Ulusal kurtuluş mücadelesini görmemektir. Demokratik modernite, kapitalist modernitenin alternatifi olamaz. Kapitalist modernitenin de kapitalizmin de alternatifi sosyalizmdir.

Bunu söylememek, kapitalizmin sınırları içinde reform taleplerinde bulunmaktır. Yani kapitalist modernite yerine, demokratik moderniteyi kullandığınız zaman, kapitalizme karşı çıkmıyorsunuz. Kapitalizm ve kapitalist devlete, burjuva diktatörlüğünün sınırları içinde bir takım reformlar önermiş olursunuz. Onun için kapitalizmin de, bu anlamda modernitenin de alternatifi sosyalizmdir, demokratik modernite değildir.

Ne Yapmalı? :

b) “Mustafa Kemal devrimciydi. 1925'ten sonra Mustafa Kemal'in; demokratik düzenine karşı devrim yapıldı.” görüşü hakkında ne söylemek istersiniz?

Öncelikle Mustafa Kemal bir devrimci değil, bir karşı- devrimcidir. Mustafa Kemal'in gerçekleştirdiği ya da Mustafa Kemal'in öncülüğüyle gerçekleşen bir devrim yoktur. 1919-1923 dönemi, Birinci Dünya Savaşı'nın devamıdır. Savaşın galipleri, savaşın mağluplarına kendi isteklerini dayatmışlar ve bunu büyük ölçüde de başarmışlardır. 1919-1923 esas olarak budur.

Burada ne bir ulusal kurtuluş mücadelesi, ne de bir devrim söz konusudur. 1919-23'ün kadroları esas itibariyle İttihat Terakki’nin kadrolarıdır. Ancak Enver ve Talat Paşalar öldürüldükten sonra, inisiyatif onların arkasından gelen kadrolara kalmıştır. Bunların başını çeken de Mustafa Kemal'dir. Mustafa Kemal de bir İttihat Terakkicidir. İttihat Terakki'den devrim çıkarmak akla aykırıdır. Birinci Dünya Savaşı sırasında, Osmanlı İmparatorluğunu yöneten kadrolardır bunlar. Gerek Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri, gerek milli mücadele dedikleri dönemin ilk kadroları ve örgütleri de Karakol da dâhil olmak üzere, Teşkilat-ı Mahsusa da dâhil olmak üzere, İttihat Terakki'nin kadroları tarafından kurulmuştur.

Buradan bir devrim çıkmaz. Önce onu söyleyelim. Bu bir karşı-devrimdir! Kime karşı, karşı devrim? Osmanlı İmparatorluğu'nun bakiyesinde kalan ezilen uluslara karşı bir karşı-devrimdir. Türkiye'deki Sosyalist - Komünist Harekete karşı, bir karşı-devrimdir. Dolayısıyla bu Türk resmi tarihinin tezlerini, Kürtler adına savunmak bir saçmalıktır! Yani ortada bir devrim mevzusu söz konusu değildir.

1923 döneminde; İngilizlerle-Fransızlarla sürdürülen ilişkilerde ve barış anlaşmasında, kendisine daha fazla pay çıkarmak mücadelesinde, bu kadroların arkasında bir Türk halkı ya da Türk ulusu yoktur. Bu olmadığı için Türkler dışındaki bütün ulusal topluluklara mavi boncuk dağıtmışlardır. O dönemin İttihatçı ve Kemalist kadrolarının öncülüğündeki mücadeleyi destekleyen esas kitlesel ulusal topluluk, Kafkas kökenlilerdir ve Çerkezlerdir.

O dönemin ideolojik kadroları, yani o dönemin ideolojisini oluşturan kadroların büyük çoğunluğu, Yahudi kökenli kadrolardır. 1923'te Kürt aşiretleri de önemli ölçüde Kemalistlere destek vermiştir. Bunun çeşitli nedenleri var. En önemli nedeni Sevr anlaşmasıdır.

Sevr anlaşmasında; Bizim, Kuzeybatı Kürdistan dediğimiz teritoryanın önemli bir bölümünde, bir Ermeni devletinin kurulacağı söylenmiştir. Geriye kalan, özellikle; Güney Kürdistan ve Güney Kürdistan'ın hemen kuzeyindeki bölgelerde de bir Otonom Kürdistan vardır. Ancak Kürt aydınları, Kürt siyasetçileri, bunu Kürdistan için önemli bir tehdit olarak görmüşler. Bu tehdit, Mustafa Kemal ve Kazım Karabekir tarafından özellikle kullanılmıştır.

Eğer İngilizler-Fransızlar galip gelirse, Osmanlı Devleti'nin İttihat-Terakki kanadının gerçekleştirdiği: “1915 yılında Ermeni Jenosidinin hesabını da sizden soracaklar." demişlerdir. Ciddi modern, ulusal örgütler olmadığı için de Kürtlerin bir kesimi, bu savaşa destek vermişlerdir. Erzurum Kongresi, Sivas Kongresi vs. de Kürtleri temsil eden delegeler de var. Birinci Mecliste, Kürdistanlı mebuslar var. Bunlar hala Kürtlerle Türklerin, ortak bir devletinin kurulabileceğini düşünmüşlerdir. Bu anlamda bir kader birliğini savunmuşlardır.

Fakat 1923 Lozan Anlaşması'ndan sonra, Kürt aydınları, siyasetçileri, Osmanist politikadan kopmuşlardır. Türkiye Cumhuriyeti'nin artık Osmanlı İmparatorluğu'nun siyaset tarzı olarak devamı olmadığını, yeni bir cumhuriyet olduğunu anlamaya başladıkları zaman ve bunun Kürdistan'da işgalci, jenosidal bir karaktere sahip olduğunu gördükten sonra Osmanlıcı ya da Türkçü siyasetten ayrılmışlardır.

Ne Yapmalı? : Almanya için Versailles'den sonra, bir “kurtuluş savaşı”  ya da “devrim söylemi” var mıdır?

Onu birkaç defa yazdım. Birinci Savaş sonunda çöken birkaç tane önemli imparatorluk var: Bunlardan en önemlisi Prusya İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Çarlık İmparatorluğu ve dahi Osmanlı İmparatorluğu. Bunlar niye çökmüşlerdir? Çünkü savaşta yenilmişlerdir. Şimdi bu çöken imparatorluklardan sadece biz Ekim Devrimi'nden söz edebiliyoruz. Ekim devrimi de bir ulusal kurtuluş mücadelesi olarak tanımlanmamıştır. Bir imparatorluk çökmüştür. Orada Bolşevik Partisi'nin öncülüğünde bir sosyalist devrim gerçekleşmiştir. Diğer imparatorluklar; bunu, savaşın olağan sonucu olarak kabul etmişlerdir. Ne Prusyalılar ne Avusturya, Macaristanlılar. İmparatorlukları çöktüğü için kendilerine bir kurtuluş mücadelesini verir durumda göstermemişlerdir.

Bunu yapan sadece Osmanlı İmparatorluğu'nun devamcısı olan Kemalist Cumhuriyeti, Türkiye Cumhuriyeti dile getirmiştir.

Abdülhamid'in Pan-İslamizmi ile İttihat Terakkinin  Pan-Türkizmi arasında, hedef ve nitelik olarak bir fark yoktur. Ancak Abdülhamid, Batı'da çöken imparatorluğunu Doğu'da İslam şemsiyesi altında yeniden kurmayı istemiştir.

Pan-İslamizm onun ideolojisidir. İttihat Terakki başlangıçta bunu da savunmuştur. Ama giderek İslam coğrafyasından bir destek gelmeyeceğini anladıkları için bu sefer Osmanlı İmparatorluğunu Doğu'da Türk coğrafyası denilen coğrafyada yeniden kurmak istemişlerdir. Pantürkizm de bu “imparatorlukçu düşüncenin” ideolojik argümanıdır.

1922'den sonra öne çıkan Kemalist kadrolarla öncesindeki İttihat ve Terakki kadroları arasındaki temel fark da şudur: “İttihat ve Terakki imparatorlukçudur. Geniş, yayılmacı bir siyasal zihniyete sahiptir. Kemalist kadrolar ise minimalist bir siyaset anlayışına sahiptir.”

Minimalistten kastettiğim, Mondros mütarekesinden sonra ellerinde kalan toprağı korumaya çalışan bir ekiptir. Bunun da önemli bir kesimini koruyamamışlardır. Örneğin Güney Kürdistan'ın ya da o dönemin adlandırmasıyla Musul Vilayeti denilen coğrafyayı, İngilizlere bırakmak durumunda kalmışlardır. Dolayısıyla bunlar arasında nitel ayrımlar görmek, hele Kemalizm'den devrim türetmek hiç olmazsa devrimcilerin işi değildir. 

 

Ne Yapmalı? : “Kürtlere yönelik kıyımlar, 25'ten sonra başlamıştır.” diye bir görüş var.

Bu doğru değildir! Kürtlere yönelik kıyımların başlangıcı 1919'dur. 1920-1921'de Koçgiri başkaldırısında bu fiilen kendisini göstermiştir. Lozan Anlaşması imzalanmadan önce Birinci meclis feshedilmiş, İkinci meclis muhalefete kapatılmıştır. Kürdistan milletvekillerine de kapatılmıştır. Daha çok Kemalist kadroların kendi yandaşlarından oluşan bir meclistir. 24 Anayasası 1924 Anayasası “Md.88-Türkiye ahalisine, din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak* olunur.” maddesine sahiptir. Bunun kendisi zaten işgalci, jenosidçi ve kırımcı bir anayasadır.

1925'ten başlatmalarının nedeni, 1925 İstiklal Komitesi öncülüğündeki ayaklanmadır. Ama bu ayaklanma birdenbire oluşmadığı gibi Türk Devleti de bunu 1925'te karar alarak büyük katliamlar yapmış değildirler. Bu belli bir tarihsel süreçtir.

Bunu getirip 1925'e odaklanmalarının nedeni şudur: Öcalan, 1999-2004 arasında, 1925 ayaklanmasının İngilizlerin tahrikiyle oluştuğunu iddia etmiştir. 2009'dan sonra bu sefer 1925 ayaklanmasını ulusal bir ayaklanma olarak görmüş, kendisi hakkında verilen cezanın da 1925 ayaklanmasının önderlerinin asıldığı güne bilerek denk getirildiğini söylemiştir. Dolayısıyla, 1999'dan bu yana, Öcalan'ın İmralı'da söylediklerinin teorik hiçbir değeri yoktur: “Öcalan, 1999'dan sonra; Türkiye Devleti'ne çalışmayı, hizmet etmeyi, taahhüt etmiştir. O günden bugüne de bu hizmetini sürdürmektedir.”

1925'te kıyım başlamamıştır. Kıyım, 1919'da başlamış; kıyımın ideolojisi, kurumları 1919'da kurulmuş. Ama 1919 - 1923 arasında, Kürdistan'daki bütün şeyhlerin elini öpmekte bir sakınca görmemiştir Mustafa Kemal. 1919-23 arasında elini öptüğü bütün şeyhlerin önemli bir kesimini 1925’ten sonra ya sürgüne göndermiş ya idam ettirmiştir.

 

Ne Yapmalı? : “Kürtler binlerce yıldır şu andaki dört devlet sınırı içindeki toplumlarla ortak bir yaşam sürmüştür ve bir bütün olarak var olmuşlardır. Bu bütünlük demokratik toplumun yaratılmasında kolaylık sağlayacaktır.” diye bir argüman var.

Bu da doğru değildir! Kürtler bu dört devletin egemenliği altında yaşamışlardır ama hiçbir zaman egemen ulusla bütünleşerek bu güne gelmemişlerdir. Orta Güney Kürdistan'da, Kürtlerle Araplar arasında 100 yıl süre boyunca hiçbir ortak yaşam belirtisi yoktur. Küçük Güney'de de böyledir.

Doğu Kürdistan'da da Kürt Kürt’tür, Acem Acem’dir. Kürtler ayrı bir ulusturlar ve bu ayrı olmayı sürekli hissetmişler, yaşamışlar ve yaşatmışlardır. Kuzeybatı Kürdistan'da, son 20 yılda, özellikle Öcalan'ın entegrasyonalist tezlerinden de ilham alarak diyelim, bir kısmi ortaklaşmaktan söz edile bilinir. Bunun bir nedeni; Öcalan ve PKK'nin bu entegrasyonalist, konformist, reformist siyasetidir. Bir diğer nedeni; 1984-94 yılları arasında ve devamında da Kürdistan'dan 8-9 milyona yakın Kürt göçertilmiştir, Türkiye'ye göçertilmiştir. Türkiye'deki Kürtlerle, Türkiye'deki Kürt olmayanlar arasında (onlara Türk demek zordur.)  ortak ticari faaliyetler, kültürel faaliyetler bu son 20-30 yılda gelişmiştir. Bu bir vakıadır.

Ama Kuzeybatı Kürdistan da dâhil, Kürdistan'ın bütün parçaları, egemen devletten ve egemen ulustan ayrı yaşamışlardır. Bunları görmek zor değildir. Yani 2014 Kobani Savaşı'nda bütün Kürdistanlılar, dünyanın her tarafındaki Kürtler, bir ulusal ruhla Kobani'yi savunmuşlardır. Peki, Türkiye toplumunda ya da Acem toplumunda ya da Arap toplumunda bu ruha iştirak eden, bunu birlikte hisseden, bir topluluk var mıdır? Yoktur! Yani bu ülkelerdeki devrimci, sosyalist, komünist çevreleri dışında tutarak söylüyorum. İki toplumun kaynaşması, birlikte kader birliği yapması böyle olaylarda gözükür.

2017 Orta Güney Kürdistan'daki bağımsızlık referandumuna, her dört parçadaki Kürdistanlılar, dünyanın dört bir tarafından savrulmuş Kürtler, ortak bir ulusal ruhla desteklemişlerdir. Aynı bağımsızlık referandumunu, Türk toplumunun ezinci çoğunluğu nefretle izlemiştir. Ve Türk devletinin o referandumu engellemek, daha sonra da bastırmak için yaptığı bütün işgalci girişimleri, Türk toplumu da desteklemiştir, Arap toplumları da desteklemiştir, Acem toplumları da desteklemiştir. Şimdi hal böyleyken işte, biz: “Artık ortak bir kader birliğine ulaştık, ortaklaştık, bu demokratik bir toplum için zemin oluşturur.” demek hem tarihsel toplumsal gerçeklikleri hem de güncel gerçeklikleri reddetmek anlamındadır. Kaldı ki eğer böyle bir kaynaşma olmuş olsa, bunu Türkiye'nin demokratikleşmesi için değil, Türkiye'deki Sosyalist Devrim için değerlendirmek lazım.

Ama bizim gördüğümüz, ayrı duruyoruz, ayrılmak istiyoruz. Birleşik-bütünleşik bir toplum değiliz. Ayrı toplumlarız yani.

Ne Yapmalı?: “İki kimlik kullanılabilir.” deniyor. “Mevcut egemen devletin kimliği ve diğer kimlikler, Kürt kimliği kullanılabilir.” Katalonya örnek veriliyor.

Birincisi, Katalonya'nın varlığı İspanya Devleti tarafından inkâr edilmiş değildir. Bask ülkesinin varlığı da inkâr edilmiş değildir.

Avrupa Birliği'ne gelince; Avrupa Birliği, 75-80 yıllık bir projedir. İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda ya da ortalarında başlamış bir projedir. Önce kömür-çelik birlikleri olarak başlamıştır. Bu proje henüz gerçekleşebilmiş değildir. Bu bir projedir.

İngiltere'nin buradan çekilmesi önemlidir. Kıta Avrupa'sıyla İngiltere, Avrupa Birliği Projesi'nde anlaşamamışlar ve İngiltere buradan çekilmiştir. Avrupa Birliği Projesi'nin gerçekleşip gerçekleşemeyeceğini bilmiyoruz. Ama burası Kürdistan; Yakın Doğu, hemen doğusunda Orta Doğu var.

Avrupa'da tartışılan demokrasi, birlikte yaşam kültürlerinin arkasında 400-500 yıllık kapitalizm var. Oluşmuş emperyalist-kapitalist sistemler var. Oturmuş düzenler var. Oysa gerek Yakın Doğu'da, gerek Orta Doğu'da böyle oturmuş düzenler, gelişkin bir kapitalizm yoktur.

O pratiği yahut anlayışı Kürdistan'a transfer etmenin bir anlamı da yoktur. Kaldı ki Katalanlar, bağımsızlık referandumu yaptılar. İspanya işgalci yüzünü gösterdi. Şimdi İspanya bile bir Avrupa ülkesi olarak, Katalanların özerkliğini kabul etmiş bir devlet olarak, bağımsızlık referandumuna karşı işgalci yüzünü gösterirse, Türkiye bunun on katını gösterir. Türkiye Kuzeybatı Kürdistan'da olmayan, Orta Güney Kürdistan'da gerçekleştirilen bağımsızlık referandumuna aynı işgalci, jenositçi yaklaşımla saldırmıştır.

Dolayısıyla bu önermelerin tek bir amacı var: “Kürtler devletleşmesin!” Bunun dışında bunların teorik bir kıymet -i harbiyesi yoktur. İçinde yaşadığımız toplumsal gerçeklikle de tarihsel gerçekliklerle de uyuşmayan argümentler dir.

Ne Yapmalı?: “Ortadoğu şiddet sarmalından kurtulmak istiyorsa, demokratik moderniteye geçmelidir.” Yani bütün Orta Doğu'ya böyle bir şey öneriliyor aslında. İsrail dâhil.

Orta Doğu'da bu tezlerin bir muhatabı yoktur. Orta Doğu toplumlarında da bunun bir karşılığı yoktur. Ama eğer bölgesel bir özgürlükten, eşitlikten söz edilirse bunun adı demokratik modernite değil, bunun adı bölgesel devrimlerdir. Bunun bir parçası olarak da Kürdistan'daki bağımsızlık devrimidir. Orta Doğu'da da, Yakın Doğu'da da bu tezlerin ne toplum içinde ne siyaset çevresinde herhangi bir karşılığı yoktur.

Ne Yapmalı? : “Yeni bir İsrail kurmak istiyor.” deniyor. Güney, bununla bağdaştırılıyor. Bu konudaki görüşleriniz nelerdir?

Şimdi Kürtlerin devletleşmesini ikinci İsrail olarak görmek, Öcalan'ın bulduğu bir yenilik değildir. Türkiye Cumhuriyeti de, İran, Irak, Suriye devletleri de özellikle; Orta Güney Kürdistan'daki ulusal kurtuluş mücadelesine karşı her zaman bu argümanları kullanmışlardır. Dolayısıyla bunda yeni bir şey yok.

Bu görüş; Türk tarih tezinin Kürdi görünümlü tekrarından başka bir şey değildir. Eğer İsrail meselesi tartışılacaksa; aslında, ilk İsrail devleti, Türkiye Cumhuriyetidir. Türkiye Cumhuriyeti'nin 1923'ten 1990'a kadarki pratiğine baktığımız zaman, İsrail devletinin varlığını sürekli savunan, İsrail ile ekonomik, diplomatik, askeri, istihbari ilişkiler sürdüren Türkiye Cumhuriyeti'dir. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu kadrolarının önemli bir kesimi de Yahudi kökenlidir.

Dolayısıyla illa bir İsrail aranıyorsa, birinci İsrail, Türkiye Cumhuriyeti'dir, ikinci İsrail ise İsrail Devleti'dir. Kürdistan'daki devlet niye bir İsrail olsun? Bir kere, tarihleri farklı iki toplumdur. İsrail topluluğu ya da Yahudi topluluğu, Babillerin saldırısından sonra nice katliamlara uğramış ve topraklarından kopartılmış bir topluluktu.

Birinci Savaş sonrası başlayan bir süreçle -İkinci Dünya Savaşı sonrası- dünyanın birçok yerinde yayılmış, ulusal birliğini, ulusal dilini kaybetmiş bir topluluk, 1948-49'dan bu yana orada yeni bir uluslaşma yaşamıştır. Kürdistan böyle bir saha değil ki. Kürtler her zaman Kürdistan dediğimiz teritoryada çoğunluk oluşturan bir halktır. Bunun İsrail Devleti ile benzerliği söz konusu değildir.

Tartışmanın nedeni şudur: Kürdistan Devrimi ilk elde bölgedeki dört devleti tehdit eden bir devrimdir. İsrail'in, İsrail Devleti'nin varlığına kasteden devletler de bu devletlerdir. İran’dır, Irak’tır, Suriye'dir. Eskiden Mısır'dı, Libya'ydı. Mısır çözüldü, Libya çözüldü. Irak, Suriye çözüldü. Bir İran var.

Şimdi İsrail'in, İsrail Devleti'nin, Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesine hoşgörüyle bakması, hatta yer yer desteklemesi anlaşılmaz bir şey değildir. Sonuçta Kürdistan Devrimi, İsrail Devleti'nin kendisine düşman bellediği devletleri tehdit eden bir devrimdir. 1990'dan bu yana başlayan bir süreçle Türkiye Cumhuriyeti de İsrail’i kendisine tehdit olarak gördü. Tehdit olarak görmesinin esas nedeni: Kürdistan meselesidir.

O dönemde neo-conlarla İsrail lobilerinin, Orta Doğu'da bir Kürdistan Devleti kurmayı planladıkları söylendi. 2002'den 2012'ye kadar AKP öncülüğündeki iktidar bloku tekrardan İsrail ile çok iyi ilişkiler kurdular. Bu denklemin bozulması da yine Kürdistan nedeniyledir. Yani 2014'te, 2011'de başlayan bir süreç ama özellikle 2014 Kobani bir kırılma noktasıydı.

Türk Devleti, 2002 öncesi ayarlarına dönüp o zamana kadar Ergenekoncu diye niteledikleri, Avrasyacı diye niteleyip Amerika Birleşik Devletleri'nin patronajında Fethullah Cemaati ile birlikte tasfiye etmek istedikleri güçlerle yeni bir iktidar bloku kurdular. Yine aynı teraneler başladı.

Kürdistan Devrimi, Kürdistan dinamiklerine dayalı bir devrimdir. Bunun İsrail ile ABD ile öteki devletlerle ilgisi elbette vardır. Globalleşen bir dünyada yaşıyoruz. Dünyanın en ücra bir köşesindeki; bir toplumsal, siyasal mesele uluslararası bir kimlik kazanıyor. İsrail Devleti'nin bir Kürdistan politikası olur, Amerika Birleşik Devletleri'nin olur, İngiltere'nin, Fransa'nın, Türkiye'nin, İran'ın, bütün devletlerin, Kürdistan'la ilgili bir politikaları vardır. Ama Kürdistan Devrimi, Kürdistani dinamiklere dayanan ve Kürdistan'daki devrimci örgütünün öncülük edeceği bir devrimdir.

Ne Yapmalı? :  Bu demokratik modernitenin uygulandığı iddia ediliyor. Ve buranın Amerika ile çok yoğun ilişkileri var.

Şimdi Rojava dedikleri, Küçük Güney’de demokratik modernitenin uygulandığı koca bir yalandır! Yani orada; kadın köyleri, işte küçük çaplı kooperatifler falan kuruldu, bunlar da işlemedi. Yani onların demokratik modernite uygulandı dediği bunlardır. Bununla bir ilgisi yoktur. Üstelik günümüzde artık Rojava yok, Kuzeydoğu Suriye var. Kuzeydoğu Suriye denilen bölgede, 8-9 milyon insan yaşıyor. Bunlardan 1,5-2 milyona yakını Kürt’tür. Kürdistan'ın demografyası değiştirilmiştir.

Afrin, Serêkanîyê, Girêspî Türk Devleti tarafından işgal edilmiştir. Ve oradaki kantonal ya da özerk yapı dedikleri yapılar,  Arap aşiretleriyle ittifak halinde yapılmıştır. Askeri güvenliği de Amerika Birleşik Devletleri ve koalisyon tarafından sağlanmıştır. Eğer orada bir demokratik modernite uygulanmıştır deniliyorsa, demek ki Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Fransa da demokratik moderniteden yanadırlar. Böyle bir şey söz konusu değildir.

Yani Kobani'nin düşmesini engelleyen üç temel faktör var: Birincisi, Kobani‘deki savaşçıların; kahramanca, fedakarca Kobani'yi savunmalarıdır.

İkincisi, Kobani'ye giden Güney Kürdistan Ordusu'dur. Üçüncüsü de koalisyonun hava bombardımanıdır. Şimdi emperyalist koalisyonun hava bombardımanıyla ayakta kalmasını sağladığı bir yerde; işte sözüm ona sosyalizan, demokratik moderniteden söz etmek saçmalıktır.

Ne Yapmalı? : Kuzey Kürdistan'da da demokratik modernite anlayışı yayılıyor ama burada (Kuzey Kürdistan’da) uygulandığına dair bir emare ya da uygulanabileceğini düşünüyor musunuz?

Bu uygulanabilir bir proje değildir! Çünkü bu sınıf mücadelesinden, ulusal kurtuluş mücadelesinden kopuk projelerdir. Böyle projelerin, yani böyle toplumsal siyasal projelerin gerçekleşebilmesi için; bunun sınıfsal dayanağının açık olması lazım ve ideolojik, siyasal duruşunun açık olması lazım. Ve devrimci olması lazım. Şimdi bütün bu teorilerin, sözüm ona, bu işgalci-soykırımcı Türk Devleti ile uzlaşarak yapılabileceği varsayılıyor. İran'daki Ayetullah rejimi ile uzlaşarak yapılabileceği varsayılıyor. Çünkü bunu ortaya atan anlayışın önünde devrim yok.

Devrim olmadığı zaman ne olur? Egemen iktidarla, egemen sınıflarla uzlaşarak bir çözüm aranıyor. Bunların esası; konformist, reformist tezleridir. Kuzeybatı Kürdistan'da zaten üst hedefleri Avrupa Birliği yerel yönetim şartıdır. Avrupa Birliği yerel yönetim şartıyla dünyanın hiçbir yerinde devrim yapılmamıştır. Kürdistan'da da yapılmayacaktır.

Ne Yapmalı?: Şimdi bu: “Demokratik modernitenin iki yolu vardır.” deniyor. “Birincisi, Egemen Ulus-Devletleri’ne uzlaşı çağrısı; Bu kabul görmediği takdirde, savaş ve direniş çizgisi olacaktır. Yalnız PKK, sadece savaş ve direniş çizgisini sürdürmeyecek, aynı zamanda demokratik kurumları kuracak, öz yönetimi gerçekleştirecek.” deniyor.

Sömürgeci, jenosidal bir devletle uzlaşarak, Kürdistan meselesi gibi devasa bir meseleyi çözmek mümkün değildir. Bu seçenek baştan itibaren kapalıdır. Ulusal kurtuluş mücadelesine gelince; günümüz şartlarında, artık Kürdistan sosyolojisi değişmiştir. Kırlardan şehirleri zapt etmek artık gerçekçi bir hedef değildir.

Çünkü Kürdistanlıların %75'i şehirlerde yaşamaktadır. Dolayısıyla şehirleri esas alan bir ulusal kurtuluş stratejisi benimsemek lazım. Demokratik kurumlar, bu sistem içinde     -Kastedilen demokratiklik de nedir bilmiyorum?- anlam kazanır. Ama bizim esas oluşturmaya çalışmamız, kurmamız gereken öncelikle: bir devrimciler örgütüdür. Sonra da toplumun her kesimini çok farklı düzeylerde, farklı amaçlarla, toplumun bütün kesimlerini örgütlemektir.

Bunun adı demokratik örgütlenme değil, bunun adı ulusal örgütlenmedir. Bizim ulusal kurumlara ihtiyacımız var. Örnek olarak söyleyeyim: “Bizim artık Türk Tabipler Odası'nda örgütlenmemiz anlamlı değildir. Kürdistani Tabipler Birliği'ni kurmamız lazım, tarım birliklerini kurmamız lazım, Kürdistani eğitimciler birliğini kurmamız lazım. Bize gerekli olan bu ulusal kurumlardır. Bu ulusal kurumların işleyişi elbette demokratik olmalıdır.”

Devrimci sosyalist örgütlerinin iç işleyişi, burjuva anlamında demokratik değil ama proleter anlamda elbette ki demokratik olmalıdır. Demokrasi fetişizmine dönüştürüp her kavramın başına bir demokratik ekleyerek hiçbir şeyi değiştiremezsiniz. Ve modernitenin başına da demokratik koyup bunu kapitalizmin dışına çekemezsiniz. Kapitalizmin dışına çıkmak sosyalist devrimle mümkündür. Demokratik kurumlarla mümkün değildir.

Ne Yapmalı? Demokratik Modernite'yi öneren örgütün demokratik olduğu konusunda ne düşünüyorsunuz?

Yani bunu öneren örgütün kendi içinde demokratik olmadığı 40 yıllık siyasal mücadelesinde sayısız olaylarla sabittir. Öcalan'ın kendi deyimiyle: “17.000 iç infaz vardır.”
Ve buna ne PKK'den ne legal örgütlerinden bir itiraz gelmemiştir. Dolayısıyla bu dışa dönük bir propagandadır. Ve esas amacı da Kürtlerin devletleşmesinin önünü kesmektir. Yani demokratik kurumlar oluşturacağız, devlete ihtiyacımız yok.

İşgal altındaki bir ülkeden söz ediyorsun. Kürdistan'ın dört parçasını temel aldığımız zaman, 1 milyona yakın işgalci, askeri varlık var. Bunun arkasında modern teknolojilerle donanmış kara güçleri, hava güçleri, deniz güçleri var. Sen buna karşı devrim yapmadan nerede demokratik kurum oluşturabilirsin?

Aslında PKK'nin ve Öcalan'ın sözüm ona devlet karşıtı bütün teorilerine rağmen, pratikleri otoriter, totaliter bir devletçilik pratiğidir. Yani sonuç itibariyle, devlet dediğimiz iki esas üzerinedir: Bir, belli bir teritoryanın gümrük duvarlarıyla çevrilmesi. İkincisi, o teritoryanın içinde silah tekelini elinde bulundurmasıdır.

PKK güçlü olduğu her yerde hem gümrük almakta hem de silah tekelini elinde bulundurmaktadır. Yani onların dışarıya dönük propagandalarının iç işleyişleriyle falan da bir ilgisi yoktur.

Son soru. Diyor ki, bütün bu görüşleri işe, hakikate ulaşmak olarak nitelendiriyor kendisi:

“Açık hava zindanındaki mücadelemde müthiş söylenme eylemde bulunurken hakikat algısına fazla fırsat bulamıyordum. Kapalı zindan koşulları büyük sorunları olanlar için yaman bir öğreticidir. Bu nedenle kapalı zindanlar söylenme eylemin mücadele alanları olmaktan çok büyük sorunları olup da altında ezilmeyenler için hakikat algısı ve mücadelesinin güçlü ve başarılı geçtiği yerlerdir.”

Yani birincisi, mutlak hakikat yoktur. Hakikat görecelidir. Giderek de mutlak hakikate ulaşma yolunda adımlar atıyoruz. Buna ulaşma ihtimali yoktur. Ama buna yakınlaşma ihtimali vardır. Bunu ders etmenin yeri de cezaevleri değildir. Bütün siyasal mücadele sahalarında biz o mutlak hakikate yaklaşma çabası içindeyiz.

Cezaevleri eskiden devrimciler için bir okul görevi görüyordu. Burası doğrudur. Ama sonradan özellikle cezaevlerindeki kitlesel direnişler tasfiye edildikten sonra cezaevleri devletin terbiye ettiği mekânlara dönüştü. Öcalan bunların prototipidir. Öcalan cezaevinde hakikate yaklaşmamış, tam tersine cezaevinden önce kısmen dile getirdiği hakikatler var ise onlardan da vazgeçmiştir.

Bu şimdi niye böyle söylenmekte?  Öcalan artık erdi, bir filozofa dönüştü demek istiyor, hakikat tekeli bendedir demek istiyor. Bu doğru değil! Yani Öcalan'ın cezaevi öncesi söylediklerinde kısmi hakikatler var idi. Cezaevi sürecinde daha önce vakıf olduğu hakikatleri de savunmaktan vazgeçmiştir.

Ne Yapmalı? : Son sorum, demokratik modernite anlayışı Kürdistan'da nasıl ve ne yönde etki yapmıştır?

Demokratik modernite anlayışı, Kürdistan'da entegrasyonu hızlandırmakta ve güçlendirmekte etkili olmuştur. Demokratik modernite, demokratik özerklik, demokratik konfederalizm, yerel özerliklerin tamamı; Kürdistani siyaseti, siyaseten asimile etmek ve Türkiye siyasetine entegre etmek amacındadır. Bu konularda, önemli ölçülerde başarı kazandığını söylemek mümkündür.

Posted in: Tirki

Comments

There are currently no comments, be the first to post one!

Post Comment

Name (required)

Email (required)

Website

ÇÖZÜM SÜRECİNDEN SÖZ EDEBİLMEK İÇİN TARAFLARIN BİRBİRLERİNİ TANIMALARI LAZIM
Fuat Önen
ÇÖZÜM SÜRECİNDEN SÖZ EDEBİLMEK İÇİN TARAFLARIN BİRBİRLERİNİ TANIMALARI LAZIM
. Kuzeybatı Kürdistan’daki legal Kürt siyaseti çok kötü bir sınav verdi yani henüz ortada devlet tarafından çizilen bir çerçeve olmadan sırasıyla ”muhatap biziz, muhatap biziz, bizi de muhatap alın” diye sıraya girdiler. Oysa bu mes...

YA DEVRİM, SAVAŞI ÖNLER YA DA SAVAŞ, DEVRİME YOL AÇAR.
Fuat Önen
YA DEVRİM, SAVAŞI ÖNLER YA DA SAVAŞ, DEVRİME YOL AÇAR.
Bölgede ve belki de dünyada, devrimci dinamiklerin en fazla faal olduğu ülke Kürdistan'dır. Maalesef; egemen siyaset tarzı, egemen siyaset sınıfımız, bu gerçekliğin uzağındadır. Ama doğrular inatçıdır ve biz de bu doğruları inatla savunmaya, bütü...

Modernite
Fuat Önen
Modernite
Buradan bir devrim çıkmaz. Önce onu söyleyelim. Bu bir karşı-devrimdir! Kime karşı, karşı devrim? Osmanlı İmparatorluğu'nun bakiyesinde kalan ezilen uluslara karşı bir karşı-devrimdir. Türkiye'deki Sosyalist - Komünist Harekete karşı, bir kar...

TÜRK DEVLETİ'NIN KÜRDISTAN'A DÖNÜK SINIR SEFERİ
Fuat Önen
TÜRK DEVLETİ'NIN KÜRDISTAN'A DÖNÜK SINIR SEFERİ
Kürdistan'daki savaş, esas savaş dinamiği, işgalci-sömürgeci devletlerdir. Bu çok uzun süren, bir işgal olduğu için zaman zaman bu geriler, zaman zaman tırmandırılır. Ama savaş durumu, işgal sürdüğü müddetçe devam eder. 2015, özellikle Temmuz'...

DÜNYA NİZAMININ DAĞILMASININ KÜRDISTANA ETKİLERİ
Fuat Önen
DÜNYA NİZAMININ DAĞILMASININ KÜRDISTANA ETKİLERİ
Bundan sonraki dönem için ben: “Bağımsız Birleşik Kürdistan'ı hedefleyen devrimci partilerin, örgütlerin daha fazla güçleneceğini, Kürdistan’ın bütün parçalarında, özellikle; Kuzeybatı Kürdistan’da da bağımsızlıkçı düşüncenin da...

KÜRDİSTAN TARİHİNDE, 1925 HAREKETİ
Fuad Onen
KÜRDİSTAN TARİHİNDE, 1925 HAREKETİ
1925 ayaklanması dini bir hareket miydi, milli bir hareket miydi? Bunu (bu tartışmaları) yapanlar, esas itibariyle kolonyalistlerdir. Bu hareket milli bir harekettir. Dini motifleri yaygın olarak kullanılmıştır. Hareketin öncüsü, Nakşibendi şeyhidir....

KÜRDİSTAN DEVRİMİ, SÜREKLİ DEVRİM OLMAK ZORUNDADIR
Fuat Önen
KÜRDİSTAN DEVRİMİ, SÜREKLİ DEVRİM OLMAK ZORUNDADIR
Bir parçada başarı kazanmak Kürdistan meselesini çözmez. O başarının kalıcı olması için bir sürekli devrim anlayışına sahip olmamız lazım. Yani Güney Kürdistan'da, bir federal yapı olunca, Güney Kürdistan kurtulmuş olmuyor. Kürdistan meselesi, bi...

KÜRDİSTAN'DA DEVRİMCİ SİYASET
Fuat Önen
KÜRDİSTAN'DA DEVRİMCİ SİYASET
Lenin'in bir sözü var: “Zincirde öyle bir halka var ki o halkayı tuttuğun zaman, bütün zinciri kontrol edersin.” Kuzeybatı Kürdistan için söylersem: “Bu halka, devrimciler örgütünün oluşturulmasıdır.” Bu oluşturulmadığı...

AYRILIKÇI YAZILARIN İKİNCİ CİLDİ ÜZERİNE
Metin Sandalci
AYRILIKÇI YAZILARIN İKİNCİ CİLDİ ÜZERİNE
Bu denli kesin tanımlamalar üzerinden oluşmuş siyasal hedef ve perspektiflerin teorik-pratik etkisi, ikili bir görevle karşı karşıyadır. Bir taraftan yenilgi ve yılgınlıklardan oluşmuş egemen siyaset tarzının etkilerini yıkmak, diğer taraftan devrimc...

Ayrılıkçı Yazılar-2 Kitabı Üzerine Bir Değerlendirme
Nefel Gün
Ayrılıkçı Yazılar-2 Kitabı Üzerine Bir Değerlendirme
Bu kitapta “Bağımsız Kürdistan hayaleti[1]”nden korkanların, bu korktuklarını başlarına getirmek için oluşturulması gereken, devrimciler örgütünün benimsemek zorunda olduğu, teorik ve pratik hat çizilmektedir. Zaten kitabın alt başlığının...

Page 1 of 26First   Previous   [1]  2  3  4  5  6  7  8  9  10  Next   Last   
123movies