Geçen yazıda, Türkiyelileşme söyleminin PKK’ye özgü bir şey olduğunu iddia eden bazı Kürt milliyetçileri ile bazı Türk solcularına ait tespitlerin olgular tarafından doğrulanmadığını, Türkiyelilik çerçevesinde düşünüp o çerçevede hareket etmenin, 1975’e kadar olan dönemde Kürt hareketinin baskın özelliği olduğuna işaret etmiştim. Kürt hareketinin 1975’ten sonraki tarihi ise anılan kesimlerin ikinci ortak iddiasını, yani Türkiyelileşme söyleminin PKK’nin sosyalist, anarşist vb. ideolojisinden kaynaklandığı iddiasının olgusal dayanaktan yoksun olduğunu göstermektedir. Kısaca bakalım.
Kürt hareketinin sol-sosyalist ideoloji ve söylemlerle tanışıp bunları kendini ifade araçları olarak kullanması, esas olarak 1960 sonrasına denk gelir. Böyle olmasının, içeride ve dışarıda değişik alanlara yayılan çok sayıda nedeni vardır. Bu nedenler arasında ele aldığımız konu bakımından anılmaya değer olanlardan biri de dışarıdan etkilenmedir ve sosyalizmin II. Dünya Savaşı ertesinde dünya ölçeğinde kazandığı saygınlıkla ilgilidir. Bu saygınlığın da katkısıyla, anılan tarihlerde Asya, Afrika ve Latin Amerika’da güçlü anti-sömürgeci, anti-emperyalist, anti-kapitalist rüzgarlar esmekteydi. Bu rüzgarların etkileri bir süre sonra Türkiye’de de hissedilmeye başladı. Böylece, özgürlük, demokrasi, sol ve sosyalizm gibi kavramlar tılsımlı sözcüklere dönüşüp aydınların gönlünü fethetti. Gelişme öylesine etkiliydi ki, alt kademe subayların etkinliğinde gerçekleşen 1960 darbesi bile sol-sosyalizan bir söylem kullandı.
Kürt aydınlarının böyle küresel bir gelişmeden etkilenmemesi düşünülemezdi. Nitekim Kürt milliyetçileri arasında o zamana kadar etkili olan muhafazakar, sağcı, gelenekselci ideoloji ve söylemler, bu tarihten sonra gerilemeye, buna karşılık sol-sosyalizan söylemler yükselmeye başladı. Daha “49’lar” davası (1959) sanıkları arasında bile Sait Kırmızıtoprak’ın başını çektiği sol bir kanat vardı. Bu solcu aydınlar, 1960’lar boyunca Kürt muhalefeti içindeki etkinliklerini iyice arttırdılar.
Söz konusu solculaşmanın dikkat çekici yanlarından biri de, Türk sosyalistlerinden örgütsel ayrışma sürecine paralel biçimde yürüyor olmasıydı. Bu durum, solculaşmanın iç dinamikleriyle ilgili bir veri sunuyor. Söz konusu paralelliği gözleyebildiğimiz en etkili örnek, Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO)’dur. Fikir Kulüpleri Federasyonu ve TİP gibi kendilerini sosyalist olarak tanımlayan örgütlerden kopan Kürt üniversite öğrencileri, 1969’da Kürt meselesine ilgi duyan bazı Kürt öğrencilerle birlikte DDKO’yu kurdu. Örgütte muhafazakar bir kanat da vardı; ancak örgütün kontrolü kendine solcu veya sosyalist diyen aydınların elindeydi.
Muhafazakarla solcuların/sosyalistlerin bir arada bulunduğu, fakat ikincilerin grupta ya en başından beri daha etkin olduğu ya da zamanla etkinlik sağladığı yapılar, 1974’e kadar olan dönemin tipik oluşumlarıydı. Bu tür ikili oluşumları, dar arkadaş çevrelerinden meydana gelen küçük gruplarda da, kendilerine parti diyen görece daha büyük gruplarda da gözleyebiliriz. Birincisine örnek, varlığından Reşo Zilan (Ahmet Kotan), Ali Beyköylü ve Sıraç Bilgin gibi mensuplarının anlatımları sayesinde haberdar olduğumuz Koma Azadiya Kurdistan (KAK)’tır (1966). Bu oluşumun içinde muhafazakar kişiler vardı, fakat kendini sol fikirlere yakın hisseden ve/veya sonraki yıllarda bu nitelikteki örgütlere katılacak olan üyeler daha ağırlıktaydı. 1960’ların ikinci yarısında şekillenen ve kuruluşunu 1970’te ilan eden Dr. Sait Kırmızıtoprak’ın liderliğindeki Türkiye’de Kürdistan Demokrat Partisi (T-KDP) ise ikincilere örnek oluşturur. Bu parti de bünyesinde muhafazakar eğilimler taşıyan bireyler barındırıyordu, ama parti olarak kendini sol-sosyalist bir söylem içinde tarif ediyordu.
Söz konusu ikili bileşimin kayda değer tek istisnası Türkiye Kürdistanı Demokrat Partisi (TKDP)’dir. Bu parti, başını Sait Elçi’nin çektiği, taşralı aydınların ağırlıkta olduğu bir grup tarafından 1965’te kuruldu. Kürt toplumunun geleneksel sektörlerinden gelen kişiler, örneğin melalar (klasik medreselerde öğrenim görmüş mollalar) partide önemli bir yer tutuyordu. Örgütün söylemi, sosyal bileşimine uygundu; geleneğe vurgu yapıyor, sol ve sosyalist fikirlere uzak duruyordu. Fakat Kürt hareketi, esasta, Kürdistan’daki modernleşmenin bir çocuğu olduğundan, modernleşme yaygınlaşıp derinleştikçe TKDP sıkıntıya düşüyordu. Nitekim örgüt 1968’de maruz kaldığı polis operasyonundan sonra iflah olmadı.
Sebep, sadece polisin vurduğu örgütsel darbe değildi. Derin toplumsal kaynakları olan bir tökezlemeydi yaşanan. Şöyle ki:
Kemalist sisteme karşı olan kısmi direnişleri 1924-38 arası dönemde kırılan Kürdistan’daki geleneksel toplumsal sınıf ve tabakaların büyük çoğunluğu, kaderlerine razı olup Türk sistemiyle bütünleşmişti. Dolayısıyla muhafazakar niteliğine karşın TKDP’nin bu toplumsal kesimlerden beslenebilme şansı bulunmuyordu. Belki seçim dönemleriyle sınırlı bazı flörtler söz konusu olabilirdi, o kadar. TKDP’nin asıl beslenme kaynağı, Türk sistemiyle bütünleşmenin görece dışında kalmış geleneksel kategoriler olabilirdi. Nitekim yukarıda andığımız melalar bu nitelikte bir gruptu. Fakat bu tür gruplar da toplumdaki hızlı modernleşme karşısında gerilemekteydi.
Partiyi besleyebilecek diğer sosyal gruplar, Kemalist okullarda öğretim görmüş öğrenciler, öğretmenler, avukatlar, eczacılar, serbest meslek sahipleri vb. olabilirdi. Çünkü bu gruplar o dönemde hızlı biçimde gelişmelerine rağmen mevcut sistem içinde kendilerine yer bulamıyorlardı. Kürdistan’daki ağalar, beyler, aşiret reisleri, pirler, dedeler, şeyhler gibi geleneksel kesimler ile komprador burjuvazi (acentacı tüccarlar), büyük müteahhitler, politik “aristokratlar” vs. devletle neredeyse kapalı devre işleyen bir işbirliği sistemi oluşturmuştu. Bu sistemde sözü edilen yeni toplumsal aktörlere yer yoktu. Dolayısıyla her geçen gün büyüyen bu toplumsal kesimlerin muhalefete kaymak dışında bir alternatifleri bulunmuyordu. Ama bu muhalefet, onların modernist niteliklerine uygun bir kanal olmak zorundaydı. Taşralı, muhafazakar TKDP’nin bu toplumsal kesimler için bir cazibe merkezi oluşturması, bu nedenle çok zordu. Bir cazibe merkezi haline gelebilmek için partinin kendini dönüştürmesi, modernize etmesi gerekiyordu. TKDP’nin lideri Sait Elçi’nin, 1960’ların sonlarına doğru, partinin diğer kurucu üyelerini bir kenara iterek parti dışından bir kişi olan Dr. Sait Kırmızıtoprak’la partiye modernizm aşısı yapmaya kalkışmasının nedenlerinden biri, muhtemelen bu çıkmazı görmüş olmasıydı.(*) Ancak olayların gelişimi böyle bir değişime izin vermedi. Böylece, bir polis operasyonuyla gelen darbe kalıcı bir tökezlenmeye dönüştü.
Buna karşılık Kürt hareketinin modernist kanadı, tam da anılan toplumsal grupların modernist niteliğiyle uyumlu bir muhalefet kanalını oluşturuyordu. Daha doğrusu, Kürt hareketi yeni dönemde bizzat bu kesimlere ait bir sosyal hareket olarak doğmuştu. Dolayısıyla anılan toplumsal kesimlerin büyümesinden önemli ölçüde beslendi.(**) Buradaki çakışmanın söylemi de sol ve sosyalizm üzerinden şekillenince, 49’lar davası yargılamasıyla görünür hale gelen solculaşma veya sosyalistleşme süreci 1970’lerde doruk noktasına ulaştı. Çoğunluğu Türkiye Kürdistanı Demokrat Partisi (TKDP)’ne mensup az sayıda aydın dışındaki Kürt aydınları kendini artık solculukla ve sosyalizmle tanımlıyorlardı.
Yukarıda tasvir edilen gelişmenin konumuz açısından önemi, sosyal zemininde modernleşmenin yattığı bu gelişmenin söylemsel ifadesini sol ve sosyalizmde bulmuş olmasıdır. Şu sıralar Kürt hareketinin sosyalizmle buluşmasını, onun ilk günahıymış gibi tasvir edenler, konunun modernizmle olan bu ilişkisine dair pek bir şey söylemiyorlar.
Suskunluk, kısmen bilmemekten kaynaklanıyor. Havada sosyalizm lafları uçuşunca, bunun yalnızca sosyalizmle ilgili bir şey olabileceği düşünülüyor. Söylemle gerçeklik arasında basit bir yansıma ilişkisinin olmadığı görülemiyor.
Ama bütün sorun bilgi yetmezliğinden ibaret değil. Bu işleri şu veya bu düzeyde bilip benzer tezleri tekrarlayanlar da var. Bunların yaptığı ise, çoğunlukla yeni bir söylem oluşturmak için alan açma ameliyesinden ibarettir. Elinizdeki yazı dizisi bittiğinde bu durumun daha bir aydınlığa kavuşmuş olacağını umarım.
Buradaki iki kritik soru şudur:
1) Modernleşme istek ve eğilimleri kendini sosyalist bir lafız içinde ifade edebilir mi? Soruyu tersinden de sorabiliriz: İşçi sınıfına ait bir program olduğu varsayılan sosyalizm, tarihsel planda en çok burjuvaziye atfedilmiş bir süreç olan modernleşmeyi ifade etmek için uygun bir söylem olabilir mi veya öyle kullanılabilir mi?
2) Özel olarak Kürdistan’daki modernleşme süreçleri neden başka bir söylem üzerinden değil de sosyalizm üzerinden şekillenmiştir?
Her ikisi de kapsamlı sorular. Okumakta olduğunuz yazının zorunlu kıldığı kısa cevaplarla yetinecek olursak, ilk soruya kesin olarak evet dememiz gerekiyor. 20. yüzyıl sosyalizmi, birçok durumda, teori kitaplarında tarif edilen ütopik toplumu gerçekleştiren bir kılavuz olmaktan çok, geri toplumları modernleşme yönünde zorlayan bir hareket ve teori olarak işlev görmüştür. Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkeleri bunun örnekleriyle doludur. Sosyalizmin, bu ülkelerde, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da iki yüz yıla sığan modernleşme süreçlerini jakoben bir uygulamayla birkaç on yıla sığdırmanın reçetesi olarak algılanmış olması, nadirattan değildir. Lenin’in “demokratik devrim”, Mao’nun “yeni demokrasi”, Sovyet yöneticilerinin “kapitalist olmayan yoldan kalkınma” gibi kavram ve teorileri, ya doğrudan bu sorunu çözmek amacıyla geliştirilmiş teorilerdir ya da alıcıları tarafından bu çerçeve içinde tüketilmişlerdir. Bizde yaygınlaşan sosyalizmin, bir önceki adımda kendini “kalkınmacılık” olarak göstermiş olması da aynı ilişkinin bir ifadesidir.
İkinci sorunun cevabına gelince, yukarıda özetlenen sosyal zeminle ilgili gelişmeler sorunun önemli bir boyutunu açığa kavuşturur. Bunun, söylemsel alanın kendi adına yapılmış bir analiziyle tamamlanması gerekir. Bu kapsamlı işi bir kenara bırakıp, hareketteki söylemsel değişimi olgular temelinde izlemeye devam edersek kaydetmemiz gereken ilk husus, yukarıda anlatılan ikili bileşimin, gerçekte bir geçiş dönemini yansıttığı olacaktır. Bu geçiş dönemi 1974’le birlikte sona erdi. Bu tarihten sonra kendini sosyalist olarak tanımlayan örgütler adeta şaha kalktılar. Bu örgütlerin içindeki muhafazakar bireyler de sosyalizm yarışının neferlerine dönüştüler. Böylece, sosyalist söylem Kürt hareketi saflarında neredeyse mutlak bir egemenlik sağlamış oldu. TKDP dışındaki bütün Kürt örgütleri kendilerini artık sosyalist olarak tanımlıyordu.
Ama iş orada kalmadı. Güçlü sosyalizm rüzgarı, kısa sürede muhafazakar TKDP’yi de sarstı. Kadrolardan ve tabandan solcu, sosyalist laflar yükselmeye başladı. Tutucu liderler bu gelişmeyi önlemek için üyelerine Marksist kitapları yasaklamaya kadar gittiler, fakat nafile; örgütün kontrolü 1977 başlarında kendilerine sosyalist diyen genç kadroların eline geçti. Bunlar muhafazakarlığa karşı o kadar tepkiliydi ki, tutuculukla özdeşleşmiş TKDP adını bile reddettiler ve 1978’de “Kürdistan Ulusal Kurtuluşçuları” (KUK) adını kullanmaya başladılar. Muhafazakar kanat eski çizgisinde diretince örgüt bölündü. Fakat örgüt ağırlıklı olarak KUK’un elinde kaldı. Muhafazakar kanadın tek yapabildiği, içine kapanarak kendini korumaya çalışmak oldu. Kürdistan’daki tek muhafazakar örgüt, 12 Eylül’e savunmada ve iyice küçülmüş bir şekilde girdi.
Peki, bu tarihlerde PKK’nin durumu neydi?
PKK de yukarıda özetlenen sosyalistleşme sürecinin bir parçasıydı. Esas gövde olarak Türk solundan gelmişti; kendini sosyalist olarak tanımlıyordu ve kendi dışındaki Kürt örgütlerini sosyalist olmamakla suçluyordu. Ama kendi dışındaki örgütleri bu şekilde suçlamak veya eleştirmek, o dönemin bütün sosyalist örgütlerinin ortak özelliğiydi. Bu yarış, sadece Kürt örgüt ve hareketleri arasında değil, Türk örgüt ve hareketleri arasında da gözlenebilir durumdaydı. Dolayısıyla PKK’ye bu noktada bir özgünlük atfedilemez. İlla ki bir özgünlük aranacaksa, onun, bu eleştirileri bazen şiddet eşliğinde yapmış olmasından bahsedilebilir. Nitekim bu tarihlerde PKK, bütün Türk solunu ajan yapılar olarak suçluyor ve Dersim, Elazığ, Gaziantep, Adana gibi yerlerde bu grupları tasfiye etmek için silah kullanıyordu. Şimdilerde PKK’nin sosyalist, anarşist, aşağıdan vs. bir örgüt olduğu veya bu düşüncelerden etkilendiği için Türkiyelilik projesini geliştirebildiğini iddia eden Türk solcularının bazı öncüleri ise o tarihlerde PKK’nin ne kadar “milliyetçi”, ne kadar “feodal” veya ne kadar “feodal faşist” bir örgüt olduğunu propaganda etmekle meşguldü.
Bu fırtınalı sürecin konumuzu ilgilendiren boyutu şudur: “Kim daha çok sosyalist?” yarışına çıkmış olan Kürt örgütleri sosyalizm söyleminde ne kadar ileri gittilerse, kendilerini o kadar Türkiye’nin bütünlüğünün dışında tanımladılar. Yani Kürt hareketlerinin sosyalist söyleme sahip çıkma düzeyleriyle Türkiyeli gibi düşünme, hissetme ve davranma düzeyleri arasında bugün iddia edildiği gibi düz değil, ters bir bağıntı oluştu. Biri arttıkça diğeri azalıyordu.
Bu öylesine hızlı işleyen bir süreçti ki, Cumhuriyetin kuruluşundan beri Kürt hareketleri arasında başat bir nitelik taşıyan Türkiyelilik düşüncesi ve duygusu 1-2 yılda demode oldu. Kişisel tecrübelerime dayanarak söyleyebilirim ki daha 1977 yılında Türkiyelilik çerçevesinde düşünmek, kendini Türkiyeli gibi hissetmek veya öyle davranmak, Kürt hareketi saflarında ayıp bir şeye dönüşmüştü. Biri dışında “Kürt solu”na mensup bütün sosyalist gruplar –ki sayıları bir düzine kadardı- açık ve sistematik biçimde Türkiye’den ayrılmayı savunuyorlardı.
Bu hızlı rüzgara karşı direnmeye çalışan tek sosyalist grup, bugünkü yaygın propagandanın akla getireceği PKK değil, Kemal Burkay’ın liderliğindeki Özgürlük Yolu grubu oldu. Muhafazakar TKDP de bu işte Özgürlük Yolu’na eşlik ediyordu. Yani sosyalistler söz konusu olduğunda bir düzine örgütten sadece bir tanesini cezbedebilen Türkiyelilik, muhafazakar kanadın tamamının (çünkü tek bir örgütten ibaretti) düşünce, duygu ve eylem tarzını oluşturuyordu. 1975-1980 yılları arasında, Kürt hareketinde Türkiyelilik ile sosyalist söylem arasındaki ilişki işte böyleydi: Türkiyelilikle ilgili duygu, düşünce ve davranış tarzları, sosyalistlerden çok sağcı, muhafazakar Kürtler arasında itibar görüyordu.
12 Eylül sonrasına gelirsek, oradaki durum da genel hatlarıyla şöyleydi:
Darbeyle birlikte Kürt örgütleri yakalanmayan kadrolarını yurt dışına çıkardılar. Artık fiilen birer yurt dışı örgütüne dönüşmüşlerdi. Bu durum Türkiyelilikle ilgili umursamazlığı daha da derinleştirdi. Kürdistan’ın diğer parçalarında veya Avrupa’da yaşıyor olmak, Türkiyelilikle ilgili düşünce, duygu ve davranışların altını oyuyordu. Birçok kadronun tam da bu dönemde Kürtçe öğrenmeye, biliyorsa Kürtçesini geliştirmeye çalışması tesadüf değildir. Örgüt elemanları kendi aralarında giderek artan oranda Kürtçe konuşmaya başladılar. Doğu ve Güney Kürdistan dağlarına çekilmiş örgüt mensupları oralarda Sorancayla tanıştılar. Kürtçenin örgüt yayınlarındaki kullanım düzeyi arttı. Ama en önemlisi, Kürtçe bazı ortamlarda Türkçenin yerine ortak siyaset diline dönüşmeye başladı. Özellikle de İsveç’te. Kısacası, Kürt hareketi mensuplarının Türkiye’yle ve Türkçeyle olan bağları, yeni yaşam koşullarının gereği olarak iyice azaldı. İsveç’te yaşayan bazı Kürtler, Türkçe konuşan bir Kürt hareketi mensubuna denk geldiklerinde, “Git ağzını yıka, ağzın kirlendi” diye sembolik şiddet uygulama noktasına işte bu dönemde vardılar.
Özetlersek; olgular, 1970’lerde faaliyet gösteren ve sosyalist söyleme sahip bir düzineye yakın Kürt örgütünden sadece bir tanesinin Türkiyelilik çerçevesinde hareket ettiğini göstermektedir. Sosyalist söylemi kullanan diğer Kürt örgütleri, düşünce, hissiyat ve hareket tarzı olarak Türkiyeliliği kesin biçimde reddetmişlerdir. PKK ise bunu en şiddetli biçimde yapan örgütlerden biri olmuştur. Bu durumda Öcalan’ın veya PKK’nin bugün kullandığı Türkiyelilik söylemini, onların sosyalistliğiyle, anarşistliğiyle yani ideolojileriyle izah etmek, olgular tarafından desteklenen bir iddia olmaktan çıkmaktadır. Tersine, Kürt hareketi ne zaman ki sosyalist söylemden uzaklaşmaya başlamıştır, hareketteki Türkiyelilik söylemi ancak o zaman yükselişe geçmiştir.
Bu son belirlemeyi olgusal planda kanıtlamak için Berlin Duvarı’nın yıkıldığı 1989 sonrasına bakmak gerekiyor. Çünkü Kürt hareketi saflarında sosyalist söylemin gücü bu tarihten sonra belirgin biçimde azalmıştır. Ama ilginçtir ki, Türkiyelilik çerçevesinde düşünme, hissetme ve davranma düzeyi de bu tarihten sonra belirgin biçimde yükselmiştir. Bugün, yani Berlin Duvarı’nın yıkılışından çeyrek asır sonra, kendini açık biçimde sosyalizm terimleri içinde tarif eden bir Kürt örgütü kalmamış gibidir. Buna karşılık Türkiyelilik söylemi Kürt hareketinde tavan yapmış durumdadır. Kısacası, sadece 1975-1980 arasındaki sosyalizmin Kürt hareketi içindeki hızlı yükseliş dönemi değil, 1989-2015 arasındaki gerileme dönemi de sosyalist söylem ile Türkiyelilik çerçevesinin sahiplenilmesi arasında ters yönlü bir ilişki olduğunu göstermektedir. Biri yükseldikçe diğeri gerilemiştir.
Böylece, Türkiyelilik söyleminin PKK’ye özgü bir şey olmadığı gibi, sadece onun sosyalist, anarşist vb. ideolojisiyle de izah edilemeyeceğini olgulara dayanarak göstermiş bulunuyoruz. Gelecek yazıda, bazı Türk solcularının, Türkiyelilik söylemi ile PKK’nin aşağıdan bir hareket olması arasında kurduğu bağıntının olgusal bir temeli olup olmadığına bakacağız.
2015-04-26
Cemil Gündoğan
cemil_gundogan@yahoo.se
-----------------------------------------------
(*) Aynı partinin günümüzdeki temsilcisi olduğunu iddia eden gruplardan birinin, bugün, yani Sait Elçi’nin girişiminden yaklaşık yarım asır sonra, Almanya’da eğitim görmüş, uzun yıllar bu ülkede yaşamış, yabancı dil bilen Sertaç Bucak’ı partinin başına getirmesinden de anlaşılacağı üzere, TKDP’ye modernizm aşısı yapmaya çalışmak, bu partinin hayat hikayesinin değişmeyen unsurudur.
(**) Bu büyümeden pay alan iki muhalefet kanalı daha vardı: Ecevit’in CHP’si ile radikal Türk solu. Bu üç kanalın birbirleriyle ilişkileri de içinde olmak üzere, Kürt hareketinin geleneksellikle modernizm arasındaki gerilime dayalı gelişmesinin bazı boyutlarını “Geleneğin Değersizleşmesi Kürt Hareketinin 1970’lerde Gelenekselle İlişkisi Üzerine” adlı araştırmada ele almaya çalıştım. Konuya ilgi duyanlar (Büşra Ersanlı-Günay Göksu Özdoğan-Nesrin Uçarlar (derl.), 2013, Türkiye Siyasetinde Kürtler, İstanbul: İletişim Yayınları, 2. bas. ss. 93-150)’ye bakabilir.