Türkiye kapitalizminin klasik bunalımları ile “milli mesele” ile birlikte büyük bir sosyal çürüme harmanlayan faşist saldırganlığın dalga dalga yükseldiğine işaret eden Haluk Gerger, “TC İsrail’in “ikiz kardeşi’dir ve Türkiye’nin asıl resmi ideolojisi, yani “Türk Siyonizmi” de vardır. Buna bugünlerde “Fütuhat Ruhu” deniyor ki, doğrudur. Kemalizm ve öteki bütün Türk takılı ideolojiler bu resmi ideolojinin versiyonlarıdır” dedi.
“Kürt direnişine karşı, faşizmin tabanı ve hatta vurucu gücünde ciddi değişiklikler oluyor” diyen Gerger’e göre klasik faşizmin vurucu gücü olan lümpen proletaryadan ziyade, okumuş, Batılı yaşam tarzını benimsemiş, ekonomik/sosyal manada seçkinler arasında yer alan, modern kesimler tetikçilik yapmakta...
Araştırmacı-yazar Haluk Gerger, Türkiye’deki milliyetçiliğe ve bu akımın DAİŞ’le ilişkisine dair sorularımızı yanıtladı.
İsmet Kayhan
1990’lardaki ‘Kürt düşmanlığı’ ile 2015’teki Erdoğan Türkiyesi’ndeki Kürt düşmanlığı arasında nasıl bir fark var?
1990’larda “Kürt düşmanlığı”, inkar ve imha geleneği üzerinden inşa edilmekte, toplumsal zeminini ve meşruiyetini bu kurucu öğeden almaktaydı. Devletin bekasıyla kurulan organik ilişki, zihinleri felç edebilmekteydi. Giderek, “Tedhişci Türkçülük” o kadar geniş ve baskın bir hastalıktı ki, bırakın Kürt’ün statüsü, özyönetim ihtiyacı ya da milli/kültürel haklarını, ayrı bir etnik vakıa olarak doğrudan varlığının bile reddi söz konusuydu. İkinci olarak, arka plandaki bu faşist reddiye, “terörle mücadeleye” indirgenmeye çalışılarak farklı bir alana hapsedilmek, “Kürt sorunu” ile bağı kopartılmak isteniyordu. Tabii bir de kirli savaşın korkunç vahşeti çerçevesi içinde belirleniyordu her şey. Nihayet, devlet terörüne ve suçlarına yaygın bir biçimde neredeyse bütün sınıf ve katmanlarıyla, politik/ideolojik renkleriyle, kurumlarıyla tüm toplumun katılması söz konusuydu.
Şimdilerde faşizm, yanılsamalar eşliğinde ya da genel formülasyonlarla değil, daha çıplak, ırkçı/şoven ve militarist haliyle ortaya çıkıyor, toplumsal zemini ile somut odakları daha belirgin hatlarla tanımlanabilir oluyor. Bir de bu sefer eskinin kabalıklarıyla değil daha sinsi yöntemlerle sürdürüyor saldırganlığını.
Türkiye’deki İslamcılıkla faşizm arasında nasıl bir ilişki/geçişkenlik var?
Türkiye’de bütün evrensel ideolojiler Türkçülük’le sentezlenerek bozuluyor. İslam da böyle. Onun için de ortaya “Türk-İslam sentezi” çıkıyor. Yani faşizmle ilişki, bu sentezlemeyle birlikte ortaya çıkıyor. Kuşkusuz ümmete değil de millete dayandırılan ve evrensel özelliklerinden kopartılan bu anlayış ile faşizm arasında engel de kalmamış oluyor, İslami anlayışı kendi zıddına dönüştürüyor.
Türkiye’de çok farklı İslami cemaat ve yapılanmaların, ideolojik eğilimlerin büyük bölümü, “evrensel/insani” değil “milli” karaktere sahiptir ve bence özünde İslam’la çelişmektedir. Dinin ve din kardeşliğinin kullanıldığı tek alan, Kürtleri dolandırmanın taktik alanıdır.
Bir yazınızda, “Erdoğan ve AKP iktidarı, Anadolu muhafazakarlığını bir ideolojik saldırı aracı olarak başarıyla kullandı” diyorsunuz... Anadolu muhafazakarlığı, faşizm midir?
Anadolu muhafazakarlığının Türkçülük’le malul olduğu kuşkusuzdur. Buna “kutsal devlet fetişizmini” de eklemek gerek. Bu karakteriyle de toplumsal zemin, meşruiyet ve “vurucu güç” kaynağı oluyor. İdeolojik beyin ve politik merkez ise oradan çıkmıyor. Bu odakları başka yerlerde aramak gerek.
Türkiye’deki faşizmin, Almanya ve İtalya’daki Nazi rejimine benzer ve ayrışan yanları neler peki?
Nazi Almanyası, kriz içindeki gelişmiş ve emperyalist hedefleri olan bir kapitalist ülkenin özel koşulları içinde gelişti. Tabii faşizmin evrensel karakteristik özellikleri her yerde, zaman ve mekanda benzerlikler gösterir ama unutmamak gerekir ki, aynı zaman diliminde, aynı coğrafyada ve aynı kültürel çerçevede ortaya çıkan Alman ve İtalyan faşizmleri bile önemli farklılıklara sahipti. Bu bakımdan ırkçılık, aşırı şovenizm, militarizm, toplumsal örgütlenme, devlet yapısı, tek adam fetişi gibi genel özellikler dışında bir benzetme çabasının çok fazla yararı yok. Bu tür faşizmin bir teorisi de var, çok şey yazıldı ve söylendi bu versiyon hakkında. Oysa az gelişmiş kapitalist ülkelerdeki faşist yönetimler, “işbirlikçi diktatörlük” sloganıyla geçiştirildi ve teorik olarak ayrıntılı biçimde incelenmedi. Bu büyük teorik eksiklik, bizi zorunlu olarak karşılaştırmalara dayalı analizlere itiyor. Aslında faşizmi Üçüncü Enternasyonal’in Dimitrof kaynaklı dar tanımıyla ya da saf Nazi Almanyası örneğiyle tanımlamak da yanlış, onu her sevmediğimize yakıştıracak ölçüde geniş tanımlamak da yanlış.
Bir de, Türkiye gibi ülkeler bakımından yapısal “sürekli faşizm” tanımlaması, “uyuyan, sıradan faşizm” gibi kategoriler var, bunlar da analizlerde dikkate alınmalı.
Güney Afrika’daki ‘apartheid’ rejimi?
Güney Afrika örneği daha ilginç. Oradaki ırkçılık/faşizm, her şeyden önce karşıtını tanımlıyor, farklılığını tanıyor ve bunun üzerinden de hedefine alıyor. Yani siyaha, “Senin farklılığını kabulleniyorum, seni kendimden aşağı görüyorum, sana bu konumu uygun buluyorum ve bundan dolayı da senden ayrı yaşamak istiyorum” diyor. Zaten apartheid da “ayrı yaşamak” demek. Buradaki kabul edilemez iğrençliği tartışmak bile gereksiz ve bu, faşizmin evrensel özelliği... Ama bir incelik de var: Hedef halk bakımından bu “tanımlama ve kabul”, bir yandan ezilmenin gerekçesi, nedeni ve fakat aynı zamanda kurtuluşun da zemini. Siyah olmak, evet ezilmenin, horlanmanın, baskıların nedeni ama bu kimlik aynı zamanda kurbanın kurtuluşunu öreceği sığınak, varoluş bilinci ve özgürlük arayışının öznesi.
Oysa Türkiye’de gördüğümüz, “kimliği, doğrudan varlığı reddetmek” yani inkar, ezilme konusunda bir değişiklik getirmiyor ama kurbanı (bu durumda Kürtler) kendinden ederek kurtuluş ve özgürlük zemininden de koparıyor. Hani, “Kürdistan sömürge bile değil” denir ya, onun gibi... Kürt, ırkçılığa bile maruz değil, çünkü ırkı da tanınmıyor. Hangi tür daha kötü, siz karar verin.
Bir de çok önemli yapısal bir benzerlik var, Türkiye ile eski Güney Afrika arasında. Bu iki hakim millet de, “dışardan gelip evdekini (bağdakini) kovmaktan beter eden” fetihçi-ilhakçı, literatürde “yerleşimci (settler) toplum” denen mayadan. Asıl bunun üzerinde durulmalı.
Bu bakımdan diyorum ki, TC İsrail’in ikiz kardeşidir ve Türkiye’nin asıl resmi ideolojisi, yani “Türk Siyonizmi” de vardır. Buna bugünlerde “Fütuhat Ruhu” deniyor ki, doğrudur. Kemalizm ve öteki bütün Türk takılı ideolojiler bu resmi ideolojinin versiyonlarıdır. Kemalizm, şimdiye dek en baskın olanıdır çünkü kurucu öğedir, ideoloji olmanın ötesinde devlet yapılanmasını da inşa etmiştir, ona en fazla nüfuz edendir, en yaygın olanıdır ama sonuçta bir versiyondur. Şimdi de Osmanlı-Türk-Sünni İslam versiyonu hakim hale geliyor. Yarın bunun solcu, sosyalist hatta komünist versiyonu da yükseltilebilir, liberal versiyonu da... Aynen İsrail’deki farklı sağ, sol, dinci, liberal... parti ve ideolojilerin genel Siyonizm’in alt versiyonları olmaları gibi.
Kobanê ve Rojava’da PYD’nin direnişine ilişkin sadece klasik MHP tabanı değil, kentli, okumuş, “modern” hatta kendine sol diyen kesimlerden bile gelen “PYD-PKK’ye karşı DAİŞ’liyim” mesajları neyi anlatıyor?
Türkiye’de çok uzun zamandır, esas olarak Kürt direnişine karşı, faşizmin tabanı ve hatta vurucu gücünde ciddi değişiklikler oluyor. Bugün klasik faşizmin vurucu gücü olan lümpen proletaryadan ziyade okumuş, Batılı yaşam tarzını benimsemiş, ekonomik/sosyal manada seçkinler arasında yer alan, modern kesimler tetikçilik yapmakta. Bu, faşizmin küçük burjuvaziyi seferber etme yöntemine benziyor ama onu aşıyor da. Bu kesimler, daha çok da Kemalist-sol, ulusalcı olanları ve ayrıca bunların “özgürleşmiş modernleşmiş“ kadınları, profesyonel kesimleri, “aydınları” müthiş bir saldırganlıkla sokakta linçci, eylemci özellik kazanmıştır. Hem ideoloji üretmekteler hem etkin güç olarak toplumsal seferberlik yaratabilmekteler hem de doğrudan vurucu güç olabilmekteler. Yani sadece kriz cenderesinde büyük burjuvazi faşizminin pençesine düşmüş değiller, örneğin Nazi Almanyası’nda olduğu gibi. Ayrıca bunlar devlette de etkin konumdadır, dışlanmış ve ötekileştirilmiş kesimler olarak ele alınamazlar.
MHP ve ülkücü hareket bu faşist hareketin neresinde yer alıyor?
Klasik MHP kanadında, “ülkücüler” ve Anadolu’dan gelip modern kent koşullarına ve gelişen kapitalizme ayak uyduramayan, horlanan yoksul gençlerin reaksiyonunun ötesinde bir gelişme söz konusu Türkiye’de ve bu özellik onu klasik faşizm türlerinden ayırıyor. Bu kesimlerin büyük burjuvaziyi dahi aşan bir konumda oldukları, onun krizinden öte bir krize yanıt oluşturan kesimler oldukları gerçeğini unutmamak gerekir. Büyük burjuvazi ve onun faşist hareketi bunları seferber etmiyor, iki ayrı koldan ve çoğu zaman da bunlar önde, bir faşist yürüyüş var Türkiye’de. Temel nedeni de salt ekonomik/sosyal kriz değil, “sorunların anası Kürt sorunu.” Hepsi birbirini besliyor, ortak bir sinerjiyle saldırıyorlar. Yani, AKP’nin MÜSİAD’ıyla, Anadolu muhafazakarlığıyla, İslamcısıyla, laik Kemalistlerle, sol-ulusalcılarla, MHP’nin ülkücüsüyle, kendi krizini aşma çabasındaki TÜSİAD’ıyla, “beyaz Türkler”le, imtiyazlı millet solculuğuyla hepsi, Kürt’e karşı Türkçülükte ortaktır. “Milli mesele” ile Türkiye’deki faşizm arasındaki organik bağı iyi kurmalıyız ve buna tarihi, ideolojik, ekonomik, sosyal/sınıfsal öteki unsurları ekleyerek bir teorik çerçeve oluşturmalıyız. Tabii bu çerçeveye dışardan ihraç edilen militarizmi, emperyalizmle tetikçilik işbirlikçiliğini de eklemeliyiz, bütüncül bir tablo için.
Sonuç olarak, bugün “kırk katır mı, kırk satır mı” ya da “faşizmlerden faşizm
beğen” türünden bir durum var ortada: Bir yanda klasik faşizm, tohumları atılmış boy veriyor; bir başka yandan doğrudan devlet (silahlı-silahsız bürokrasi) kaynaklı “tepeden inmeci” tür, Demokles’in kılıcı gibi asılı; öte yanda da AKP’nin, MÜSİAD burjuvazisi/Anadolu muhafazakarlığı/Osmanlı-Türk-İslam sentezi dolayımıyla temsil ettiği versiyon; ve nihayet nasyonal-sosyalizm, yani Kemalist-sol ulusalcı yönelim... Bunlarla aynı kapıya çıkmak üzere, sahte (gizli milliyetçi) sol ile sinsi liberalizmin projelerini de eklersek, karanlık tablo vuzuha kavuşur.
“PYD, DAİŞ’ten daha tehlikeli”, “Sınırda Kürt oluşumuna izin yok” gibi açıklamaları nasıl değerlendirebiliriz?
Türkiye aslında ne yaptığını bilmiyor ve çaresizlik içinde çırpınıyor. Sözünü ettiğiniz sözler de bu halin hezeyanları. Türkiye’nin aslında iyi düşünülmüş, rasyonal politikaları da artık yok. Çırpınışına, karanlıklarda el yordamıyla çıkış arayışlarına, analiz yapmaya uygun hale getirmek için rasyonel davranış kalıpları, politika ya da strateji hamleleri payesi atfetmek yanlış olur. Sıkışmış, çare bulamıyor ve kriz atakları geçiriyor sistem ve toplum. Kurguladıkları tek şey var: Ortadoğu’da yeni bir Kürt statüsü, Türkiye’deki “statüsüz Kürt’e dayalı” düzeni sürdüremez hale getirir, dolayısıyla da bu neye mal olursa olsun mutlaka önlenmeli. Başka bir stratejik amaç yok. Deve kuşu kafasını kuma gömmüş, güneş doğmamış, dünya durmuş, karanlık her daim çökmüş diye hayatla inatlaşıyor. Olan biten özünde bu. Osmanlı’da elbette oyun çok ama oyunun da bir sonu var ve Türkiye bir bütün olarak, bırakın ona uygun politika, taktik ve strateji geliştirmeyi, “oyunun sonunu” hayal bile edemiyor. Bu kör bir gidiştir. Evrilinen yer, kör kuyuların karanlığıdır. Sistemin hepimizi bu kör kuyuya ya da uçuruma yuvarlaması mümkün elbette; yapıcı değil ama yıkıcı gücü hala var. Bu, bildiğimiz Türkiye’nin sonunun başlangıcı olur. Sonrasını kestirmek kolay değil fakat Kürtler, tam olarak istediklerine uygun olmasa da, kendilerini bu badireden bir biçimde kurtarabilirler ama Türkler on yıllar sürecek bir kargaşaya, savaş ağalarının iç çatışmalarının anarşisine, çok merkezli faşist odak ve hareketlerin iç savaşına, çok boyutlu çöküşlerin girdabına sürüklenmekten kurtulamaz. Kendini patlatan bu çılgınlık, bölge barış, istikrar ve refahını da son derecede olumsuz etkiler. O zaman kim bilir artık Kürtler de onlara can simidi olmaz, kardeşlik elini uzatamaz, kendi eseri olan kör kaderini değiştiremez.
Türkiye, yol yakınken Kürt’ün doğal, meşru, kaçınılmaz öz yönetim hakkını kabul ederse, eş zamanlı olarak Rojava sorun olmaktan çıkar, kendi ölümcül sorunları bakımından da çok şey değişir. Boşuna denmiyor: “Kürt’ün özgürlüğü Türk’ün de kurtuluşudur” diye... Türkler, kendi yazgılarına sahip olabilmek için, önce Kürt’ün kendi kaderini özgürce tayin etmesini kabullenmeli. Türkiye’nin nereye evrileceği, işte bu stratejik denkleme bağlı...
Ortadoğu’da tam olarak ne yapıyor, nereye evriliyor Türkiye?
Şimdilik görünen o ki, Türkiye’nin egemenleri, ekonomik krizi de, “milli mesele” krizini de, genişleyerek, bölgede ekonomik, politik, askeri nüfuz alanı açarak, hegemonya inşasıyla çözmeye çalışıyor. Bu bir yandan faşist “hayat alanı” maceracılığını ve buna bağlı militarist eğilimleri güçlendiriyor, bir yandan da sistemin krizini derinleştiriyor. Böylece de kriz içinden çıkılamaz hale geliyor; kendi kazıp içine düştükleri kuyuda iradeyi, kontrolü yitirmiş biçimde debelenip duruyorlar. Türkiye kapitalizminin klasik bunalımları ile “milli mesele”, birlikte büyük bir sosyal çürüme, toplumsal çaresizlik ve kışkırtılmış öfkeyle harmanlanıyor ve faşist saldırganlık böyle dalga dalga yükseliyor.
Bugün ellerinde iki imkân kalmış gibi görünüyor. Birincisi, çok kışkırttıkları bir şeydir: Kürdistan’da her parçanın ve oralardaki yapılanmaların aralarında ve kendi içlerinde bölünüp çatışmaları. İkincisiyse, Kuzey bağlamında “Türkiyelileşmenin”, genel olarak da her parçada merkezle ve hakim milletlerle ilişkilerin çeşitli dayatmalarla çürük zeminlerde kurulmasının, yeni tür asimilasyon aracına dönüşmesi/dönüştürülmesi riski... Bu tehlike ve risklere karşı etkin önlemler alabilirse Kürtler, düşmanlarının fazla manevra alanı kalmaz.
Kim bilir, belki de gerçekten “şerden hayır doğar” ve başta IŞİD zulmü, her yandan belen kuşatma ve tasallut, “Kürtlük bilincini” ayakta tutar ve “kendi kendinin kurdu olmak” diye özetleyebileceğimiz yüz yıllarca işlenmiş “Kürt zaafı”na karşı ulusal dayanışma dinamiklerini harekete geçirir.