Dün, kaldığımız yerden devam edeceğiz. Ama önce, kainata, bütün aleme ibretlik olan bir manzaraya dokunmak istiyorum:
AKP Genel Başkanı Recep Erdoğan, New York’ta, Birleşmiş Milletler (BM) genel kurul salonu doluymuş gibi sağa, sola bakıyor, sonra düm düz ortayı hizalayarak boyun kırıp boş koltukları selamlayarak, yazılıp eline verilmiş metni okumaya başlıyordu.
Recep bey, mermer duvarın dibinde, güvercin masumiyetiyle dümdüz gidiyor, “hüman" (insani) bir portre çiziyordu. Bir zamanlar, “kadın da olsa, çocuk da olsa, gözünün yaşına bakmayacağız" sözleriyle, Kürtleri kurşunların hedefine oturtan o değildi. Roboskî katliamından sonra, hiç bir Kürt’ün masum olmayacağını anlatıp “en iyi Kürt, ölü Kürt’tür" dercesine, “silahlı kuvvetlerimiz Ahmet mi, Mehmet mi, nasıl ayırt etsin" cümlesini haykıran da o değildi, sanki…
O kadar insan ve insanıydi yani…
Hukuksuzluğa, domuz ahırı bataklığına dönüşen ülkede, insanların malına, emeği, mülküne el koyan, kırım günlerinin hasadını kaldırırcasına, Ahmet Altan ve Kadri Gürsel’lerin de aralarında bulunduğu aydın, entelektüel yığınını kıyımdan geçiren de aydan gelmişti, adeta. Kürdistanı mezbahaya, yangın ormanlarına çeviren de…
Kürt oylarının çalınmasını, seçilmişlerin sürüklenerek hapishanelere tıkılmasını yok sayarak konuşuyor, demokrasi diyor, halk iradesinden söz ediyordu.
Suriye ve Irak’a hücumu düzenleyen silah ve militan ihracını yapan, Kürtleri ateş çemberinde alan da o değildi. Ve BM kürsüsünde, Kürtlerin ülkesini Kürtlerden esirgiyor, toprak bütünlüğünden dem vuruyordu.
Oysa çatısı altında konuştuğu BM hukukuna göre, “her halk, kendi kaderini (geleceğini) tayin etme hakkına sahip“ti. Güneyli ve Rojavalı Kürtlerin yapmaya çalıştığı da buydu. Eylemleri meşruydu. Ama dışarıdan müdahale ve işgalcilik haydutluktu, magandalık, yani gayri meşruydu.
Dahası Cizre, Şırnak, Nusbaybin, Yüksekova, Sur başta olmak üzere Kürdistan‘ın yıkım enkazı, mülteci yüzbinler güneşin altında o, BM kürsüsünde, “muhtarlara sesleniş" faslından, “Burma (Myanmar) Müslümanlarıyla Filistin masalını anlatıyordu.
Ancak boş koltuklar, dilsizdi. “Atma Recep" ağzı yoktu, koltukların. O da dünyayı aptal yerine koyup insaniyetten söz ediyordu.
Oysa aynı sıralarda, sayfasını değiştiren yandaş bir internet gazetesi, karıştırıcılıkla (fesat, fitne ve terör ihracı) dünya düzenine verdiği zararlar yüzünden, onun başında bulunduğu rejimin “haydut devlet" ilan edilme ihtimalinin, giderek yaygınlaştığını haber veriyordu.
Yine o, BM’nin başka ülkelerin iç işlerine karışmayı men ve yasaklayan evrensel ilkeden bahsedip Kürtleri mesela Gürcistan’dan gelme göçmen torunları yerine koyup Suriye ve Irak’ı esirger gibi toprak bütünlüğünü savunurken, ordusunun bir kolu Suriye’yi, öteki kolu da bağımsızlık kararı için, referandumuna hazırlanan Güney Kürdistan’ı işgal için, sınırlar boyunca işgal manevraları icra ediyor, kiralık katiller de yol açmak üzere, Kerkük’te terör ateşini yakıp cinayet işliyorlardı.
Halbuki topyekün magandalaşma ile müdahale açılan topraklar, birer başka ülkeydi. Kürtler, BM hukuku gereğince geleceklerini belirliyorlardı. Maganda ise onların ülkelerin egemenlik hakkında saldırıyordu.
Çünkü, akıl tutulmasını yaşıyor, hukuk tanımıyor, bilmiyordu maganda kafa. Irkçı kafası ne istiyorsa, onu kendinde hak görüyordu.
Geleneksel Türk ırkçılığının değişmez dört düşmanı vardı: Yurtları çalınmış üstüne oturulmuş Kürtler, Yahudiler, Ermeni ve Rumlar…
Maganda kini, bu dörtlü üstünden masatlanıyordu. Çünkü, talana uğramış, ölüm geçitlerinden geçirilmişlerin günün birinde, ana yurtlarını ellerinden alacağından korkuyorlardı. İşin garibi, mucidi Moiz Kohen dahil, hiç bir ırkçı, Türk değildi.
Bu da ayrı bir konu. Ancak, Kürt ulusal hareketinin gelişiminden sonra öteki halklar, kısmen magandanın taş menzili dışında kaldılar. Recep Erdoğan’ın, yol gösterici “bir Kürt devleti Arjantin’de de kurulsa, ona karşı çıkarız" cümlesinden sonra Kürtler, tek hedef olarak kaldı. Bu arada Hitler rejiminin Yahudilere bakışı, yer yüzündeki bütün Kürtler, düşman hedefe oturtuldu. Yer kürenin neresinde bir Kürt varsa, o magandanın düşmanı sayıldı.
Mesud Barzani, rüşvetle satın alacağını sanmıştı. Dünkü yazdığı anlattığımız üzere, satın alabilirim düşüncesiyle ülkenin kapılarını açmıştı.
Oysa yanılıyordu. Bunlar, bir başka “şey"di. Yüz yok, gözler kör, vicdan ölüydü, bunlarda. Bir yere girdiler mi, ne elleri, ne de ayakları duruyordu. Özbekistan ve Çin (Sincan) kafalarına vura vura, onları kovup kurtulmuşlardı. Bulgaristan kapılarını kapatıp ardında oturmuştu.
Geç kalan Suriye ise harabedir. Irak uyandığında, Cumhurbaşkanı yardımcısını (El Haşimi) da ayartıp götürmüşlerdi, bile. İnsan kasabı katiller, mesaide gibi sabah, bu iki ülkenin sınırdan içeriye dalıp insan kesiyor, talan, hırsızlık yapıyor, akşam geri dönüyorlardı.
Güney Kürdistan, bunca örneğe rağmen uyanmıyordu. Bugün, hatanın acısını çekiyor.
Maganda, içeride de üslendiği için, sanki Yozgat’ın ormanları, Konya’nın düzünde referandum yapılacakmış gibi “milli bekamız" diye diye tehditler savuruyor, askeri manevralar çeviriyorlar.
Eğer, onları memnun etmek için, kavim-kardeşine cephe açma yerine, en azından tarafsız da kalsaydı, Güney böylesine kuşatmaya alınamazdı. Orduları da olan 50 milyonluk Kürt büyük güç ve yeterince caydırıcıydı.
Ama her şeye rağmen, Güney büyük Kürdistan’ın bir parçası, bir yönüyle bütün Kürtlerin ortak onurudur. Hatalar işleyen Barzanilerin egemenliği ise geçicidir. Bugün var, yarın yoktur onlar.
O nedenle Maganda’nın hücumu herkese, 50 milyonluk Kürt dünyasına karşıdır. Kürtlerin de eli, kolu bağlı değildir. Kimse işgalciye, teslimiyetle seyirci seyirci durmaz…
213
YENİ ÖZGÜR POLİTİKA