AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin, hafta başında CNN Türk televizyonuna yaptığı açıklamada “ABD, şöyle bir izlenim vermeye çalışıyor: Kürtlerin hamisi benim. Şunu herkes çok iyi bilsin ki, Kürtlerin hamisi Türkiye’dir” dedi. Bu sözleri duyan da Türkiye ile ABD, Kürtlere hamilik yapma yarışında zanneder.
Oysa ne Türkiye’nin ne de ABD’nin derdinin Kürtlere hamilik olmadığını herkes biliyor. Türkiye’nin hamilik rolünün çerçevesini oluşturan İmralı sürecine neden ihtiyaç duyduğunu bizzat Başbakan Ahmet Davutoğlu açıkladı. 24 Ekim 2014 tarihli Milliyet gazetesinde Şebnem Hoşgör imzasıyla çıkan habere göre Davutoğlu, “Çözüm süreci yarım kalırsa o bölgeyi yönetemez hale geliriz” dedi. Dolayısıyla, Türkiye bırakın Kürtlere hamilik yapmayı, kendi egemenlik sınırları içinde otoritesini tesis edecek durumda bile değil. Hal böyle olunca ya zor kullanacak , ki bu kadim refleks 6-8 Ekim olaylarının paniğiyle devreye girdiğinde doğabilecek muhtemel sonuçlar herkesin gözünü korkuttu; ya da rıza arayacak, ki bu rızayı PKK’nin desteği olmaksızın sağlamak mümkün görünmüyor. Zira, AKP’nin bölgedeki seçim başarılarına rağmen mümkün olamayacağı anlaşıldığından İmralı süreci devletin bekasının teminatı haline geldi.
Diğer yandan, ABD’nin de bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da Kürtlere hamilik motivasyonuyla hareket etmeyeceğini herkes biliyor. Son tahlilde, ABD politikalarını belirleyen kendi çıkarlarıdır. Bu çıkarlar da bugün itibariyle, ABD’nin küresel bir güç olarak zayıflayan düzenleyici rolünü tahkim etmesini gerektiriyor. Bu bağlamda, Ortadoğu’da yeni bir düzen kurma yeteneği ve kapasitesi ortaya konulamamışken, mevcudu hızla yıkan IŞİD’in varlığının en azından sınırlandırılması bir öncelik olarak beliriyor. Günün sonunda, bir yandan ABD’nin Ortadoğu’da yaşanan krize müdahaleye mecbur kaldığı, ama bir yandan da ABD askerlerinin Ortadoğu’ya yeniden ayak basmasının Obama yönetimi için başarısızlık sayılacağı bir dönemde, Kürt silahlı güçleri kısa vadede sonuç alınabilecek tek askeri yatırım olarak değerlendiriliyor. Bu askeri yatırımın siyasi sonuçları ise henüz müphem, Kürtlerse bu konuda umutvar olamayacak kadar yeterli tarihi tecrübeye sahip.
Şimdi hal böyleyken, tutup da çocuk kandırır gibi “Kürtlerin hamisi Türkiye’dir” demenin ne anlamı var? “Çocuk kandırır gibi” benzetmesini özellikle kullanıyorum, çünkü KCK üyelerinin son yıllarda yaptığı birçok açıklamada “Biz çocuk muyuz?” serzenişini “oyalama ve kandırma” suçlamaları izler. Benim en son AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’in ağzından duyduğum, ama birçok AKP yetkilisinin özellikle çözüm sürecinde PKK’nin tutumunu eleştirmek için kullandığı, “şımarıklık yapıyorlar” sözleri bu serzenişi haklı çıkaracak akla gelen ilk örnektir. Nihayetinde, Şahin’in hamilik çıkışından da anlaşılabileceği gibi AKP’nin gerçekten de Kürtleri “çocuk” Türkiye’yi de bu çocuğu bir anlamda terbiye etmesi gereken “abi” gibi gördüğü aşikar…Kimse çocuk değil, hatta çocuk olanlar için bile bugün AKP’nin bir inandırıcılığı kalmadı. Zira Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın çok tepki çeken “Amerika kıtasını Müslümanlar keşfetti” sözlerine çocuklar bile inanmadı, benden söylemesi.
Peki, bu hamasetin gölgesinde aslında neler oluyor?
AKP ve HDP arasında yeniden başlayan görüşmeler sonucunda, bu hafta barışın “askıdan alındığı” duyuruldu. Bu durum ilk bakışta “yola devam” kararı gibi görünse de, aslında yolun başına geri dönüldüğü anlaşılıyor. Zira iki yıl önce ilan edilen geri çekilme ve silahsızlanma “niyetlerin tazelendiği” bu dönemde de atılacak ilk adımlar olarak sıralanıyor.
Ancak, bu yolda artık tarafların yalnız yürüyemeyeceği belli oldu. Bir başka ifadeyle sürecin “milli, özgün ve yerel” niteliği zorda. Başta Başbakan Davutoğlu olmak üzere hükümet yetkililerinin son günlerde sık sık bu niteliğe vurgu yapmaları da bu yüzden. Aslında çözüm süreci gerçekten de “mili”ydi, çünkü Türkiye’nin çıkarlarını a priori sayıyordu; “özgün”dü, çünkü başka hiçbir barış örneğinde görülmeyen bir yöntemle yürütülüyordu; “yerel”di, çünkü hem bölgesel hem uluslararası aktörleri dışlayan, yalnızca Kürt ve Türk aktörlerin dahil olduğu bir projeydi.
Geldiğimiz aşamada ise IŞİD’in önce Erbil ardından Kobane saldırılarına ABD’nin müdahalesi, sürecin İmralı-Ankara-Erbil hattına Washington’un da dahil olmasını sağladı. Geçen ay Duhok’da KBY ve Rojava arasında varılan anlaşma ve ardından peşmergenin, bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadesiyle, “Türkiye’ye rağmen” Rojava’ya geçişi Washington’ın ilk hamleleri. Diğer yandan İran, hem Irak-Suriye ekseninde perçinlenen gücü hem de ABD ile gelişen ilişkileri sayesinde süreçte göz ardı edilemeyecek bir aktör haline geldi. İran’ın rolünü bu aşamada Tahran üzerinden değil, Bağdat üzerinden okumak daha yerinde görünüyor. Zira Maliki birinci adam pozisyonunu kaybetmiş olsa da, İran’ın Abadi hükümeti üzerinden Bağdat’ta etkin olmaya devam ettiğinden kimsenin şüphesi yok.
Bu bağlamda, Başbakan Davutoğlu’nun 2012’den bu yana dondurulan, hatta krize giren Türkiye-Irak ilişkilerini stratejik düzeyde yeniden canlandırma amacıyla Bağdat’ı ziyaret etmesi dikkat çekici. Her ne kadar ziyaret duraklarından biri Erbil de olsa, Türkiye’nin çözüm süreciyle birlikte Bağdat yerine Erbil’i muhatap alan politikalarından çark edeceği anlaşılıyor. Bu durum, iki yıl aradan sonra Türkiye’nin ABD-İran politikasıyla ortaklaşma eğilimine işaret ediyor. Zaten İran’ın Ankara Büyükelçisi Ali Rıza Bikdeli’nin Türkiye medyası üzerinden verdiği mesajlar da hem içerik hem zamanlama olarak bu işaretleri destekliyor. Bu arada geçtiğimiz hafta Erbil-Bağdat arasındaki ilişkilerin krize girmesine neden olan petrol gelirinin paylaşımı sorunun çözüldüğünü hatırlatmak yerinde olur. KBY’nin önce Abadi hükümetine katılımı, ardından gelen sözkonusu petrol anlaşmasıyla, en azından şimdilik, yerel ve merkezi yönetim arasındaki krizin yönetilebilir bir nitelik kazandığı anlaşılıyor.
Ezcümle, ABD Dışişleri Bakanı Joe Biden’ın ziyareti öncesinde yükselen hamaset bir yana, Türkiye yeni bir düzen peşinde koşmayı bırakıp varolan düzene yeniden eklemleniyor. Başbakan Davutoğlu’nun katıldığı G20 zirvesi ertesinde“Türkiye ve ABD arasında hem Irak hem Suriye’yi içine alan entegre bir strateji izlenmesi konusunda bugün daha fazla ortak parametre olduğunu” vurgulaması da bunu teyit ediyor.
Peki bu tablo Kürtler için ne ifade ediyor?
En son BM’nin Suriye rejimine Halep’te sınırlı ateşkes teklifiyle somutlaşan, varolan düzeni (düzensizliği) koruma refleksi kısa vadede Kürtler için radikal bir değişikliğin mümkün olmadığını gösteriyor. En azından bugünkü durumun yerini alacak düzenleme olgunlaşana kadar. Ancak, hiç şüphe yok ki, artık Kürtlerin bu düzen içine sığmayan/sığdırılamayan askeri ve siyasi mobilizasyonu orta vadede yeni bir şekil alacak. Bu çerçevede, ABD’nin başat rol oynadığı Duhok Antlaşması önemli ipuçları taşıyor. Zira toplantıyı yakından takip edenlerin de vurguladığı gibi, bu anlaşma aslında KBY ve Rojava Yönetimi’nin zaman içinde birleşmesine zemin hazırlıyor. Duhok Anlaşması ertesinde gündeme gelen Kürtlerin ortak bir ordu oluşturması fikri bu zeminde pratikleşmesi muhtemel ilk aşama.
2012 yılında imzalanan Erbil Deklarasyonu sürecinde Türkiye’nin pozisyonu hatırlanacak olursa, ABD’nin 2014 itibariyle Türkiye’den rol çaldığı söylenebilir. Zaten Türkiye de onun için deyim yerindeyse hop oturup hop kalkıyor. Çünkü Türkiye’nin inisiyatifi dışında gelişecek bir Başur-Rojava birliği, bugüne kadar Batı için Türkiye’yi değerli kılan jeopolitik avantaja Kürtleri de yeni bir bölgesel aktör olarak ortak ediyor.
Son tahlilde, öyle anlaşılıyor ki, Türkiye yalnızca kamu düzenini sağlamak için değil, aynı zamanda ABD-İran denklemine eli güçlü dahil olabilmek için de PKK’ye muhtaç. Bu bağlamda, Abdullah Öcalan Ankara’nın elinde kalan en önemli koz. Zira her ne kadar “gerekirse çözüm sürecini halkla yürütürüz” denilse de Mehmet Ali Şahin’in bile ikrar ettiği gibi “Kürt vatandaşlarımızda T.C.’ye bağlılıkta kopuşlar başladı”. Bu yüzden ABD’nin üçüncü göz olarak çözüm sürecine dahil olması adeta bir kabus senaryosu. Çünkü Türkiye elinde kalan bu son kozu da paylaşmak zorunda kalırsa, ipler tümüyle elinden kaçacak. Ama AKP’ye göre nasıl olsa Kürtler çocuk ya, dolayısıyla ne söylesek inanırlar diye düşünüyorlar herhalde. Aksi halde, yine Şahin’in dile getirdiği “ABD çözüm sürecinde üçüncü göz olarak yer alsın söylemleri Abdullah Öcalan’ı aktör olmaktan çıkarma niyetidir” sözlerini başka türlü yorumlamak mümkün değil.
Velev ki Kürtler buna inansın, o zaman da Türkiye için Abdullah Öcalan’a özgürlük yolunu açmaktan başka çare kalmıyor. Zaten gidişat da bunu gösteriyor. Zira Kürtlere hamilik yarışında Türkiye’ye ABD karşısında puan kazandıracak yegane hamle bu gibi görünüyor.