Referandum üzerine tartışmalar tam gaz gidiyor. Bu iyi bir şey. Tabii ki mangal yürekli İnternet gerillalarının küfürlerini kastetmiyorum; onların ele alınacakları yer burası değil. Referandum tartışmalarının iyi tarafı, toplumsal eğilimleri belirginleştiriyor olmaları. Bazen ancak yüzlerce sayfa tutacak tartışmalarla ulaşılabilecek teorik izahat ve arınmayı kampanyadaki bir tek eylem, bir tek soru, bir tek jest vs. ortaya çıkarabiliyor. Bu yazıda, bunlardan bir tanesinden hareketle Kürt hareketini anlamada daha fazla işe yaradığını sandığım bir bakış açısını bu hareketin bazı strüktüel sorunlarına uygulamaya çalışacağım.
Referandumla ilgili bir ay önceki yazımda(*) Kürt hareketinin Türk siyasetinin “milli meselesi” olmaktan çıktığını, bunun artık bir “iç siyaset” konusuna dönüştüğünü yazmıştım. Bununla, artık Türk siyasetinin bir kanadı Kürt hareketine cephe alırsa, onun muhalifleri Kürt hareketiyle paslaşma ve belki de ittifak yolunu seçeceklerdir; bugün paslaşıp flört edenler yarın karşı kampa geçerlerse, bu kez de bugün karşı tarafta duranlar paslaşmaya veya ittifak yapmaya meyledeceklerdir demek istemiştim. Tabii ki başta sosyalistler olmak üzere şimdiye kadar genellikle Kürtlerin haklarını tanımış ve bu uğurda belli bir mücadele yürütmüş küçük ve genellikle de illegal nitelikteki muhalif grupları hariç tutarak söylüyorum.
Şayet bu tezi yazarak kanıtlamaya kalksaydım, her halde koca bir kitap yazmam gerekecekti. Fakat sağolsun, Kemal Kılıçlaroğlu’nun referandum kampanyasındaki iki lafı beni bütün bunları yapmaktan, sizi de orta büyüklükte bir kitabı okuma zahmetinden kurtardı! Kılıçlaroğlu, CHP’yi Kürtlere yeniden pazarlayabilmek umuduyla çıktığı gezisinin bir durağında “genel af”tan bahsedince, sekiz yıldır özgürlük sözcüğünü diline dolamış olan başbakanın ağzı Türkeş’inkine dönüverdi: Ne affıymış lan! Bakmayın siz ona, soydaşlarının gönlünü almaya çalışıyor!
Bu sözler, başbakanın “özgürlük” hamlesinin keyfini sürmeyi umut eden Kürt milliyetçilerini, demokratlarını, liberallerini ve sosyalistlerini ne kadar rahatsız etti bilmiyorum, ancak Türk siyaset alanında olup biten bazı şeyleri çok güzel özetledi: Kürtler söz konusu olduğunda CHP mutlak kötücü, AKP mutlak iyici değildir. Bunların, Kürt hareketinin kulağına bazen iyi bazen de kötü gelen sözler söylemeleri, Kürt hareketinin onlarda gördüğü, görmek istediği veya onlara atfettiği “öz”lerden çok, onların birbirleriyle olan ilişkilerinin bir fonksiyonudur.
Sadece bu kadar mı?
Tabii ki değil. Denkleme dahil olan başka faktörler de var. Adı geçen aktörlerin kendi pozisyonlarını tespit ederken alışveriş içinde oldukları diğer strüktürel ve kültürel faktörler gibi. Ama konuyu basitleştirme hatırına şimdilik onları geçelim ve sadece bu ilişkide Kürtlerin yerini anlamamıza yardımcı olacak küçük bir hususu ekleyelim: Kürtlerin bu aktörlere atfettiği “öz”, onlarda gerçekte var olan bir cevherden çok, onların bulunduğu veya kendilerini konumlandırmayı hedeflediği yerin onların rakiplerinin (bu arada tabii ki Kürtlerin de) bulundukları yerlerle olan ilişkisiyle ilgili bir sonuçtur.
Bu son cümle biraz karışık oldu diyenler için sadeleştireyim: Erdoğan’ın bir kısım Kürdün gönlünü çelen “özgürlükçü”lüğü, onda özsel olarak var olan bir şey değildir. Ya nedir? Deniz Baykal’ın, Kürtlere daha ceberut gelen pozisyonuyla olan ilişkisinin bir ifadesidir. Bu demektir ki söz konusu ilişki değiştiğinde o ifade de değişecektir. Yani Baykal’ın durduğu yer değişti(rildi)ğinde, karşıtlık üzerine kurulmuş olan denklem, Erdoğan’ı, “özgürlükçü” bir söylem kullanmayı zorunlu kılmayan yeni bir pozisyona doğru itecektir. Kılıçlaroğlu’nun iki küçük kelimeyle yaptığı işte bu olmuştur.
Siyaset alanının bu bağıntısal karakteri üzerine kafa yormamışsanız politik alanın asli aktörlerinin pozisyonlarında meydana gelebilecek her bir değişiklikte dünyayı yeniden keşfetmeye mahkum yaşarsınız. 35 yıl evvel Ecevit’te özgürlük timsali görenlerin, yaşanan bunca tecrübeye rağmen bugün de Erdoğan’da aynı şeyi görmeye başlamalarının altında yatan nedenlerden biri budur.
Fakat buraya kadar anlatılanlar henüz işin yarısını oluşturuyor. Çünkü bir de Kürtlerin bu aktörlerde olmayan bir şeyi (özgürlük-çülük, ergenekon-culuk vb. gibi) bazen onların özüymüş gibi algılaması veya öyle yansıtması durumu var. Bunun da çözümlenmesi gerekiyor.
Bu konu, başka şeylere de bağlı olmakla birlikte temelde aynı bağıntısallığın ikinci yüzüyle ilgilidir. Yani, verdiğimiz örnek üzerinden devam edersek, Kürtlerin durduğu yerin Erdoğan veya Baykal’ın işgal ettiği pozisyonla olan ilişkisiyle. Bunu bir örnekle şöyle de anlatabiliriz: Eğer Kürtleri aşiret reislerinin, ağaların, şeyhlerin, şehirli eşrafın vb. oluşturduğu geleneksel kesimlerin yönetmesini öngörüyorsanız (örneğin bugün Güney Kürdistan’da olduğu gibi), kendinizi Erdoğan’la bir şekilde ilişkilendirirsiniz; yok eğer Kürtleri, geleneksel bağlarını geride bırakmış ve göreve kişisel meziyetlerinden ötürü gelip kişisel meziyetleri nedeniyle giden bireylerin yönetmesini öngörüyorsanız, kendinizi Erdoğan’la başka bir şekilde ilişkilendirirsiniz. Buradaki tasarımlarınızı belirleyen şey ise, genellikle sahip olduğunuz sermayenin kompozisyonudur. Yani maddi durum, aşiret ve tarikat gibi aidiyetler, eğitim, toplumsal statü ve roller, kültürel formasyon gibi konularla bağlantılı olarak sahip olduğunuz sermaye. Erdoğan’a veya bir başkasına olan uzaklığınız veya yakınlığınız, kişisel, politik, örgütsel vb. düzlemlerdeki geçici pozisyon savaşlarının kısa süreli etkileri soyutlandığında, işte bu strüktürel, kültürel faktörlere bağlı olarak şekillenecektir.
Buradan şu sonuç çıkar: Erdoğan’ın özgürlük treniyle ilgili bir süreden beridir okuduğumuz ve duyduğumuz şeylerin küçümsenmeyecek bir bölümü, aslında ne Erdoğan’ın niteliğiyle ilgilidir, ne de özgürlük ve demokrasiyle. Bunlar, daha çok, bu sözleri sarfedenlerin duruşlarıyla, ihtiyaçlarıyla, gelecek vizyonlarıyla vb. ilgilidirler. Kürtlerin 1975 yılında Diyarbakır’dan sille-tokat kovduklarını, 2010 yılında AKP suretinde ve “çepik”ler eşliğinde geri getirmeyi bir özgürlük eylemi olarak sunmak, bunun bir ifadesi olarak anlaşılabilir.
Hal böyle olunca bu eylemi, bazılarının inanmak istediği gibi sadece konspirasyonla açıklamak ikna edici olmaz. İşin içinde konspirasyonla iligili boyutlar mutlaka vardır, fakat konuyu belirleyen boyut bu değildir. Konu, eğer başka türlü söyleyecek olursak, Türk bayrağı sallayarak Kürt milliyetçiliği yapmakla ilgilidir ve AKP’nin 3 Eylüldeki Diyarbakır mitingiyle bir kez daha anlaşıldı ki, bu paradoks Abdullah Öcalan’a özgü bir şey değildir.
Kürt hareketinin yapısıyla ilgili birçok konuyu bu paradokstan hareketle inceleme imkanı vardır. Ben yazının kalan bölümünde, bazı okurlara fazla önemli gelmeyeceğini düşünsem de, konspirasyonla ilgili olanına değinmek istiyorum.
Dikkatinizi çekiyor mu bilmiyorum: Öcalan Türk bayrağıyla Kürt milliyetçiliği yaptığında bu, onun Ergenekon’un mensubu olduğunun kanıtı sayılıyor, fakat onun politik rakipleri Diyarbakır meydanına Türk bayrağı diktiğinde bu, özgür bireyin doğuşu ya da Kürdi diriliş olarak propaganda ediliyor. Siz de burada bir tuhaflık görmüyor musunuz?
Bugün Türkiye’nin merkezdeki iki güç çatışıyor. Bu güçlerden birisi güç kazanabilmek için PKK’ye savaş siparişi veriyor; diğeri İller Bankası, kredi sistemi, ihaleler, TRT, bir bölüm özel medya, MİT, Polis istihbaratı, Fetullahçı organizasyonlar, tarikatlar, Barzani gibi enstrümanları kullanarak kendine yandaş Kürtler yaratmaya çalışıyor. Birinci gücün muhatapları, gelen siparişi kendilerine yeni pozisyonlar sağlamanın aracı olarak kullanmaya çalıştıklarında Ergenekoncu oluyorlar, ama ikinci gücün Kürt muhatapları aynı işi kendi cephelerinden yapmaya çalıştıklarında, her nasılsa özgürlük şampiyonu oluyorlar. Kanımca bu doğru bir yaklaşım biçimi değildir. Ya bu tutumların ikisi de Kürt siyaseti bakımından gayrı meşrudur, ya da ikisi de aynı ölçüde meşrudur.
Kararınızın doğrultusu, bir kere daha, büyük ölçüde Türk politik alanında kendinizi yerleştirdiğiniz (veya yerleştiremediğiniz) yerle ilgili olacaktır. Fakat bu, kendi başına bir konu olduğu için girmeyeceğim. Şimdilik dikkat çekmek istediğim şey, ister bu ilişkileri, tavır alışları, pozisyonları meşru görün, isterse gayri meşru, sonucun değişmeyeceğidir: mevcut durum, konspirasyonla ilgili eski terimlerle izah edilemez.
Geçen gün deşifre edilen bir telefon görüşmesine bakılırsa, Yargıtay yöneticileri PKK’yi referandum için yardıma çağırmışlar! Benim yukarıdan beri kurmaya çalıştığım modele uygun bir gelişme olduğundan, haberin doğruluğundan şüphe etmem için en azından şimdilik bir neden görünmüyor. Peki bu haberi nasıl değerlendireceğiz?
Eğer yukardan beri yazılanları yok sayarsanız, PKK’nin bir Ergenekon mamülatı olduğu yolundaki inancınızı güçlendiren yeni bir kanıt daha çıktı deyip sevinebilirsiniz. Nitekim öyle yapanlar oldu. Ama yukarıdan beri yazılanları dikkate alırsanız, bunun Kürt hareketinin Türk siyaset alanındaki yerinin değişmesiyle ilgili yeni bir veri olduğunu düşünür ve gerek yardım çağrısına karşı takınılacak tavrı, gerekse de daha sonraki muhtemel gelişmeleri bu değişikliğin ışığında değerlendirirsiniz.
Ama bunu yapabilmek için, önce gerçek bir akıl tutulması yaratmış olan şu konspirasyon mantığından arınmak gerekiyor. Bugün Yargıtay’ın, yarın Asker’in, öbür gün MİT’in bir başka gün de Polis’in (Polis’in, ve Polis İstihbarat Dairesinin politik alandaki pozisyonunun hep bugünkü gibi kalacağını düşünmüyoruz herhalde?) PKK’yi yardıma çağırmasının veya çağıracak olmasının elbette konspirasyonla ilgili boyutları vardır. Fakat bu kadar çok sayıda kurum, herhangi bir sınır veya sıra tanımadan PKK’yi yardıma çağıracak noktaya gelmişse, veya bu kadar çok sayıda kurum, PKK muhalifi Kürtleri koordine edip harekete geçirmek için çırpınmak durumunda kalıyorsa, olup bitenleri hâlâ “ajan”larla izah edebilmeniz mümkün olmaz. Kimsenin MİT’teki kayıtlarını görmedim, ama şunu söyleyebilirim ki, ne Duran Kalkan’ın faaliyetleri onun Ergenekon mensubu olmasını gerektirir, ne de Ümit Fırat’la Muhsin Kızılkaya’nın faaliyetleri onların MİT’in maaşlı elemanları olmalarını. En son örneğini PKK ile Kemal Burkay arasındaki atışmada gördüğümüz ‘Sen ajansın’, ‘Hayır, asıl sen Ergenekoncusun’ küfürleşmeleri, gerçeklere dayanan iddialardan çok, pozisyon savaşlarıyla ilgili salvoları anlatırlar.
Ajanlar dün de vardılar, kuşkunuz olmasın, bugün de yeterince vardırlar. Ama gözümüzün önünde olup bitenler bu ajanların marifetleri değildir. Hiç bir ajan bu kadar güçlü ve etkili değildir. Olup bitenler derinlerdeki değişikliklerle ilgilidir. Ajanlar, bu değişiklikleri okuma becerisi gösterdikleri ölçüde olayları kendi istekleri doğrultusunda etkileyebilirler, hepsi o kadar.
Peki derinlerde neler oluyor? Çok şey. Konuşmakta olduğumuz oyunun bazı kuralları değişiyor örneğin. Üzerinde düşünülmesi gereken asıl nokta burasıdır. Çünkü öyle görünüyor ki, değişen kurallar arasında konspirasyonun sınırlarını belirleyenler de var. Yani güncel siyaset katında taraflar konspirasyonun şimdiye kadar geçerli olan kuralları çerçevesinde biribirlerini asıp keserlerken, dipte bu kuralların kapsamı değişiyor. Bazı okurlara tuhaf gelebilir, ama değişim de zaten böyle gerçekleşir.
Eskiden kospirasyon kapsamına giren bir çok şeyin artık politik alanın olağan unsurlarına dönüşmekte olduğu bir zamana giriyoruz. Tıpkı Talabani’yle Barzani’nin bir zamanlar MİT’in ve Jitem’in elemanları tarafından ağırlanmasının fazlaca konspirasyondan sayılmadığı zamanlarda olduğu gibi. Bir sonraki aşamada, Talabani ile Barzani bizzat diplomatlar ve siyasetçiler tarafından karşılanmışlardı. Bugün Kuzey Kürtleri arasında olup bitenler de bunu hatırlatıyor. Bazı ilişkiler, faaliyetler ve pozisyonlar konspirasyonun konusu olmaktan çıkıyor, siyasetin doğalları arasına katışıyorlar. 2004’teki savaş siparişi ile bunun değerlendiriliş tarzından tutun, Taraf gazetesinin Kürtlere gazeteciliğin sınırlarını zorlamaya başlayan biçimlerde müdahale etme ihtiyacı duymasına kadar çok şey buna işaret ediyor?
Peki Kürt hareketinin bu değişimi algılayabilme ve yönetebilme becerisi bakımından durumu nedir?
Bu kritik soruya ayrıntılı cevap verebilecek verilere sahip değilim. Genel taramalardan edindiğim izlenime bakarak konuşursam, PKK cephesinde işin bu niteliğinin anlaşıldığını gösteren bazı belirtiler olduğunu söyleyebilirim. Ama bunların ne ölçüde hazmedilmiş oldukları hakkında bir fikrim yok. Yalnız bir şeyden emin olarak konuşabilirim ki, o da şudur: Abdullah Öcalan tutsak olduğu müddetçe, PKK bazı şeyleri görse bile yapabileceklerinin bir sınırı olacaktır. Burası yapısal bir açmazdır.
PKK dışındaki Kürt siyaset erbabına gelince onların böyle bir basirete sahip olduklarını söylemek kolay değil. Düşünsel, eylemsel ve örgütsel bakımdan darma-dağınıklar. Daha da kötüsü, mevcut pozisyonları böyle bir basireti edinmeye çok yatkın değil. PKK’ye kıyasla birçok bakımlardan güçsüz oldukları için, isteseler de istemeseler de hükümet-polis ikilisinin çekirdeğinde durduğu devletin ikinci kanadıyla olması gerekenden fazla bir rezonans içinde hareket etmek zorunda kalıyorlar. Bu pozisyon, anılan basireti geliştirebilmenin önemli engellerinden biridir.
Umarım yanılırım, ama bence bu durum, Kürt hareketinin en önemli strüktürel problemlerinden birini oluşturuyor. Çünkü böyle bir bakış açısı geliştirmeye uygun güç ve pozisyonda bulunan PKK’nin lideri tutsaktır, ve bu nedenle PKK böyle bir basireti gösterse bile bunun gereklerini layıkyla yerine getirebilmek noktasında engelleri vardır. PKK’nin bu kısıtlılığını aşabilmesine katkıda bulunabilecek yegâne güç olan muhaliflerin ise böyle bir basiretleri yoktur. Belki bundan da kötüsü, muhalifler böyle bir basireti gösterseler bile PKK bunlara kulak verecek yapıda değildir. PKK bu noktaya ancak zorlanarak getirilebilir. Fakat bu zorlamanın devletin Hükümet-Polis kanadına yaslanarak yapılmasının istenilen sonucu vermeyeceğini kestirmek zor olmasa gerek.
Kimseye haksızlık yapmak istemem. Yukarıda yazılanlar birer genellemedir. Ve her genellemenin istisnaları vardır. Bu cümleden olarak, PKK muhalifleri arasında bu gerçekleri gören ve görece tutarlı biçimde ifade edebilen insanlar olduğu gibi, PKK de aldığı siparişleri kendi çıkarlarını maksimize etmek için kullanabildiğini göstermiştir. 2004’teki siparişe bakalım mesela. Bu sipariş geldiğinde, PKK’liler, bazı muhaliflerin inanarak veya propaganda olsun diye söyledikleri gibi Ergenekonun kahraman askerleri rolünü oynamadılar. Evet, ‘Başkan Babadan bir sipariş geldi, baş üstüne!’ dediler; ama eklemeyi de ihmal etmediler: ‘Acaba biz bu siparişten kendimize kaç post çıkarırız?’
PKK’nin böyle bir bakış açısı olmasaydı, 2000’li yılların başında Kandil’de bölünme sürecine girmiş, Avrupada aidat bile toplamakta zorlanmaya başlamış, Türkiye’de ise politik inisiyatifi legal partiye kaptırmış PKK’nin, 2004’teki savaş ilanıyla birlikte (dikkat, “savaş”la birlikte demiyorum) kaybettiği alanları tek tek geri alması ve buna ilaveten Türk siyaset alanına da kendi adıyla girmeye başlaması mümkün olabilir miydi?
Bu soruya: ‘Bütün bunları Ergenekon başardı, Ordu’yu da bu hale Ergenekon soktu, zaten kendi kendini kodese tıkan da Ergenekon’du’ diyerek cevap verebilirsiniz. Tamam, dilin kemiği yok, ama ciddiyet diye bir şey var.
Toparlarsak; Kürt hareketinin Türk siyaset alanındaki yeri değişmektedir. Bu, henüz tamamlanmış bir süreç değildir. Ama artık görmezden gelinemeyecek bir noktaya ulaştığı da bir gerçektir. Dolayısıyla bundan sonraki gelişmeleri ya bu yeni durumu kavrayan bir bakış açısıyla okuyacağız, ya da yeni durumu eski terimlerle izah etmek için patinaj yapıp duracağız. Patinaj kelimesini tercih ediyorum; çünkü eski terminolojinin yeni duruma yetmemesi hali sadece yukarıda anlattığım konuyla sınırlı değildir.
2010-09-07 /Stockholm
Cemil Gündoğan