Türkiye’de Merkez-Çevre teorisinin vazettiği türden bir Merkez olmasa bile siyasi, iktisadi, militer, kültürel vb. iktidarın simgesel ifadesi olarak bir merkezin varlığından söz edilebilir. Bir süredir İslamcıların kurulmaya başladıkları bu merkezin dünküne göre en önemli farklılıklarından biri, bölünmüşlüğüdür. Önceki makalelerimde kolaylık olsun diye Avrupai Türkler ve Asyatik Türkler diye adlandırdığım farklı iki gücün çekişme alanı olanı olarak merkez, başından ayağına kadar uzanan derin bir çatlakla yarılmış durumdadır ve bu durum, Kürt hareketi açısından siyasetin parametrelerini önemli ölçüde değiştirmektedir. Bu değişikliklerden en önemlisi, Kürt hareketinin merkezin değişik kanatlarına karşı manevra alanının genişlemesidir.
Kürtler, bütün Cumhuriyet tarihi boyunca kendi mücadelelerine merkezden bir müttefik aradılar. Bu, o kadar yakıcı bir ihtiyaç ve arayış idi ki, hareketin zayıflığıyla birleştiğinde bazen bu hareketin düşünsel, siyasal, kültürel vb. pozisyonlarıyla uyumlu olmayan veya öyle görünmeyen tutumlar ve söylemler benimsenmesine yol açabiliyordu. Örneğin 1921’deki Koçgiri ayaklanması, esas olarak Dersim Kürtleriyle sınırlı bir isyan olmasına rağmen, isyanın lideri Alişer, “Hilafet Ordusu Müfettiş-i Umumisi” ünvanını kullanmıştı. Bir Alevi Kürt ve Hilafet Ordusunun Genel Müfettişliği! Abdullah Öcalan’ın Kemalizm övgülerini hatırlatıyor, değil mi?
Birçok insana garip gelebilecek bu tutumun nedenini anlamak zor değildir aslında. Çünkü siyaset, siyaset alanındaki somut güçlerin somut pozisyonlarının biribirleriyle olan ilişkisiyle ilgili bir hikayedir. Onun karmaşıklığı da sadeliği de bu ilişkisel niteliğinde yatar. Siyaset yapılırken kullanılan söylemler, genellikle bu pozisyonları ve onların birbirleriyle olan ilişkilerini iyice belirginleştirmeye veya gizlemeye hizmet ederler. Pozisyonların ve bunların birbirleriyle ilişkilerinin yerine kendi başına ifadeleri veya retoriği geçirerek düşünmeye başladığımızda, siyaset ya anlaşılmaz olur, ya da en hafif deyimiyle iğrençleşir. Siyasetçilerin cambaz veya sahtekar oldukları yolundaki yaygın kanı da büyük ölçüde buradan beslenir.
Bu bakış açısından ele alındığında, 1921 yılında durum genel hatlarıyla şöyleydi: Osmanlı, yani ‘Alevi Kürtlerinin 500 yıllık tarihsel düşmanı’, bir dünya savaşının sonucunda çökmüştü; fakat Halife’de simgelenen güçler, İstanbul’un merkez pozisyonunun devam etmesi için mücadeleyi terk etmiş değillerdi. Buna karşılık Kemalist hareket Anadolu’da yeni bir merkez inşa etmekle meşguldü ve bu amaçla Kürtleri egemenlik altına almaya çalışıyordu. İşte tam bu iki gücün kapıştığı bir sırada ve bu karmaşayı fırsat bilerek Koçgiri’nin Alevi Kürtleri ayaklandılar.
Kime karşı?
Normalde Koçgirililerin 500 yıllık “tarihsel” düşmanlarına karşı ayaklanmaları beklenir. Ama öyle olmadı. Çünkü o sırada İstanbul hükümeti, Ermeni meselesinde kendisine elverişli bir pozisyon yaratmak ve Kürtlerin Kemalist harekete desteğini engellemek türünden nedenlerle Kürtlere özerklik vermeyi kabul etmişti. Ayrıca Sevr anlaşmasını da imzalamıştı ki bu da Kürtlere kısmi bir özerklik öngörüyordu. Ama en önemlisi, Koçgirili Kürtlerin çatışacağı muhtemel askerler İstanbul Hükümetine değil, Kemalist harekete bağlıydılar. Kısacası, şeriatçı Halife, Koçgirili Kürtlerin istekleriyle bir ölçüde uyumlu bir pozisyonda duruyorken, şeriatçı olmayan Kemalistler Koçgirililerin taleplerini bastıracak yegâne güç durumundaydılar. Bu koşullar altında Kemalistleri değil de Halife’yi düşman bellemek, Koçgirililer için düşünülebilecek en saçma şey olurdu. Alişer’in, Alevi Kürtler için kan, zulüm ve işkence dışında pek bir şey ifade etmeyen Hilafet’le ilgili bir sıfatı kendisine ünvan olarak seçmesini mümkün kılan şey, karşılıklı pozisyonların bu ilişkisiydi (tabii ki tek neden bu değildi).
Buradaki “garabeti” Alişer’in zekasının düzeyiyle ilişkilendirerek haksızlık yapanlar çıkabilir endişesiyle eklemek isterim ki bu hal, yani Kürtlerin merkezdeki güçlerden hiç olmazsa bir kısmının desteğini almak için çabalamaları, bütün Cumhuriyet döneminin değişmezlerinden biridir. İsyancılar sahnesine Alişer’den üç yıl sonra çıkan Birinci Mecliste Bitlis mebusluğu da yapmış Yusuf Ziya Bey’e bakınız örneğin. Kürt Azadi örgütünün siyasi lideri olarak Ankara’ya ve İstanbul’a sefer düzenleyen Y. Ziya, Kemalist yönetimin küstürdüğü, tehdit ettiği veya ezdiği kişi ve çevrelerle görüşmeler yapıp Kürtlerle bu çevreler arasında bir işbirliği veya uyum sağlamaya çalıştı. Bazı Azadi üyelerinin yazdıklarına bakılırsa, Beytüşşebap’taki isyanı başlatmasında bu görüşmelerde aldığı olumlu sinyallerin de etkisi oldu. Fakat isyan patlak verdiğinde (Eylül 1924) yardımına koşan tek Türk muhalif çıkmadı.
Yusuf Ziya’nın bu eyleminden ötürü idam edildiği gün dışarda artçı çatışmaları sürmekte olan Şeyh Sait ayaklanmasındaki durum da bir bakıma Beytüşşebap’ın devamıydı. İsyancılar, Yusuf Ziya’nın çizdiği yoldan yürüyerek Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası yöneticileriyle işbirliği yapmaya çalıştılar. Hem ayaklanma öncesinde, hem de ayaklanma esnasında İslami bir diskur kullanmayı tercih ettiler (elbette tek sebep bu değildi). Mahkeme savunmalarında bile Kürtlük için değil İslam için “kıyam” ettiklerini söylediler. Ama bütün bunlar, Abdullah Öcalan’ın Kemalizm güzellemelerinden daha fazla bir işe yaramadı. Kürt hareketini destekleyen Türk İslamcısı çıkmadı.
Şeyh Said ayaklanmasından 1937 Dersim direnişine kadar bir dizi Kürt direnişi oldu. Bu dönemde içeride Kürtlerin umut bağlayabileceği veya üzerinde çalışabileceği bir Türk muhalefeti yoktu. Kemalist iktidar bütün muhalefeti ezip geçmişti. Kalanlar, “Yüzellilikler” türünden Osmanlı döneminden kalma yurt dışındaki bazı muhalefet artıklarından ibaretti. Kürtler, mümkün olduğunca bu güçlerle ilişki içinde olmaya çalıştılar; fakat oradan da bir şey çıkmadı.
Aynı denklem, 1960’tan sonra başka koşullarda ama benzer şekillerde işledi. Nihayet Kürtlerin yüzünü dönebileceği modern bir muhalefet oluşmuştu. Dönemin sol-sosyalist hareketi böyle bir görüntü sunuyordu. Nitekim kısa bir süre içinde Kürt muhalefeti ya kendini doğrudan bu hareketin içinde ifade etti (örneğin, Kemal Burkay, Ruşen Arslan, Mehdi Zana vb.) ya da bu hareketle yakın bir temas içinde oldu (örneğin Türkiye Kürdistanı Demokrat Partisi’nin lideri Said Elçi ve arkadaşları). Fakat bundan da beklenen sonuç elde edilemedi. Çünkü ilk olarak bu güçler merkeze dahil değillerdi; sadece canlı, fakat küçük bir muhalif grubu temsil ediyorlardı. İkinci olarak Kürt hareketi kendi bağımsızlığını bir yanıyla da bu güçlerle çekişme içinde elde edecekti.
Her şeye rağmen bütün Cumhuriyet dönemi boyunca Kürt hareketi ile Türk siyasal güçleri arasındaki en önemli yakınlaşma ve işbirliği bu dönemin devamı niteliğindeki 1970’lerin ikinci yarısında gerçekleşti. Özgürlük Yolu grubunun TİP’le, DDKD grubunun TSİP’le, Kawa grubunun Maocu Türk hareketleriyle çekişmeli işbirlikleri, Rızgari grubunun Dev Yol’la, PKK’nin Kurtuluş grubuyla yerel ve çekişmeli dayanışmaları bunun örnekleridir.
Fakat bu dönemin asıl merkezi gücü olan CHP ile herhangi bir işbirliği gerçekleşmedi. Çünkü Kürt hareketiyle siyasal bir aktör olarak işbirliği yapmak, Ecevit’in sadece nefret ettiği bir düşünceydi. Hal böyle olunca, CHP ile Kürt muhalefeti arasındaki ilişki, ya bazı Kürt çevrelerinin seçimlerde CHP adaylarını desteklemeleri gibi tek yanlı girişimlerle veya Şerafettin Elçi’nin Bayındırlık Bakanlığına getirilmesi örneğinde olduğu gibi, bazı şahıslara kendi çevrelerinde klientalist ilişkiler ağı kurma imkanı hazırlayan bireysel işbirliği öyküleriyle sınırlı kaldı. Buradaki klientalizm, bu kişilerden bazılarının siyasal bir figür olarak bugünlere kadar taşınmasında belli bir rol oynamışsa da bunun Kürt hareketi bakımından kurumsal bir anlam ifade ettiği söylenemez.
12 Eylül darbesinden sonra nihayet durum değişti. İkisi de mülteci gruplara dönüşmüş olan Kürt hareketiyle Türk sol hareketi bol bol işbirliği, ittifak, eylem birliği vs. yaptılar. Fakat o da fazla işe yaramadı; çünkü bu sefer de PKK de dahil söz konusu grupların Türkiye’de veya Kürdistan’da hesaba dahil edilebilecek bir karşılıkları kalmamıştı. Dolayısıyla Kürt hareketi 1980’lerin sonlarına doğru içeride yeniden bir siyasal ve sosyal aktör olarak sahneye çıktığında, ki artık esas olarak PKK’den oluşuyordu, işler tümüyle ayrı bir rotada seyretmeye başladı. 1989 yazı itibarıyla yükselen bir kitlesel güç olan Kürt hareketinin sistemin sınırları içinde tutulması, rejimin bekası bakımından en temel sorunlardan birine dönüşmüştü. Dönemin CHP’sinin başında bulunan Erdal İnönü, kısmen kendi kişisel basiretinin, kısmen de babadan miras kalan “devlet aklı”nın gereği olarak bu hareketle işbirliği kanalını açtı. Gerçi kanalın açılmasıyla kapanması bir oldu; ama arkadan gelen toplumsal tazyik o kadar güçlüydü ki, Kürt hareketini kıyıda bir yerde de olsa Türk siyaset arenasına yerleştirdi.
Tahmin edileceği gibi bu dönemde işbirliği yapılacak merkez gücü olarak CHP görülüyordu. Bunun boş bir beklenti olduğu anlaşılınca, umutsuzluk içindeki Kürtlerin bakışları karşı bloka kaydı. O günden beri Özal ve onun takipçilerine duyulan aşk Kürtler arasında eksik olmamıştır.
Bu aşkı besleyen birçok neden var. Bunlardan bir tanesi de geçen yazıda değindiğim Merkez-Çevre teorisinin Türk düşünce dünyasındaki hegemonik pozisyonudur.
Hegemonik düşünce deyip geçmemek lazım. Bazen muhalif sosyal hareketler üzerinde ilginç etkiler yapıyor. 1970’lerde Kürt hareketi saflarındaki şeyh çocukları bile Stalin okurlardı örneğin. Marks’ın kim olduğunu bilmeden Üç Dünya Teorisi”ni reddeden Kürt köylülerine de rastlayabilirdiniz. Bütün bunlar, bugünden bakıldığında ne kadar çocukça görünürse görünsünler, tecrübesiz veya şaşkın “telebe”lerin sebep olduğu tuhaflıklardan ibaret işler değildi. Esas olarak Kürt hareketinin siyasal alanda tutmuş olduğu yer ile dönemin hegemonik düşünce akımının çakışmasından doğan sonuçlardı ve benzer örneklerine görece tecrübeli muhalif hareketlerin bulunduğu ülkelerde bile rastlanabilir.
Hegemonik bir düşünce tarzı olarak Merkez-Çevre teorisinin de benzer türden etkileri olmaktadır. Özellikle Kürt hareketinin legal, yarı-legal kanadında sık rastlanan bir tutum olarak, Kürt hareketini bir Çevre gücü olarak görmek ve teorinin Çevre diye tarif ettiği diğer güçlerle işbirliğine koşullanmak, bunlardan biridir. Oysa ortada ne bu teorinin öngördüğü biçimde bir Merkez vardır, ne de onun Çevre gücü diye tanımladığı İslamcı hareket böyle bir pozisyona veya misyona sahiptir. Nitekim Kürt hareketinin devletle açık silahlı çatışma içinde bulunduğu onyıllar boyunca İslamcı hareketin Kürt hareketine sempati veya yakınlık göstermesi söz konusu olmadı. Tersine, bu çatışmadan beslenme üzerine kurulu bir strateji izledi ve bu yanıyla çatışmanın ömrünü uzattı. Kürt hareketi merkezi devleti çözüp çürüttükçe, zinde bir güç olarak bir kenarda palazlanmakta olan İslamcıların iktidara uzanabilmelerinin imkanları daha da artıyordu. Bu açıdan bakıldığına İslamcı hareketin iktidarı ele geçirmiş olmasının bedelini büyük ölçüde Kürtler ödemiştir demek yanlış olmaz. Hem de kan, sürgün, işkence ve gözyaşı olarak.
Gelinen noktada ise devlet artık onların elindedir. Yani eğer Merkez-Çevre teorisinin öngördüğü türden bir Merkez olduğu düşünülüyorsa bile, bu Merkezin göbeğinde şimdi İslamcılar oturmaktadırlar. Hem de orada oturabilmeleri için ödenen bedelin büyük bölümünü Kürtlerin ödediğini hatırlarına dahi getirmeksizin.
Durum böyle olmasına rağmen Kürt hareketinin anlatılan değişimi yeterince hissettiği söylenemez. Hareketin özellikle PKK’ye muhalif kesimleri, sanki merkezde hâlâ eskiden olduğu gibi askeri bürokrasi oturuyormuş gibi düşünmekte ve davranmaktadırlar. Bu algı ve düşünüş başka şeylerin yanı sıra Merkez-Çevre teorisinin Kürt hareketi üzerindeki etkileriyle de ilgilidir. Bir kez daha, sosyal gerçeklik, onu ifade ve izah eden düşünceden evvel değişmektedir.
Bu tespit, durumu anlamamıza yardımcı olabilir; ama düşünsel planda yaşanan gecikmenin Kürt hareketine çıkardığı veya ileride çıkarabileceği ek maliyetler sorununa çözüm getirmez. Oysa konunun üzerinde acilen düşünülmesi gereken boyutu budur.
Siyaset alanında bugünkü durum, dünden farklı olarak, merkezdeki çatışmayla karakterize olmaktadır. Türk sisteminin merkezi, tarihinde hiç olmadığı kadar ayrışmıştır ve kendi içinde çatışmaktadır. Bu çatışmanın henüz kontrolden çıkmadığı söylense bile geçici olduğu söylenemez. Önümüzdeki orta ve belki de uzun vadede bu çatışmanın etkileriyle yaşayacağımız kesindir. Son referandum sonuçları, Türkiye’de adeta iki ayrı Türk ulusu oluşmakta olduğunu ortaya koydu: Avrupai Türklerle Asyatik Türkler. Ortada, bunun geçici bir fenomen olduğunu gösteren bir belirti de yok.
Girişteki özetten de anlaşılabileceği gibi, eskiden, Kürt hareketinin merkezdeki çelişki ve çatışmaları siyaseten kullanma imkanı fazla değildi. Çünkü her şeyden evvel güçlü bir Kürt hareketi mevcut değildi. Oysa bugün durum farklıdır. Abdullah Öcalan’ın arkasında arı oğulu misali yığılmış bir koalisyonu andıran görece merkezi ve güçlü bir hareket vardır. Kendi içinde çatlaklıklar gösterse de bu hareket bütün iç ve dış tazyiklere rağmen birliğini korumuştur ve bu bütünlük, bugün onun elindeki büyük bir politik koza dönüşmüştür.
Keza, eskiden merkezdeki güçler arası çekişme ve çatışmaların boyutları bu güçlerin Kürt hareketi karşısında birleşmelerinin önüne geçebilecek boyutlara ulaşamıyordu. Durum, bugün, bu açıdan da farklıdır. Merkezdeki çatışan tarafların birbirleriyle olan düşmanlıkları, kimi yer ve durumlarda bu güçlerin Kürt hareketiyle olan çelişkilerinden daha keskinmiş gibi bir görüntü arzetmektedir. Türkiye’nin eski efendileri olan Avrupai Türkler, Kürdistan’ı elde tutayım derken Türkiye’yi Asyatik Türklere kaptırmışlardır. Dolayısıyla asıl parçayı geri alma uğraşısı bazen Kürtlerle uğraşmaktan daha öncelikli hale gelebilmektedir.
Kısacası merkezdeki çelişki ve çatışmalar artarken Kürtler merkezi ve güçlü bir ulusal hareket olarak siyaset sahnesine çıkmışlardır. İşte bu iki koşul bir arada Kürt hareketinin merkezdeki güçler arasındaki çelişkilerden yararlanabilme imkanlarını genişletmiştir.
Ne var ki merkezdeki çatışmayı siyaseten kullanma imkanının objektif olarak genişlemiş olması, bunların kullanılabilmesi için bir garanti oluşturmaz. Bunun için bazı subjektif koşulların da yerine getirilmesi gerekir.
Bu koşullardan en önemlisi, Kürt hareketinin yeni durumu bilince çıkarıp günlük siyaset diline tercüme etme becerisini göstermesidir. Üstelik sadece önderlik düzeyinde değil, hareketin bütün orta kademelerinde ve bir ölçüde de tabanında başarılması gereken bir iştir bu. Anılan dönüşümler sağlanmadıkça yeni pozisyonun Kürt hareketine sunduğu imkanlar değerlendirilemez.
Ne yazı ki, Kürt hareketinin bu noktada bazı problemleri vardır. Ve bu problemler, referandum öncesi oluşan sert kutuplaşmayla biraz daha karmaşıklaşmışlardır. Buna rağmen çözümsüz değildirler. Çözümün yolu ise Kürt hareketinin şu tespiti yapmasından geçmektedir: Efendilerimiz artık Avrupai Türkler değildir. O günler geride kaldı. Yeni efendilerimzi artık Asyatik Türklerdir ve bu durum yeni düşünme ve davranış biçimlerini gerekli kılmaktadır.
Merkezdeki çatlama ve çatışmaların şiddeti, son yıllara kadar, çatışan taraflardan her birinin Kürtlerle olan düşmanlığını aşmadığı için, sistem, sağcısıyla ve sözde solcusuyla Kürtlere karşı kendi arasında birlik oluşturmakta güçlük çekmedi. Bu durum, Kürt siyaset sınıfının merkezdeki güçlerle birleşme yönündeki çabalarını yok edemediyse de, merkezdeki çelişki ve çatışmalar konusunu sistematik biçimde düşünmesini engelleyen bir rol oynadı. Böyle olmasında Kürt hareketinin kendini Türkiye’nin bütünlüğü dışında tasavvur etmesinin de katkısı vardır; ama buradaki ilişki tek yönlü değildir. Yani anılan durum Kürt hareketinin kendini Türkiye’nin dışında tasavvur etmesinin hem nedenlerinden biridir hem de sonuçlarından. Yumurtayla tavuk misali. Fakat gelinen noktada durum değişmiştir. Çünkü hem merkezde zaman zaman Kürtlerle olan düşmanlığı aşan bir çatklak ve çatışma mevcuttur, hem de Kürt hareketinin ana gövdesi artık kendini Türkiye’nin bütünlüğü içinde tasavvur etmektedir. Dolayısıyla çatlak merkezle olan ilişkiler, Kürt siyasi sınıfının üzerinde özel olarak düşünmesi gereken bir konuya dönüşmüştür. Bu ihtiyaç, bazı eski düşünce ve alışkanlıkların terk edilmesini gerekli kılıyor.
Esasen merkezdeki çelişki ve çatışmalar, ezilen bir halkın, sınıfın, toplumsal grubun vb. mücadelesi için her zaman hayati önemde olmuşlardır. O kadar ki, sosyal hareketleri izah etmeye çalışan teorilerden birinin önde gelen isimlerinden olan Theda Skocpol, mealen, devrim, devrimci hareketlerin yaptığı bir şey olmaktan çok merkezdeki çatışma ve çöküşlerin ürünüdür, der. Devrimlerle merkezin çökmesini birbirinin karşısına koymak tabii ki gerekmez. Ama konunun önemini anlamak için bu tespiti hatırlamakta yarar var.
Konunun önemini anlamak bakımından Kürt hareketinin tarihine yapılacak kısa bir gezinti de aydınlatıcı olabilir:
Mondros Mütarekesinin (1918) hemen ertesindeki aylara bakınız; çökmek üzere olan çatışmalı bir merkez ile Kürt hareketinin etki alanının birkaç ay içinde neredeyse bütün Kürdistan’ı kucaklayacak kadar genişlemesi arasındaki bağlantıyı hemen farkedersiniz. Kürtlerin kurdukları ilk ulusal devletçik olan Mehabad Kürt Cumhuriyeti de (1946) İran devletinin iç ve dış sorunlar nedeniyle çökme noktasına geldiği bir döneme rastlar. Dr. Qasemlu önderliğindeki İran KDP’siyle müttefiklerinin 1980-1983 yılları arasında İran Kürdistanı’nın önemli bölümlerinde kontrolü ele geçirmeleri de aynı şekilde İran merkezindeki iç çatışmalarla ilişkilidir. Güney Kürdistan’daki uzun mücadele sürecinde Baba Barzani’nin adıyla özdeşleşmiş başarılara bakınız, bunların da en azından bir bölümünün merkezdeki klik çatışmalarına denk geldiklerini görürsünüz. Güney Kürdistan’da son olarak gerçekleşen devlet benzeri oluşum da Bağdat yönetiminin dış güçlerle çatışması sayesinde mümkün olabildi ve bugün de Bağdat yönetimindeki çelişki ve çatışmaların katkısıyla ayakta durmaktadır.
Yukarıdaki liste, Kürt hareketinin son yüzyıl içindeki en başarılı hamlelerinin çoğunluğunu oluşturduğuna göre, başarı ile merkezdeki çatlak ve çatışmalar arasında hayati önemde bir ilişki olduğu söz götürmez. Kürt hareketi, gelinen noktada konunun bu boyutu üzerinde biraz daha sistemli biçimde düşünme ve ortaya çıkan yeni durumu bunun ışığında değerlendirmek durumundadır.
Eğer Kürt hareketi kendi cephesinden bu konuyla ilgili gerekli olan koşulları yerine getirirse, sürecin nasıl ilerleyeceği büyük ölçüde Avrupai Türklerin nasıl bir strateji izleyeceklerine bağlı kalacaktır. Çünkü siyasetin yeni denkleminde yeni müttefiklere daha fazla ihtiyaç duyan taraf, Asyatik Türklerin iktidar zirvelerinden aşağılara doğru yuvarlamaya başladığı Avrupai Türklerdir.
Burada Avrupai Türkler diye tanımlanan güçler, yüz yıldır hayatı Kürtlere zindan eden güçlerdir. Tabii ki Asyatik Türklerin tam desteğine mazhar olarak. Tarihin garip cilvesine bakınız ki, bugün, Avrupai Türkler, kan kusturdukları Kürtlerle ittifaka muhtaç duruma düşmüşlerdir.
Böyle olmasının nedeni, Avrupai Türklerin önlerinde sadece iki yol kalmış olmasıdır:
1-“Yenildik, yapılacak bir şey yok” diyerek, iktidara elveda demek. Yani kendi kaderine razı olmak.
2-Kürtlerle ittifak yoluna giderek Asyatik Türklerin iktidarını dengelemeye çalışmak.
Kürtlerle ittifak diyorum; çünkü siyaset sahnesinde Kürtler dışında müttefik adayı kalmamıştır.
Eğer geçici bir yenilgi söz konusu olsaydı, Avrupai Türklerin birinci şıkkı seçeceklerinden hiç kuşku duyulamazdı. Fakat mevcut güç dengelerinde bir değişim sağlanmazsa yenilginin kalıcı olduğu, tartışmaya yer bırakmayacak kadar açıktır. İkinci seçeneğin gündeme girmesi de bundandır. Türk solu henüz gerçek bir politik güç oluşturamadığına göre, güç dengelerinde değişiklik yapmak, ancak Kürtlerle ittifak veya işbirliğiyle mümkün olabilir. Beğenirsiniz veya beğenmezsiniz, bugün durum budur ve çok da yalındır.
Eğer Avrupai Türkler, Kürtlerle ittifak yaparak Asyatik Türklerin iktidarını dengeleme yoluna gitmezlerse, Kürtler, Asyatik Türklerin yarım kalmış işlerini tamamlamalarını seyretmekle yetineceklerdir. Bundan kuşkunuz olmasın. Öcalan’ın Mustafa Kemal aşkı bile Kürtleri bu tavrından alıkoyamaz. Kaldı ki otuz bin evladını Avrupai Türklerin inkâr ve imha poilikasına kurban vermiş bu halkın içinden Asyatik Türklerin eylemini seyretmekle kalmayıp hararetle destekleyecek birhayli insan çıkacağı da kesindir.
Teorik planda durum özetle yukarıdaki gibidir.
Peki pratik olarak durum nedir? Pratikte de durum bu kadar net biçimde mi ilerlemektedir?
Buna olumlu cevap verilemez. Pratikte, Avrupai Türklerin bu gerçeği kabul edip açık biçimde ifade ettiklerine dair bir deklerasyona henüz şahit olmadık örneğin. Yani daha işin ilk adımında bir çuvallama söz konusudur.
Bu suskunluk, yüz yıldır efendi olarak yaşamış olmanın verdiği kibirden de kaynaklanabilir, siyasi körlükten de. Bunlardan hangisinin geçerli olduğunu önümüzdeki dönemde daha açık biçimde göreceğiz. Şimdilik görünen şundan ibarettir:
Avrupai Türklerin bazı kesimleri, ağır bir yenilgiye uğradıklarını ve bunun da Kürtlere ilişkin eski tavırlarını terketmeyi zorunlu kıldığını görmekte ve buna uygun bazı jestler yapmaktadırlar. Örnek isteyenler, Doğan medyasının yayınlarına bakabilirler. Bu medya grubunun bazı mensupları olmasaydı, sıradan Türkler, Kürt hareketinin referandumu boykot ettiğini bile neredeyse duymayacaklardı. Televizyonlardaki Kürt sorunuyla ilgili tartışma programlarına katılan hükümet yanlısı yazar ve yorumcularla Hayır’cı yazar ve yorumcuların referandumdan sonra birbirleriyle yer değiştirmeleri bir diğer örnektir. Hatırlanacağı üzere referandum öncesindeki tartışma programlarda, Kürt haklarına ve mağduriyetlerine vurgu yapan taraf, genellikle AKP savunucusu yazar ve yorumcular olurdu. Karşı taraf ise genellikle savaş ve şovenizm kışkırtıcılığı yaparak Hayır oylarını arttırmaya çalışırdı. Fakat Referandumdan sonra durum birden tersine döndü: AKP savunucusu yazar ve yorumcular kural olarak AKP’nin Kürt karşıtı uygulamalarına gerekçe uydurmayı iş edinirken, rakipleri Kürtleri hafiftertip kayıran konuşmalar yapmaya başladılar. Somut örnek arayanlar için, Yılmaz Özdil’in –ki Ergenekoncuları aşkışlayan kalemlerden biridir- referandum sonrasında BDP milletvekillerinin dürüstlükleriyle ilgili olarak kaleme aldığı yazıyı anabilirim. Eğer isterse BDP bu yazıyı seçim kampanyasında rahatlıkla kullanabilir!
Fakat şimdilik her şey bu tür bireysel, çelişkili ve istikrarsız tutum ve davranışlardan ibarettir. Oysa Türkiye’deki temel güç dengelerinin böylesi manevralarla değiştirilemeyeceği açıktır. Türkiye’deki temel güç dengelerini değiştirmek, ancak kurumsal ve sistematik politika değişiklikleriyle mümkündür. Bu da somut olarak Ordudan başlayarak TÜSİAD üzerinden spor klüplerine kadar uzanan bir skalada Kürtler konusunda gerçekleştirilecek açık ve kurumsal özeleştiriler, tasfiyeler ve dönüşümler demektir. Bunun dışındaki hiçbir yol, Kürtlerin aleyhine onyıllar boyunca kışkırtılarak boğazlarına kadar şovenizme batırılmış kitleleri bu çamur deryasından çıkarmaya yetmez ve bu sağlanmadan da temel güçlerin birbirleriyle olan ilişkilerine yeni bir biçim verilemez.
Elbette Avrupai Türklerin bir seçenekleri daha var: Kürt soykırımına ilaveten Asyatik Türkleri de kılıçtan geçirmek!
Doğrusunu isterseniz bunu yapabilecek silahları da var, her ne kadar o silahları kullanabilecek yeterli sayıda adam bulacakları şüpheli olsa da. Eğer bu çözümün altından kalkabileceğine inanan bir “çılgın general” kaldıysa hâlâ, bir sabah kalkar, düdüğünü çalar ve Suharto’nun Endenozya’da yaptığına benzer bir kırım karşılığında, iktidarı, diyelim iki kuşak daha, garanti altına alabilir. Fakat iki kuşaklık iktidar, böylesi bir eylemin başarılması durumunda elde edilecek maksimum kazancı anlatır, yoksa eylemin başarı şansını değil. Günümüz koşullarında böyle bir eylemin başarı şansı sıfırdır. Bu nedenle çılgın bir generalin muhtemel akıbeti, Saddam gibi kurşuna dizilmeye ilaveten iktidarı sonsuza kadar kaybetmek olacaktır. Zaten böyle olmasaydı ortalık çılgın general kaynıyor olurdu.
“Çılgın general” seçeneği tartışılmaya değer olmadığına göre, geriye yukarıdaki ikinci seçenek kalıyor. Yani Avrupai Türklerin Kürt meselesi başta olmak üzere, demokrasinin yerleştirilmesiyle ilgili bütün temel konularda kurumsal ve sistemli politika değişikliklerine gitmeleri. Eğer böyle yapmayıp üçbeş istikraksız ve çelişik jestle sorunu halledeceğinizi düşünüyorsanız, Kürtleri alık bir topluluk olarak düşünüyorsunuz demektir ki bu saatten sonra biraz fazla naif kaçar. Bir toplumsal grubun, eğer öyle demek gerekirse, alıklık düzeyi, o grubun sahip olduğu fırsat ve imkanlara yakından bağlıdır. Avrupai Türklerle Asyatik Türklerin ayrışmasında bu kadar önemli bir yere yerleşmişken, Kürtler ne kadar alık davranabilirler ki? Öcalan’ın Türk devletinin elinde tutsak olması bile bu noktada fazla işe yaramayabilir.
Toparlarsak, mevcut tablo, Avrupai Türklere tek bir rasyonel seçenek bırakmaktadır: Kürt hareketiyle işbirliği veya ittifak. Türkiye’ye demokrasi gelecekse, temel güçler arasında gerçekleşecek ve herkesin hakkını gözeten yeni dengelerin kurumsal güvencelere kavuşturulmasıyla gelecektir, İslamcı propagandistlerin, sabah akşam, “vallahi biz demokratız!” demeleriyle değil. Kürt hareketiyle ittifak, eğer bunun gerekleri yerine getirilirse bu tür bir demokratikleşmeye yol açabilir. Bu Avrupai Türkler açısından da son şans görünüyor. Avrupalı Türkler önce bu gerçeği görmeli, sonra kabullenmeli, içlerine sindirmeli, sonra da gereklerini yerine getirmelidirler.
Elbette bu kolay bir iş değildir. Çünkü yüz yıldır birikmiş moloz dağlarının temizlenmesini gerektirir. Ama kendi düşen ağlamaz demişler. O molozları kendileri yığdılar, eğer Asyatik Türklere paspas olmadan yaşamak istiyorlarsa, temizlemek de öncelikle onlara düşer.
En önce temizlenmesi gereken moloz yığını ise Türk kitleler arasında yaratılmış olan Kürt düşmanlığıdır. Bu düşmanlık, esas olarak Avrupai Türklerin sorumluluğunda bir iştir fakat bütün Türkler arasında hayli yaygındır. Böyle olmakla birlikte Avrupai Türkler arasındaki Kürt düşmanlığı ile Asyatik Türkler arasındaki Kürt düşmanlığı arasında da bazı farklar vardır.
Asyatik Türklerin tabanını oluşturan kitlelerde Kürt düşmanlığı, daha ziyade Türk-İslam sentezi izleğini takip eden ideolojik, siyasi ve kültürel bir olgu olarak mevcuttur. Kürt düşmanlığının somut bir maddi çıkar beklentisiyle bütünleştiği durumlar fazla belirgin değildir. Buna karşılık Avrupai Türklerdeki Kürt düşmanlığı, ideolojik, siyasal ve kültürel faktörlerin yanı sıra somut maddi çıkar dürtüsünden de güç almaktadır. Sahillerdeki gecekondu sakini Kürtlerin ekmek kapısı olarak çalıştırdıkları küçük tezgahlardan, Kürt işadamlarının işlettiği turizm işletmelerine, oradan da Kürtlerin ellerindeki mafyatik rantlara göz dikmiş çılgın kitleden söz ediyorum. Bu güruh, eğer Kürtler oralardan kovulurlarsa bütün o rantların kendilerine kalacağı beklentisi içindedir. Bir diğer deyişle Avrupai Türklerin tabanında Kürt düşmanlığını besleyen iktisadi bir beklenti de mevcuttur. Kürt düşmanlığındaki bu yapısal farklılık, Avrupai Türklerin, eğer gerçekten de Türkiye’deki temel güç dengelerini değiştirmek istiyorlarsa Asyatik Türklerden daha fazla çalışmaları gerektiğini ortaya koymaktadır.
Ne var ki Avrupai Türkler böyle bir çalışmanın gerektirdiği örgütlülükten yoksundurlar. Eskiden, Ordu, bir orkestra şefi rolünde, bu kesimin bütün davranış ve yönelimlerini bir ölçüde ayarlayabiliyordu. Dolayısıyla siyasal parti türünden örgütlerin eksikliği bir ölçüde gideriliyordu. Fakat Ordu, PKK ile savaşta içine düştüğü çeteleşme ve mafyalaşmaya ilaveten Asyatik Türklerden ve dışarıdan gelen saldırılar sonucunda güvenilirliğini büyük ölçüde yitirmiş olduğundan bu iş artık eski kolaylıkta yürümemektedir. Dolayısıyla bu kesimlerin siyasal önderliğini yapabilecek güçlü sivil örgütlenmelere ihtiyaç eskisinden daha fazladır. Ama CHP içindeki kavgalardan anlaşılacağı üzere henüz bu ihtiyacı karşılayabilecek bir inisiyatif de ufukta görünmemektedir. Kısacası, Avrupalı Türklerin işi gerçekten zordur. Ama elden ne gelir! Yüz yıllık inkâr ve imha politikasının yarattığı kan gölü Avrupai efendilerimizi herhalde bir cennete götürmeyecekti. Şimdi oturup düşünme zamanıdır.
Belirtmeye gerek yok ki yukarıdan beri anlatılanlar, Kürtlerin Türkiye’nin bütünlüğü içinde kalmaları koşuluyla anlamlıdırlar. Böyle bir koşulun gerekli olmadığına inanan Kürt siyasetçileri de vardır ve onlar açısından yukardaki denklem çok şey ifade etmez. Gerçi merkezdeki ayrışma ve çatışmalar onların denkleminde de yer almak durumundadır, ancak çok başka perspektiflerden hareketle. Bu ayrı bir tartışma konusudur.
Türkiye’nin bütünlüğü içinde kalmaya karar vermiş olan hareketin ana damarı açısından ise söylenebilecek şey şudur: Asyatik Türkler muhalefetteyken kendileriyle bir işbirliği veya ittifak mümkün olmadı. Tersine, yukarıda da belirtildiği gibi, onlar, Kürtlerle Avrupai Türklerin çatışmasından beslenme üzerine kurulu bir strateji izlemeyi tercih ettiler. Demek ki muhalif pozisyonlarda olmak işbirliği veya ittifak oluşturmaya yetmiyor. Şimdi soru şudur: yeni muhalefetle, yani Avrupai Türklerle de benzer bir tecrübe mi yaşanacak?
Kürt hareketinin mevcut durumu nasıl değerlendireceğiyle de bağlantılı olakla birlikte bu sorunun cevabını esas olarak Avrupai Türkler vereceklerdir. Önlerinde hangi seçeneklerin durduğunu yukarıda özetlemeye çalıştım. Eğer bu denklemin yanlış kurulmuş olduğunu düşünüyorlarsa, doğru denklemin ne olduğunu anlatmak onlara düşer. Böylece biz de aydınlanmış oluruz.
Avrupai Türklerin bu tabloya bakıp ne cevap vereceklerine gelince, onu bilemem. Ama işlerine yarayabileceğini düşündüğüm tarihsel bir tecrübeye dikkat çekebilirim:
Osmanlı devleti, genişlemesinin yönünü doğuya doğru çevirdiğinde, onun doğudaki rakipleri olan Akkoyunlular, batıdan gelen bu tehdidi, yine batıdan kuşatarak karşılamaya çalıştılar ve Venediklilerle ittifak yaptılar. Fransa da tarihte birçok kereler Almanya’yadan gelen tehdide karşı onun arkasındaki Rusya’yla işbirliği yaptı. Coğrafyanın politikaya armağanı olan bu kural, bugün de fazla değişmiş değildir. Mesela Türkiye ile Pakistan uzun yıllardır çok sevişen iki ülke gibi görünürler. Ama bu, iki ülke halkının veya yöneticilerinin birbirlerini çok seviyor olmalarından değil, her iki devletin de İran’ı arkadan kuşatma ihtiyacından ileri gelir. Kısacası, bir tehdidi arkadan kuşatmak, ister savaş söz konusu olsun, isterse politika, temel mücadele kurallarından birisidir. Dolayısıyla eğer Avrupai Türklere tehdit Asyatik Türklerden geliyorsa, Avrupalı Türklerin muhtemel müttefikileri de Asyatik Türklerin arkasındaki güç veya güçler olmak durumundadır. Referandumun net renklere boyanmış haritasına bakarsanız o yerde Kürt hareketinin durduğunu görürsünüz. İşte bütün bu nedenlerle eski oriyentalist efendilerimiz, ya haklarında şimdiye kadar iğrenmek veya acımak dışında duygu tanımadıkları Kürtleri bu kez kendi eşitleri olarak göreceklerdir, ya da kaderlerine boyun eğeceklerdir.
Kürt hareketinin Avrupai Türklerle Asyatik Türkler arasında daha hareketli yeni bir pozisyon belirlemesi önerisine itiraz edebilecek mensuplarına gelince, bunların en azından bir bölümünün, bir süre sonra yeni güç dengelerini daha gerçekçi biçimde görmeye başlayacaklarını umuyorum. Bu umudum, sadece Koçgirili Alişer’in gösterdiği basiret türünden kısmi ve küçük de olsa tarihsel bazı tecrübelere sahip olmamızdan kaynaklanmıyor. AKP’nin bundan sonra izleyeceği merkezci politikaların, Kürt hareketinin yeni dönemdeki yerinin tespitini daha da kolaylaştırması olasılığının varlığı da bunda bir etken. Bir de anılan kesimin içinde sesi en fazla duyulanların tercihleri var: bunlar, yumurtalarını siyaseten AKP sepetine koyarken, villalarını Kayseri yerine Kuşadası’ndan almayı tercih ediyorlar. Size de bu tercihin konuştuğumuz konular bakımından bir anlamı yok mu?
2010-11-20
Cemil Gündoğan
cemil_gundogan@yahoo.se