ENVER ALPŞAR: 17-18 Eylül 2011 tarihlerinde Diyarbakır'da gerçekleştirilen "Türkiye’de Kürdistan konferansı" na ilişkin düşünceleriniz nelerdir?
FUAT ÖNEN: Diyarbakır’da yapılan konferansın adı Türkiye’de Kürdistan konferansıydı. Genel olarak Kürdistan konferansı, Kürt yurtsever siyasal gruplarının öteden beri gündemlerinde tuttukları bir konferanstır. Bu, aslında büyük konferansın bir parçası olarak yapılan bir konferanstı. Büyük konferanstan kasıt, Kürdistan’ın dört parçasında siyasal grupların katılacağı, muhtemelen Hewlêr’ de yapılacak bir konferanstır. Şimdi konferansa iki şekilde yaklaşmak lazım: Birincisi düşünsel olarak, stratejik olarak böyle bir konferans nasıl olmalıdır? İkincisi, üç yıldır gündemde olan özel, somut olarak bu konferans, nasıl bir konferanstır? Bu ikisini birbirinden ayırt etmek lazım. Çünkü ikisinin örtüşmediğini düşünüyorum.
Genel olarak Kürdistani bir konferanstan benim anladığım, Kürdistan’ın her dört parçasındaki Kürdistani siyasal güçlerin Kürdistan devriminin temel taleplerini tartışacağı, bu problemlerin çözümüne dönük eylemlerini koordine edecekleri, bu koordinasyon içerisinde bir ulusal temsil kurumu yaratma amacına dönük bir konferanstır. Üç yıldır gündemde olan konferans ise, böyle bir konferans değildir. Üç yıldır gündemde olan konferans, sonunda söyleyeceğim sözü en başında söylemem gerekirse, Türk açılımının bir parçası olarak gündemimize girmiştir. Üç yıl önce Tayyip Erdoğan önce Kürt açılımı, sonra demokratik açılım, ulusal birlik açılımı diye bir proje başlattı, bu projenin hedeflerinden biri PKK’yi silahsızlandırmaktır. Birçok başka hedefleri de vardır ama bir hedefi de PKK’yi silahsızlandırmaktır. PKK’yi silahsızlandırma hedefine bağlı olarak Kürdistan konferansı gündeme geldi. Bunu gündeme getirenler ise PKK, İmralı, Kandil, BDP, DTK çevresidir ama bu konferansın arkasında olanlar sadece bunlar değildir. Bunun arkasında Türkiye Devleti, ABD ve bazı batılı Devletler de vardır.
ENVER ALPŞAR: Bunların içerisinde Güneyli güçlerin de olduğunu söyleyebilir miyiz?
FUAT ÖNEN: Güneyli güçler zaten içindedir çünkü bu konferans orda yapılacaktır. Bu konferansın özel misyonu PKK’ye silah bırakma çağrısı yapmasıdır ve Türk açılımını bu hedefle realize etmesidir. Bu nedenle de üç yıldır açılım gündeme geldiği zaman konferans gündeme geliyor, açılım tavsadığı zaman konferans gündemden çıkıyor. Bu Eylül konferansının gündeme gelmesinin nedeni de o idi. Seçim öncesinde özellikle Karayılan’ın röportajında da görüldüğü gibi, “ikinci demokratik açılım sürecinin başlayacağı” varsayıldı, Öcalan ise, “devrimci halk savaşı dönemi artık bitmiştir, biz müzakere ile bu sorunu çözme aşamasına geldik” dedi. Ve bunun bir parçası olarak bir hafta sonra bu konferans yeniden ısıtıldı. Silahlar patladıktan sora, Barzani bunu gündemden kaldırdı, bir ay sonra gündemden kaldırmadığını ama ertelediğini söyledi. Çünkü bu arada, güneyli güçler PKK ile Devlet arasında köprü vazifesi görmeye başladılar. Eğer burada, yani arka tarafta (ABD, batılı güçler, Türk devleti, İmralı, Kandil ve güneyli güçler) anlaşırlarsa bu konferans gerçekleşecek eğer anlaşmazlarsa bu konferans gerçekleşmeyecek. Onun için o konferansta ilk önerim şuydu; Kürdistani konferansı Türk açılımının bir parçası olmaktan çıkarmalıyız. Kürdistani konferansı, Kürdistan siyasetinin stratejik hedeflerine bağlı olarak gündeme getirmeliyiz. Maalesef henüz bu bilinçle Kürdistani bir konferans gündemimize gelmiş değildir, gündemde olan konferans Türk açılımının parçası olan bir konferanstır.
ENVER ALPŞAR: Peki Halkların kongresi hakkındaki düşünceleriniz?
FUAT ÖNEN: Kürdistani siyaset içinde temel ayrım noktası şimdi de ama özellikle de bundan sonra Kürdistani olmakla Türkiyeli olmak tartışması ekseninde olacaktır. Çatı partisi, halklar kongresi, barış ve kardeşlik şiarlarının öne çıkarılması, Kuzey Kürdistan’daki Kürt siyasal muhalefetinde Türkiyeci eğilimin güçlenmesine işarettir. Şu anda kuzeyde Kürdistani siyasetin ana doğrultusu Türkiyeci bir doğrultudur. Bunun uzun vadede bir çıkmaz olduğunu düşünüyorum. Kürt siyaseti Kürdistani mevzilenmelidir, ittifaklarını da taktiklerini de Kürdistani mevzilenmeye uygun olarak gerçekleştirmelidir. Bunu söylerken Türkiyedeki ilerici, devrimci, komünist güçlerle ittifakı reddediyor değilim. Yani ben bir komünist olarak dünyanın her tarafında zulme ve sömürüye dönük mücadelede belli bir ittifak politikamızın olması gerektiğini biliyor ve bunu savunuyorum. Ama bu ittifakı Kürdistani bir stratejik bakış açısıyla mevzilenerek yapmak vardır, bir de Türkiyeli bir bakış açısıyla mevzilenerek yapmak vardır. Türkiyeli bakış açısıyla mevzilenerek yapılan ittifakların sonuç vermeyeceğini düşünüyorum. Eninde sonunda bu ittifakların amacı Türk devletinin demokratizasyonudur. Oysaki Kürdistan meselesinin çözümü Türk devletinin demokratizasyonundan daha başka bir meseledir. Kürdistan meselesi toprak ve iktidar meselesidir. Kürdistan meselesinin çözümünü toprak ve iktidar meselesi olmaktan çıkarıp Türk devletinin demokratikleşmesi meselesine indirgemek son derece yanlıştır ve o indirgenmiş tutum üzerinden ittifaklar politikasını geliştirmek de yanlıştır. Türkiye’deki özgürlükçü, ilerici, eşitlikçi çevrelerle ittifakın başka yollarını bulmak lazım.
ENVER ALPŞAR: Genel olarak Kürdistanın sosyal toplumsal yüzü hakkında neler söylemek istersiniz?
FUAT ÖNEN: Şimdi bu kapsamı geniş bir soru. Son otuz yılda özellikle Kürdistan’da müthiş bir toplumsal alt-üst oluştuğunu söylemek mümkündür. Bunun iktisadi, siyasi, kültürel veçheleri var. İktisadi veçhesi, özellikle bu globalizasyonun üçüncü büyük dalgasının da bir parçası olarak Türkiye, iktisadi olarak da Kürdistana tümüyle yerleşme içinde ve bu konuda da azımsanmayacak bir mesafe kat etmiştir. Türkiye’nin Kürdistandaki varlığına sınıfsal temel oluşturan kesimler eskiden de vardır. Ama son dönemlerde bu kolonyalizmin Kürdistan’daki dayanaklarında da bir sınıfsal toplumsal değişiklik gözlemek mümkündür. Kültürel olarak da bu böyledir. Bu ikisini ne birbirine karıştırmak ne de birbirinden ayırmak gerektiğini düşünüyorum.
Globalizasyonun üçüncü büyük dalgası dediğimiz bir dalga var ve bu dünyanın her tarafında kültürel asimilasyona, batının kültür egemenliğini güçlendirmeye yol açıyor. Bu dalganın üzerine binen Türk kolonyalizmi de Kürdistan’da kültürel hegemonyasını geliştirmeye çalışıyor. Bu toplumsal alt-üst oluşların önemli bir parçası da kadının toplum içindeki, siyaset içindeki yeridir. Ki son 30 yılda hem olumlu hem olumsuz diyebileceğimiz bir çok değişikliğe tanık olduk. Siyasal mücadelede önemli bir kadın katılımı sağlandı, gerilla mücadelesine önemli bir kadın katılımı sağlandı. Bu tek başına toplumsal dokuyu zorlayan, onu değişime iten bir faktördür. Bunları gözlemlemek bunları değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Kürdistandaki kanaat önderleri, çevre önderleri diyebileceğimiz kesimlerde de bir dönüşüm gözlemleyebiliyoruz. Özellikle büyük şehirleri bir tarafa bırakırsak öteden beri Kürdistan’daki kanaat ve çevre önderleri ve hatta toplumsal önderleri diyebileceğimiz kesim eskiden daha çok aşiret reisleri, büyük toprak ağaları, şeyhler çevresinden oluşurdu. Son 30 yılda bunda da ciddi bir dönüşüm görüyoruz.
ENVER ALPŞAR: Kürdistan’da feodalizm belirleyici olarak aşıldı diyebilir miyiz?
FUAT ÖNEN: Şimdi feodalizmi Kürdistanda tartışırken doğru tartışmak lazım. Kürdistanda feodalizm literatürdeki klasik feodalizme uygun bir feodalizm değildir. Kürdistan’daki aşiret yapısını feodal kurumlar olarak değerlendirmeyi doğru bulmuyorum. Pre-kapitalisttir, bu doğrudur. Ama biliyorsunuz aşiretler komünal toplumun toplumsal örgütlenme biçimleridir ve köleci topluma geçişle birlikte bunlar ortadan kalkarlar. Kürdistan’da muhtemelen köleci toplumun atlanmasından kaynaklanarak aşiret yapısı günümüze kadar ulaşmıştır. Aşiretler Kürdistan’da, bir de devletsizliğin doğurduğu boşluğu dolduran siyasal örgütlenmelerdir. Sadece iktisadi bir örgütlenme değildir, siyasal bir örgütlenmedir, kültürel bir örgütlenmedir, ideolojik bir örgütlenmedir, kendini dış saldırılara karşı savunma örgütleridir. O eurosantrik bakışlardan sıyrılarak Kürdistan’daki toplumsal yapıyı incelememiz lazım. Şöyle diyebiliriz; Kürdistan’da bir burjuva sınıfı vardır, ama bu burjuva sınıfı da batıda gördüğümüz klasik kendi dinamikleriyle oluşmuş kendi feodalizmiyle hesaplaşmış ve öyle açığa çıkmış bir burjuva sınıfı değildir. Bir; ülkesinin işgal altında olmasının doğurduğu özellikleri taşır. İki; Türk kapitalizminin uzantısı olarak ortaya çıkmış olmanın özelliklerini taşır. Ve üçüncüsü; ulusal pazarına sahip çıkma özelliğinden yoksun olarak gelişen bir burjuva sınıfı vardır. Daha çok Türk burjuvazisine eklemlenmiş bir burjuvaziden söz etmek mümkündür. İsmail Beşikçi’nin de bir tespiti var, “daha önceki dönemlerde burjuvalaşma kapasitesi olan Kürt çevrelerinin, burjuvalaşmayı Türkiye tarafında yapması teşvik edilmiş.” Ancak artık bunun sonuna gelindi, kendi pazarında kök salma ihtiyacından kaynaklı artık Kürdistan’da da burjuvalaşmak kaçınılmazdır.Türk devletinin bütün engellemelerine rağmen kaçınılmazdır.
ENVER ALPŞAR: Peki eksiklide olsa mevcut Kürt burjuvazisinin, Türk devleti ve Kürt özgürlük mücadelesine doğrudan etkileri hangi düzeydedir?
FUAT ÖNEN: İki yollu bir ilişkiden söz etmek mümkündür. Yani bir tarafı kendi pazarına yönelmek isteyen, kendi pazarında güçlenmek isteyen yandır. Diğer yanı da Türk burjuvazisine bağlı olan ona dayanan yanıdır, onun için bu durum Kürt burjuvazisinin siyasal tutumuna da yansıyor. Bir tarafıylaTürki siyaseti içinde yer alır, ana eğilim budur, ama bunu yaparken bile Kürdi bir yanının da geliştiğini söylemek mümkündür. Bu tıkanmıştır ama. Başat yanı Türkiyecidir. Ulusal pazarına sahip çıkan, bunun için kavgayı mücadeleyi göze alan bir Kürt burjuva sınıfından söz etmek bana kalırsa mümkün değildir. Ama bunu tümüyle yok saymak da doğru değildir. Zayıf da olsa Kürdistan’daki ulusal mücadelenin gelişimine de bağlı olarak ondan da etkilenen bir yanı da vardır.
ENVER ALPŞAR: En sade hali ile Kürtler bugün ne istemelidir. Ve Kürt/Kürdistan sorunu nasıl çözülür?
FUAT ÖNEN: Nasıl çözülür sorusu “sorun nedir” ile ilgili bir meseledir. Aslında bu kadar çok çözüm önerilerinin varlığının bir sebebi de sorunun ne olduğunun ciddi olarak tartışılıp açığa çıkarılmamasıdır. Meseleyi Kürt meselesi olarak tarif etmek yanlıştır. Türkiye de bir Çerkez ya da Yahudi meselesinden söz etmek mümkündür. Çünkü bunlar parçalıdırlar, dağınıktırlar, bir toprak bütünlüğüne sahip değildirler. Ama Kürt meselesi olarak söylenen şey böyle bir şey değil, Kürtler başka bir yerden gelmiş değiller ve tarih boyunca kendi coğrafyalarını değiştirmemişlerdir. Dolayısıyla bu bir Kürt meselesi değil, bir ulus-ülke meselesidir. Ve bir de parçalanmış bir ülke-ulus meselesidir. Parçalanmış bir ülke ve ulus meselesi diye tarif ettiğimiz zaman, bu sorunun nihai çözümü bağımsız birleşik Kürdistan’dır. Başka türlü bu sorunun nihai çözümü mümkündür değildir. Bu, Kürtler bunu istiyor demek değildir. Bu, benim kendi analizim ve kendi istemimdir. Televizyona çıkan herkes Kürtler adına konuşuyor, Kürtlerin devlet istemediği söyleniyor, Kürtlerin Türklerden ayrılmak istemedikleri söyleniyor, konuşanlar kendi istekleri olarak bunları söylerlerse bu anlaşılır bir durumdur. Oysa Tarhan Erdem’in yaptığı bir kamuoyu yoklamasında bağımsız bir devlet isteyen Kürtlerin sayısı yüzde 9 civarında çıktı. Bu yüzde 9 çok önemlidir. Kürdistan’da siyaset yapan örgütlerin nerdeyse tamamı birlikçidirler, Türkiye’den ayrılmayı asla düşünmediklerini beyan etmektedirler. Diğer yandan Kürt halkının çok korkunç bir baskı ve zulüm altında olduğu, kendisini ifade etme hakkının olmadığı koşullar da göz önüne alındığında, Kürtlerin yüzde 9’u bağımsızlık istiyorsa, hiç kimse Kürtlerin bağımsızlık istemediğini söyleyemez. Sonuçta halk yığınlarının istekleri söz konusu olduğunda bunu siyasal önderlerinin tutumundan bağımsız olarak değerlendiremeyiz. Burada siyasal önderden kastım, siyasal partileridir. Bütün siyasi partilerin aleyhte açıklamalarına, birlikçi, barışçı, kardeşlikçi açıklamalarına ve propagandalarına rağmen, Kürtler arasında yüzde 9’a yakın bir bağımsızlık istemi ciddi bir istemdir. Bana kalırsa nihai çözüm de ancak bu şekilde mümkün olur. Dediğimiz diğer şeyler, yani otonomist çözüm Kürt siyasetinde yeni değildir, yüz yıldan fazla bir süredir kullanılmışlığı vardır bu talebin. Bir örnekle izah etmek gerekirse, herkes Mahabad Kürt Cumhuriyeti’ni bağımsız bir cumhuriyet olarak düşünür, aslında öyle değildir. Mahabad Kürt Cumhuriyeti, İran cumhuriyeti içinde özerk bir bölge olarak ilan edilmiştir. Hatta bağımsız bir özerk bölge olarak da ilan edilmemiş, Doğu Azerbaycan’ın ve batıda olan Demokratik Azerbaycan Cumhuriyeti yöneticilerinin baskısıyla demokratik Azerbaycan içinde özerk bir bölge olmaya zorlanmıştır.
Yani otonomist talep yeni değildir, Mustafa Barzani’nin bütün siyasal yaşamı boyunca dile getirdiği bir taleptir. Kuzey Kürdistan’da dile getirilmesi son birkaç yılın meselesidir, Kürdistan meselesi otonomi ile çözülecek bir mesele değildir. Hatta Güney’deki federal model de Kürdistanın çözümü için bir model değildir. Çünkü güneydeki Kürtler, Mehrdad Izady'nin tasnifine göre Kürdistanın % 18 ini oluşturuyorlar. Bu çözümler geçici çözümlerdir, bu aşamaları tümden reddediyor değilim, yani bağımsız birleşik Kürdistan mücadelesinde otonomi, federasyon, konfederasyon gibi evrelerle karşı karşıya kalabiliriz, bu evrelerden geçebiliriz, kategorik olarak bunları reddetmiyorum ama Kürdistani siyasetin temel siyasal hedefinin bağımsız birleşik Kürdistan olması gerektiğini düşünüyorum.
ENVER ALPŞAR: Son yıllarda Kürdistan siyasetinde, ulus devletlerin aşıldığı, aşılıyor olduğu sıkça dillendiriliyor ve böylesi bir tarihsel evrede Kürtler adına ulus devlet talep etmenin tarihsel olarak gericilik olduğu salık veriliyor. Sizce, Kürtler ulus Devlet trenini kaçırdılar mı?
FUAT ÖNEN: Kürtler ulus devlet trenini kaçırdılar diyemeyiz. Ulus devlete karşı olduklarını söyleyenler neden yana olduklarını söylemiyorlar. Ulus devlet karşıtlığı üzerinden propaganda yapanların, daha doğrusu yoğun bir bombardıman yapanların çoğunu tanıyoruz ki bunlar anarşist değildirler. Yani genel olarak devlet olgusuna karşı değildirler. Nihai hedef olarak devleti tümden ortadan kaldıran toplumların kendi kendini devletsiz yönetmesini hedefleyen komünist çevreler de değiller. Bunların ulus devlete itiraz etmelerini kuşkuyla karşılamak lazım, çünkü ne istediklerini değil ne istemediklerini söylüyorlar, bir yanı bu. İkinci yanı ise, bunlar Filistinliler için ulus devletin gerekmediğini söylemiyorlar, Çeçenler için de ulus devlet gerekmediğini söylemiyorlar, güney Sudan ayrılıp ayrı bir devlet olduğunda o zaman da kimse yeni bir ulus devlete ne gerek var demediler. Bunlar sadece Kürtler için ulus devletin gerekmediğini söylüyorlar. Burada bir tutarsızlık var. Eğer bu teorik bir argüment olsaydı, dün ulus devlet olanlara itiraz etmeleri gerekirdi ve mevcut ulus devletlerin ise neye dönüşmesi gerektiğini açıklamaları gerekirdi. Maalesef her ikisi de yoktur. Böyle bakıldığı zaman aslında bu çevrelerin ulus devlete karşı oldukları için bu propagandayı yapmadıklarını, Kürtlerin devletleşmelerine karşı oldukları için bu propagandayı yaptıklarını söylememiz lazım. Ulus devlet meselesini de ciddi olarak tartışmak lazım. Aslında tekelci aşamadan sonra batıdaki devletler hala ulus devletler midir, bunu sorgulamak lazım. Tekelcilik öncesi dönemde bir ulus devlet varlığından söz etmek belki mümkündür, ama tekelcilik ulus devleti çok dar bir çevrenin egemenliği altına aldı. Öyle ki tekelci kapitalizm döneminde ulus devletinden söz etmek zordur. Teorik olarak tartışılması gerekilen bir yanı budur. İkinci yanı, Avrupa’daki ulus devletler ile 1919 Paris konferansından sonra kurulan dünya devletler sistemi içindeki, diyelim ki Ortadoğudaki devletler birbirine benzeyen devletler değillerdir. Örneğin Bahreyn diye bir ulus yoktur ki oradaki devlet için ulus devlet diyelim, ya da bir Kuveyt ulusu ya da Birleşik Emirlikler ulusu diye bir ulus yoktur. Şimdi bunun zemininde aslında 1919’da kurulan devletler sistemini sorgulamamak yatıyor. Oysa devletler sistemi tümüyle emperyalist kolonyalist devletler sistemidir. Bu devletler sisteminin üst organı olan cemiyeti akvam daha doğrusu milletler birliği, tümüyle emperyalist/kolonyalist bir kuruluştur.
İkinci savaştan sonra milletler birliği yerini birleşmiş milletlere bıraktı, Sovyetler de bu savaşın galibi olduğu için birleşmiş milletler bize daha bir böyle hukuki değerlere sahip olan bir teşkilat olarak görülüyor. Aslında böyle değildir, BM de esasında milletler birliğinin devamıdır. Dünyadaki egemen güçlerin kontrolünde emperyalist bir teşkilattır ve onların kurdukları bu devletler sistemine zemin olan bütün teorik, siyasal analizleri de esas itibariyle emperyalisttir. Şunu söylemeye çalışıyorum, cemiyeti akvam da, BM de ulusu ve vatanı devlet ile tanımlamaya başladılar. Bu teşkilatların hukukuna göre bir devletin bütün vatandaşları birlikte bir ulus oluşturuyor ve o devletin egemenliği altındaki toprakta bir ülke ismi oluyor. Şimdi dünyanın birçok yerinde kurulan devletler tarihsel ve toplumsal gerçeklikleriyle uyuşmayan, tarihsel toplumsal gerçekliklere rağmen kurulmuş devletlerdir. Özellikle Asya’da, Ortadoğu’da, Afrika’da ve hatta Latin Amerika’da kurulan devletlerin çoğu o coğrafyaların tarihsel toplumsal gerçeklikleriyle uyumlu değildir. Ulus devlet biraz da dünyadaki egemen kolonyalist bakışın bir parçası olarak tarif edile gelmiştir. Bütün bunları teorik olarak tartışmak lazım. Ama başa dönersek güncel olarak “Kürtler ulus devlet trenini kaçırmışlardır” sözü teorik belirleme değildir, bunu söyleyenler de teorik siyasi cepheden ulus devlete eleştiri yöneltiyor değillerdir. Onların bütün derdi Kürtlerin devletleşmemesidir, esas budur. Kürtlerin ulus devlet ile ilişkileri bakımından şunu da söylemek mümkündür; yani Kürtler devletleşirler ama bunu ulus devlet formatında yapmazlar. Başka formatta bir devlet inşa ederler, bu devlet ile kendilerini yönetirler. Sonuçta biz Kürtlere devlet lazım dediğimiz zaman bunu söylemiş oluyoruz. Nüfusu 30 ile 40 milyon arasında olduğu söylenen bir ulus kendi kendini yönetme hakkına sahiptir. Günümüzde de kendi kendini yönetmenin aracı devlettir. Bir komünist olarak tabii ki ben devletlerin aşılmasını istiyorum ama günümüz dünyasının realitesinde bir ulusun kendi kendisini yönetmesinin vasıtası devlettir. Bu devleti Kürtler ulus devlet formatının dışında da inşa edebilir. İlle de ulus devlet olması şart değildir. Onun için eğer bu ulus devlete itiraz edenler deseler ki “Kürtlerin devletleşme hakkı vardır ama bunu ulus devlet biçiminde yapmasınlar”, o zaman ulus devlet dışındaki önerileri belki daha anlamlı bir şey olmuş olurdu.
Bir de şu nokta var; Selahattin Demirtaş’ın ifade ettiği, “biz devlet istemiyoruz demokrasi istiyoruz”. Şimdi bu tam bir demagojidir ve tam bir fikri sefalettir. Çünkü demokrasi dediğimiz olgu bir devlet biçimidir, eğer biz bir demokrasiden söz ediyorsak bir devletten söz ediyoruz demektir. “Biz devlet istemiyoruz demokrasi istiyoruz” demek boş bir sözdür. Onlar savunmacı psikolojiyle yani “biz bölücü değiliz” demek istiyorlar. Zaten Kürtler bölücü değildir Kürt siyaseti de bölücü değildir, Kürt siyaseti birleştirici olmalıdır, bölünmüş Kürdistan’ı birleştirmeye çalışmalıdır. Bunun yolu da devletleşmekten geçer, devletleşmenin alternatifi olarak demokrasiyi savunmak apolitik bir belirlemedir. Savunmacı psikolojiyle Türkiye’deki egemen güçlere gönderilmiş bir selamdır. Bu arkadaşlar, çok demokrasi yanlısıysalar, Kürdistan’da Türkiye’dekinden çok daha demokratik bir devlet hedeflerler.
ENVER ALPŞAR: Bir yandan Kürtlere ulus devlet gerekmez diyenler arkalarını döndüklerinde tam bağımsız Türkiye sloganlarını haykırıyorlar. Bağımsız Türkiye diye haykırmak ulus devletini savunmak anlamına gelmiyor mu?
FUAT ÖNEN: Türk siyasal düşüncesi özü itibariyle jenositci ve kolonyalisttir. Ortalama siyasal düşüncede bu egemen düşünceden etkilenmiş ve onun tarafından belirlenmiştir. Türkiye solu bundan muaf değildir, egemen Türk siyasal düşüncesinden tümüyle kopmuş, onun kolonyalist yanına bulaşmamış bir sol değildir. Bunun tabi tarihsel toplumsal nedenleri var, mesela Türkiye Komünist Partisi’nin ilk kurucularına baktığımız zaman, Mustafa Suphi ve arkadaşlarının İttihat Terakki’den geldiklerini görürüz. Aslında aynı siyasal iklimin kadrolarıdır, daha sonra iktidar olan ve Kemalist denilen siyasal kadrolarla aynı kaynaklıdırlar.
1960 sonra yükselen muhalefete baktığımız zaman gene aynı şeyi görüyoruz. Kemalizm’den Türk siyasal düşüncesinden etkilenmiş ama bunu özellikle antiemperyalist retorik ile süslemiş bir sol görüyoruz Türkiye de. Onun için 70 ve 80 öncesinde Türkiye solunun temel sloganı “Bağımsız Türkiye” olmuştur. Bazen o da yetmemiştir gerçekten bağımsız Türkiye sloganları atılmıştır. Bu Türkiye’deki sol sosyalist muhalefette Türk milliyetçiliğinin güçlü etkisini gösterir. Bağımsızlık iyi bir şey ise, bağımsız devlet iyi bir şey ise, eşitlikçi ve özgürlükçüler bunu herkes için isterler, sadece kendileri için istemezler. Bağımsız Türkiye iyi bir şey ise, bağımsız Kürdistan’a itiraz etmeleri bu çevrelerin eşitlikçiliğini de, özgürlükçülüğünü de sorgulamayı getirir. Çünkü bağımsız Kürdistan, en az bağımsız Türkiye kadar meşru bir hedeftir. Burada Türkiye solunun ilerici kesiminin ana problemi Kürdistan’ı ayrı bir ülke olarak değil, Türkiye’nin doğusu ve güneydoğusu olarak görme alışkanlıklarıdır. Bu alışkanlığın da kolonyalist alışkanlık olduğunu söylemek lazım. Bundan sıyrılabildikleri ölçüde bağımsız Kürdistan’ın bağımsız Türkiye’den daha devrimci bir slogan olduğunu görürler.
ENVER ALPŞAR: 30 Yıldır savaş koşullarında yaşayan Kürt/Kürdistanlılar için savaş ve barış neyi ifade ediyor?
FUAT ÖNEN: Savaştan başlayalım; ben savaşın eski tanımının geçerliliğini koruduğunu düşünüyorum. Savaş siyasetin zor araçlarıyla, şiddet araçlarıyla sürdürülmesidir. Onun için birçok yerde silahlı mücadele siyasal mücadelenin bir üst biçimi olarak tarif edile gelmiştir. Savaş akıl dışı bir şey değildir, aklın yolu da bir değildir. Toplumsal siyasal meselelerde akıl sınıfsaldır, dolayısıyla savaş ta sınıfsal bir olgudur, savaşa sınıfsal yaklaşmak lazım ve esas itibariyle de siyasetin zor araçlarıyla sürdürülmesidir savaş. Şimdi savaş karşıtlarını anlıyorum, dünyanın her tarafında savaşın kötü bir şey olduğunu söyleyenler olmuştur. Ama savaş karşıtlığının anlamlı hale gelmesi için her özel, somut savaşın kendi koşulları içerisinde irdelenmesi lazım, genel soyut bir savaş karşıtlığı ile savaşı önleyemezsiniz. Neticede şu an dünyada savaştan yana olduğunu söyleyen hiç kimse yoktur ama dünyanın dört bir tarafında da savaşlar vardır.
Barış meselesine gelince; benim bildiğim dünya siyasal mücadeleler tarihi ve savaşlar tarihinde barış anlaşmaları olarak geçen anlaşmaların tamamına yakını, iddia ediyorum ki, emperyalist barışlardır. Galip devletlerin mağlup devletlere kendi iradesini dayatma metinleridir. Böyle baktığımızda barış siyasal olarak öne çıkarılacak bir talep değildir, biz barış istiyoruz sloganı anlamlı bir siyasal talep değildir, Kürtler bakımından çok anlamsız bir taleptir. Bizler barış istemiyoruz, hak ve özgürlüklerimizi istiyoruz, hak ve özgürlüklerimizi elde ettiğimizde kimseye dayattığımız bir savaş yok, kimseyle savaşmayız, herkesle barışık yaşamaya hazırız.
Kürdistan’ın içinde bulunduğu jeostratejik durumdan kaynaklı Kürtlere dayatılan bir savaş vardır, daha çok Kürdistan’a savaş dayatılmıştır. Eğer savaş karşıtları varsa öncelikle Türk devletinin Kürtlere dayattığı bu savaşa karşı çıkmaları lazım. Türk ordusunun Kürdistan’da 400 bin askeri vardır ve bu 400 bin asker her türlü silah kullanma hakkına sahiptir, hiçbir engelle karşılaşmamıştır. Eğer bu savaş değilse PKK partizanlarının kullandıkları kaleşnikof silahının çıkardığı ses hiç savaş değildir. PKK’nin silahlı güçleri Türk devletinin bize dayattığı savaşa verilen bir cevaptır. Her ilerici insanın karşı çıkması gereken savaş Türk devletinin başlattığı kolonyalist savaş olmalıdır. Barış istemiyoruz, hak ve özgürlük istiyoruz.
ENVER ALPŞAR: Diyarbakır neden tahrir olamıyor?
FUAT ÖNEN: Birincisi Diyarbakır Tahrir olmaz olmamalıdır. Tahrir, Kürt siyasetinin kendisine örnek alacağı bir yer değildir. Onun yerine Kürt siyaseti Güney Sudanı tartışmalıdır, Güney Sudan’ı örnek almalıdır. Güney Sudan’da her iki tarafın da demokrasiyle hiçbir ilişkileri olmadığı halde, hatta Sudan devlet başkanı batılılar tarafından savaş suçlusu olarak aranıyor, güney Sudan’ı yöneten çevrelerin de demokratik oldukları söylenemez ama buna rağmen son derece demokratik bir referandum ile Güney Sudan Kuzey Sudan’dan ayrıldı. Bana göre Kürt siyasetinin Güney Sudan yerine Tahrir’i örnek almalarının altında yatan bir neden de Türkiyeci düşünmeleridir. Çünkü sonuç itibariyle Tahrir’de olan şey yığınların meydanda toplanarak yönetimin gitmesini talep etmeleridir. Oysa Kürt siyaseti Diyarbakır’da Türk devletinin yönetiminin değişmesini değil, Kürdistan toprakları üzerinden çıkmasını talep etmelidir. Diyarbakır neden kitlesel kalkışma merkezine dönüşmüyor, Newroz’larda 500 bine yakın insan toplayabilen Kürt siyasal hareketi bunu kalıcı bir muhalefet odağına dönüştürmeyi hiçbir zaman düşünmedi. Bunun nedeni de şudur; Kürt siyaseti Türk egemenlik sistemiyle köprüleri atan bir siyaset izlemiyor. Kürt siyaseti hücumcu bir yaklaşıma sahip değil, savunmacı bir siyaset anlayışına sahip. Bunu son 15 yıl için söylüyorum. Tahrir benzeri görüntüler, Türk egemenlik sistemiyle köprülerin atılmasını, çözümü Ankara’da değil Diyarbakır’da aramayı şart koşar. Eğer siz çözüm yeri olarak Ankara’yı, TBMM’yi adres olarak gösterirseniz Diyarbakır’ı Tahrire dönüştüremezsiniz.
ENVER ALPŞAR: Son olarak K. Kürdistan’da ulusal sorunu sınıfsal bir içerikle ele alan, kendisini örgütsel olarak bütünüyle Kürdistan merkezli kurgulayan antikapitalist sosyalist bir parti kuruldu. Özgürlük ve Sosyalizm Partisi buna ilişkin değerlendirmeleriniz?
FUAT ÖNEN: Kürdistan’ın kuzeyi siyasal gelişmeler açısından gerçekten çok ilginçtir. 1974-80 arasında k. Kürdistan’daki yurtsever muhalefet içinde komünist olmadığını söyleyen bir tek siyasi örgüt yoktu. Hatta komünist olmayan yurtsever çevreler yürüyüşlerde mitinglerde yürüyecek alan bulamazlardı. Böyle bir ideolojik hegemonyası vardı komünizmin Kürt ulusal muhalefeti içinde. Bu ne kadar sahihti, bunu tartışmak başka bir şey, ben kendi adıma çok fazla sahih olduğunu düşünmüyorum. 1990 lardan sonra Kürdistan sathında çalışan, faaliyet sahası ağırlıklı olarak Avrupa ve Kürdistan dışı olmayan, komünist olduğunu söyleyen bir örgüt kalmadı. Komünist damarı olmayan bir ulusal muhalefet eksiklidir, sakat bir denklemdir. Tümüyle komünist olduğu denklem de sakat bir denklemdir, yani 75-80 arası dönem de yanlıştı. Ulusal muhalefet içinde komünist de olacak milliyetçi de olacak İslamcısı da olacak, biz bir türlü o sağlıklı denklemi oturtamadık. Böyle bakıldığında Kürdistan’ın kuzeyinde komünist iddiasında bulunan bir partinin kurulması sadece zorunlu değil, gereklidir de. Ama tartışılması gereken birkaç nokta var; birincisi bu legal olmak zorunda mıdır? Legalite ve illegalite Türk düşünceleridir, biz bu düşünce normlarına göre mi örgütlenmeliyiz? Bana kalırsa bunu sorgulamamız lazım. Defacto mücadele tarzının Kürdistan için daha uygun olduğu kanaatindeyim. Legal mücadele tarzını kökten reddediyor değilim, o da olacak ama bana kalırsa esas olması gereken defacto örgütlenme ve mücadele tarzıdır. İkincisi; Komünist cenahta da bir netlik olmadığını söylemeliyiz, bu sadece Kürdistan’daki komünist hareket için böyle değildir, tüm komünist hareketler çıkışı itibariyle enternasyonaldir. Tek tek ülkelerin komünist partisi olmaz dünya komünist partisinin parçaları olarak ülkesel veya bölgesel komünist partileri olur. Oysa bizim 1943’den buyana süren bir dünya komünist partisi sorunumuz var. Sovyetlerin çözülüşüne kadar bu boşluk farklı adımlarla doldurulmaya çalışıyordu, işte Avrupa komünist partileri, partiler arası ilişkiler konferanslar vs. Sovyetler çözüldükten sonra bu da olmadı. Örgütsel bir sorunumuz var, dünya komünist partisi yokken ülkesel komünist partileri kurmak zorunda kalıyoruz. Bir de dünya komünist hareketlerinin çok ciddi teorik felsefi meseleleri var. Ama buna rağmen dünyanın her yerinde komünist partileri kurulmasının objektif şartları vardır, bunun sübjektif şartlarını yarattığını söyleyen her çevrenin adı ne olursa olsun komünist, sosyalist parti kurmaları olağandır. Önemli olan bu iddianın altını doldurabilmektir, bu çok büyük bir iddiadır. 21.yüzyılda Kürdistan’ın kuzeyinde komünist partisi kurmak ve komünist parti öncülüğünde bir ulusal mücadele geliştirmeye çalışmak çok büyük bir iddiadır. Bu bakımdan ÖSP’nin kurulması iyi olmuştur. Umud ediyorum ki bu iddiaların altını dolduran bir siyasal mücadeleyi de geliştirirler.