İki şekilde değerlendirmek lazım; birincisi, gerçekten de bu Türkiye Cumhuriyeti projesinin sahipleri ki darbeciler kendilerini o projenin öz sahipleri olarak değerlendirirler. Gerçekten de Kürdistan meselesinin, Kürt ulusal-siyasal hareketinin, kendileri için ölümcül olduğunu biliyorlar. Ve bu konuda, yani bu bir fobi ya da bir hastalık değil, bu korkuları reeldir, gerçekçi bir korkudur. Çünkü Kürdistan’ın birliği, bağımsızlığı, özgürlüğü, Türkiye Cumhuriyeti projesini yerle bir edecektir. Böyle düşündükleri ve böyle inandıkları için, Kürdistan'ın her tarafındaki gelişmeleri, kendileri İçin bir tehdit olarak görür ve darbe yapmak için bir neden olarak da değerlendirirler. Bu işin gerçek kısmı.
İşin ikinci kısmı şudur; her darbe, kendisine bir sosyal taban oluşturmaya çalışır. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti projesi, hala bitmiş ve kendisine bir ulus oluşturabilmiş değildir. Ulus inşa süreçleri devam etmektedir. Yani, jenosidal bir ulus İnşa projesidir bu proje ve bu inşa süreci, devam etmektedir.
Her darbede ve bu inşa sürecinde, özellikle 20’lerden 30’lardan sonra, ötekileri Kürdistan’dır. Kürdistan üzerinden, Türkiye'deki sosyal tabanlarını güçlendirmeye ve orda bir ulusal birlik oluşturmaya çalışıyorlar. Tehdit olarak gösterdikleri, onların deyimiyle Kürtçülüktür, bazen bölücülüktür, bazen terördür; bunu, bir araç olarak kullandıkları için de bunu abartıyorlar, olduğundan da fazla gösteriyorlar. Bir zemini var, gerçekten de Kürdistan, bu projeyi tehdit eden, bir potansiyele, dinamiğe sahip, ama darbe dönemlerinde, kitle desteği sağlamak için, Türklük birliğini sağlamak için de bu olduğundan da fazla gösterilmekte, propagandada da en ön plana çıkarılmaktadır.
71 Darbesi’nde de yapıla gelen budur. Aslında o raporlara bakarsanız, yani, falan öğrenci, filan yerde şunu söylemiş, falan esnaf filan yerde şöyle bir şey söylemiş gibi. Aslında, böyle bir MİT raporu için, gayri ciddi sayılabilecek şeyler var ama birincisi, MİT zaten, darbe yapılmasının gerekliliği konusunda herkesi, ikna etmeye çalışıyor, devlet içinde. Sonrasında da Türk birliğini sağlamak için, ötekisi Kürtlerdir, bunu abartarak da propagandasını yapıyorlar. Bunu, ikili yönden değerlendirmek lazım.
…
Evet, öyle görüyorlar. bu şuna dayanıyor; yani, Ağrı Direnişi sırasında, sanıyorum, Hürriyet Gazetesi’nde çıkan, bir başlıktı, “Hayali Kürdistan Burada Medfundur. ”diye. Ondan sonra, 1930-60 arasında; görece, bu konuda, rahat davrandı devlet ya da devleti rahatsız edecek, Kuzey Kürdistan'da ciddi bir hareketlilik olmadı. 60'lardan sonraki hareketlilik; aslında, onlara bağımsız Kürdistan hayalinin medfun olmadığını gösterdi. Bunu da Kuzey Kürdistan'da da dayandırabilecekleri üç tane yapı var. Kürdistan Demokrat Parti’leri, DDKO ve TİP içindeki doğulu sosyalistler grubu. DDKO’yu hedef seçmelerinin bir nedeni, açık bir örgüt, bunun kapatılması lazım ve bir de gerçekten DDKO; artık, metropol merkezli gençlik örgütü olmaktan çıkıp, Kürdistan’ın her tarafında örgütlenen, aslında, siyasi bir örgüte dönüştü.
Her iki Kürdistan Demokrat Partisi’nin de varlığını unutmadan, Güney Kürdistan'daki otonomi anlaşması ile beraber düşündüğümüz zaman, MİT'in gerçekten de bunu, kendi bekası için, devletin bekası için, bir tehdit olarak, algıladığını düşünmemiz lazım.
…
Evet, yani, bunun bir çoban ateşi, bir kıvılcım olabileceğini, değerlendiriyorlar. Değerlendirmelerinde de yanlış değiller, öyle de olmuştur. Kuzey Kürdistan'daki sessizlik dönemi, yırtıldıktan sonra, artık bir daha, Kürdistan'da 1960 öncesine dönmeleri, mümkün olmamıştır. Böyle bakıldığında, MİT’in tespitlerinin gerçekçi olduğunu, söylememiz lazım. Zaten; MİT, Genelkurmay ve devletin iç yazışmaları, aslında, son derece gerçekçidir. Ne Kürt’ün, ne Kürdistan’ın varlığı, pek inkâr edilmez. O dışarıya yansıtılan kısmıdır, inkâr kısmı. Gizli tarih dediğimiz, bir tarih olarak bakarsak ona, gerçekçi değerlendiriyorlar. Yani; Kürt aydınları da, Türk aydınlarının da bir kesimi, bu korkunun aslında, temelsiz bir korku bir hastalık olduğunu düşünüyor, ben o kanıda değilim. Reel bir tehlikedir. Yani, bu proje sahipleri için, Kürdistan reel bir tehlikedir ve şu anda bu projeyi tehdit eden, tek tehlikedir neredeyse. Onun için; “Korkuyorlar, Korkmalılar, Korkacaklar! ”diyelim.
…
Yani aslında çok masum bir mektup. Akrabadırlar da bildiğim kadarıyla. Fakat, bu mektupta; yani, hem bu mektubu kullanmak istiyorlar, çünkü bunları, daha sonra yapacakları operasyonların gerekçesi yapacaklar, yani, MİT raporunda yazılan her şey, daha sonra yapılan operasyonların, gerekçesi haline getiriliyor.
Genç nesil, her zaman ürkütmüştür, sadece bu devleti değil, dünyadaki bütün devletler, gençlerin devrimci muhalefetinden her zaman ürkmüşlerdir. Onlar da Kürdistan gençliğinin, beş yıl sonra, on yıl sonra, nasıl olabileceğini, bu mektuplardan ya da aldıkları diğer ifadelerden anlamışlardır. Öbürü tabii çok trajik bir sonuçtur. Hem mektubu yazanın, hem mektubu okuyanın, gazetecilik yaparken, devlet tarafından katledilmesi de ayrıca trajik bir durumdur.
…
Belki orada, şunu söylemek lazım; yani, Sait Elçi, hakikatten 60 sonrası, Kürt ulusal uyanışında, çok önemli bir lider, önemli bir figürdür ama o raporlardan anladığımız kadarıyla, Türk devleti, Kürt örgütlerini yakından ve çoğu zaman içerden takip etmektedir. İşte o, Türkiye-Kürdistan Demokrat Partisi’nin, Antalya'da davası falan var. Orada, Sait Kırmızıtoprak’ın sürekli, Sait Elçi ile cezaevi koşullarında görüşmesi var. Bunların hepsi, takip-tarassut altındadır. Sait Kırmızıtoprak’ın, Güney Kürdistan'da yapıp ettikleri izlenmektedir. Sait Elçi’nin, partisini yeniden ayağa kaldırmak; yani, o yedikleri darbeden sonra, partiyi yeniden ayağa kaldırmak, toparlanmak için yaptıkları faaliyetin, bilgisine sahiptirler. O dönemin neredeyse bütün önde gelen Kürt kadroları, böyle sıkı bir takip ve tarassut altında yaşamıştır.
Bu arada işte, Musa Anter gibi başka kadrolar da var. Böyle devletle görüşmeyi olağan sayan kadrolarımız da vardır. Şerafettin Elçi, Musa Anter, belki Derwêşê Sado, yani bunu şunun için söylüyorum; henüz net bir ayrışma yoktur. Biz ve onlar bilinci, henüz yeni yeni oluşmakta ve bir tür, bir iç içelik sürmektedir.
…
Söyle söyleyeyim. Türk devleti aslında, son yıllara kadar çok da böyle derli toplu bir devlet değil idi. Fakat bu devlet, kurulduğundan bu yana Kürdistan meselesinde, çok derli topludur ve tam bir mühendislik faaliyeti içindedirler, Kürdistan meselesinde.
Şimdi mesela, II. Dünya Savaşı'nda; 1941'de, Sovyetler kuzeyden, İngilizler Güney'den, İran'ı işgal ettikleri zaman, Türk genelkurmayı, Türk MİT’i ve Türk hükümeti, teyakkuz haline geçmiştir. Bakın, Kuzey Kürdistan'da bizler; hatta Kürdistan’ın diğer parçalarındaki Kürt siyasileri, bu işgali, ilk olur olmaz, bu ölçüde değerlendirebilmiş değiliz, yani. Biz işte, o dönemi, daha yeni yeni okumaya yazmaya başlıyoruz ama o dönemde; şimdi, ismi gelmedi aklıma, raporu var, MİT- Genelkurmay arasındaki yazışmalar var. İşte, Sovyetler kuzeyden girdi, İngilizler Güney'den girdiler, orada Kürdistan aşiretlerine ve orada Kürtçülük faaliyetlerine dikkat etmemiz lazım deyip, teyakkuz haline geçiyorlar, hem İngilizlerle, Hem Sovyetlerle, orada Kürtlerin hiçbir tür, herhangi bir statü ya da hak kazanmasını engellemek için de bütün devlet nüfuzunu kullanıyor. Hatta İngilizlerin aslında orada, -bir Kürt otonomisi için olumlu baktığı söylenir- Sovyetlerin 45'ten sonra -buna olumlu baktığını söylenir- buralardan geri adım atmalarının, bir nedeninin de Türk devletinin baskısı olduğu söylenir. Kamplar arasında manevra yapmak, bu devletin, bir diğer karakteridir ve bu manevralarda, sürekli Kürtler aleyhine, bir yol kat etmek arzusundadır.
Mele Mustafa Barzani'ye gelince, o da zaten Mahabad’tan bu yana, en az Kadı Muhammed kadar, Kürdistan’ın bütün parçalarında duyulmuş, güvenilmiş ve umut bağlanmış, bir liderdir. Bu, 1975 Cezayir anlaşmasına kadar böyleydi. Orada, özellikle onun öne çıkarılmasının iki amacı var; bir, bahsettiğim bu tarihi fonksiyonundandır, Öbürü de Kuzeydekileri ona bağlı gösterme çabasıdır. Bu bütün davalarda öyle gösterilmiştir. Biliyorsunuz Kadı Muhammed’in yargılandığı davada da İran sömürgecileri, Kadı Muhammed'i dışarıdan yabancı güçleri İran'a getirmekle suçluyorlar. Kastettikleri Mela Mustafa Barzani’dir.
Bütün, her 4 sömürgeci devlet de kendi Kürtlerini izole etmeye çalışıyor, öyle diyelim. Yani şu anda da mesela, yapılan budur. Yani Akdeniz'in doğusundan, İran sınırına kadar, Türk devleti, Kuzey-batı Kürdistan'ı, Kürdistan’ın diğer her üç parçasından soyutlama gayreti içindedir. Tarih bilinci ile baktığımız zaman, o değerlendirmeleri, bize normal geliyor.
…
Doğru bir tespit onlar bakımından, Kürtlüğün gelişmesi, Türkiye Cumhuriyeti projesinin, bu anlamda, Türkçülüğün, Türk milletinin aleyhine ve hatta da onu, sona erdirecek bir potansiyele sahiptir. MİT’in bu konudaki, tespiti oldukça gerçekçidir. Bu böyledir; yani, bu projenin uygulanmaya başladığı günden bu yana, yüz yıl geçti, bu hiç değişmedi. Belki, bunu geç anlayan ya da hala anlamakta güçlük çeken, Kürt- Kürdistanî siyasettir. Onlar, bunu çok doğrudan, zamanında, bir gizli anayasa maddesidir bu; yani, o paragraf. Gizli bir anayasa maddesidir, onun üzerinden yürüyorlar.
İkinci nokta, darbenin gerekliliği konusunda kullanılmıştır. Bu da Türkiye'de hep öyle ola gelmiştir. Yani mesela, 1925 ayaklanmasını Mustafa Kemal, kendi rakiplerini tasfiye etmek için kullanmıştır ve bütün darbelere, -olmayan dönemlere de- baktığımız zaman, Kürdistan'da bir hareket, ulusal hareket geliştiği zaman; devlet, bunu Türkiye'deki muhaliflerini de bastırmak için kullanmıştır. Yani, bir tür şöyle söylemek mümkündür; Kürdistan'ın jenosidal bir işgalcilik altında tutulması, Türkiye toplumunu da zehirlenmiştir. Ve maalesef, Türkiye toplumu bu zehre alışmıştır. Yani bunun zehir olduğunun bilincine varması gerekir Türkiye toplumun. O gerekçe olarak gösterilmiştir.
-Üçüncüsü neydi?
-Anayasaların yapılması.
-Evet, işte onu söyledim. Yani bir darbe yapılması lazım, bu anayasanın değiştirilmesi lazım, zaten 12 Mart darbesinden sonra; işte, bu 61 Anayasası'nda yapılan tadilatlar da büyük ölçüde, bu MİT raporları, esas alınarak yapılmıştır.