Kommando mezalimi
1970-71 arası, bir yıla yakın süren, bir komando mezalimi var. Bunun iki tane nedeni var; bir, devletin diliyle söylersek, dış Kürtlerdeki gelişmeler, bir de iç Kürtlerdeki gelişmeler:
Dışarıdaki gelişme şudur; 1970'in başında, 1970 Mart'ında, Türkiye-Kürdistan Demokrat Partisi, Mele Mustafa Barzani öncülüğünde, Saddam’la bir otonomi anlaşması imzaladı ve Türk devleti Kürdistan meselesinde bütün duyargaları açık olduğu için, bunu anında kendisi için bir tehdit olarak algıladı.
İçeride ise; Kuzey-batı Kürdistan'da, işte Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’nin, Doğu mitinglerinde görünür hale gelmesi, DDKO’luların, Türkiye İşçi Partisi içindeki sosyalistlerin, bu meseleyi sürekli gündemde tutmaları, bunu da Türkiye Cumhuriyeti kendisi için, bir tehdit olarak algıladı.
Şimdi aslında, bu komando mezaliminin esas mesajı; yani, “Burası Güney Kürdistan değil, orada bir otonomi anlaşması imzalanmış olabilir, Devletimiz güçlüdür ve en ufak bir kıpırdanmada, sizi ortadan kaldırmaya da muktedirdir.” Komando seferinin, ana mesajı budur. DDKO’lular bunu doğru okumuşlar,
-Burda, o zaman, en önemli faktör, dış Kürtlerdir, özellikle Güney Kürdistan’daki gelişmelerdir. İçerdeki gelişmelerin bununla bir ilişkisi var.
-Doğu mitingleri, DDKO’nun çıkışı ve benzeri gibi.
- Doğu mitingleri, hem DDKO, hem de Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi var. Ama reel tehdit, devletin algılaması açısından söylersem, o dönemde DDKO ve Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi, Türkiye Cumhuriyeti'ni tehdit edecek, bir hazırlık ve hareketlilik içinde değiller.
Türkiye Devleti, Güneydeki bu gelişmelerin, burayı tetikleyeceğini düşünüyor. Hem DDKO’yu, hem Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’ni o ara bir de kurulan Doktor Şivan’ın partisi var; Türkiye'de Kürdistan Demokrat Partisi. Devlet, Dr. Şıvan’ın PDK’sini de Güney üzerinden okuyor zaten. Yani, çünkü Güneyde örgütlüler, Güneyde yerleşikler, Güneydeki gelişmelerin, Kuzey’i çok daha hızlı tetikleyeceğini ve burada ciddi bir tehdit oluşacağını düşündüğü için, bence komando seferini başlattılar burda. Tabii, yasa-hukuk-ahlak dışı bir sefer. Özellikle yapmaya çalıştıkları; Kürtleri, Kürtlüklerinden utandırmaktır. Çünkü mesela bizim işte Derik’te bir köye geldiler, o zaman ve köy imamını penisinden ipe bağlayıp, ipi de eşinin eline vererek, köy meydanında gezdirdiler. Şimdi bunu biz oradaki sapık bir askerin ya da polisin uygulaması olarak görmüyoruz. 80'de Diyarbakır Cezaevi'nde yapılanlar da aynı şeydir. Kürtleri, Kürtlüklerinden utanır hale getirme çabasıdır. Kürtlük kimliğini, kişiliğini ezmek ve artık kendisinden utanır, nefret eder hale getirmektir. Bu tabii Türkiye devletinin ilgili kurumlarında düşünülmüş, tartışılmış ve uygulanmış bir projedir. Çünkü şöyle düşünün; işte onlarca köylü kadın-erkek, çoluk-çocuk, meydanda ve Türk devleti, işte köy imamını o halde teşhir edip yürütüyor ve halkın herhangi bir tepki göstermesine de fırsat vermiyor.
Bu neye yol açar? Bu işte, Kürtlerin, Kürtlük kimliğini, Kürtlük şahsiyetini hırpalamaya dönüktür. Mazıdağı’nda da işte, Hakkâri’de, Siirt'te, Diyarbakır'ın bazı ilçelerinde, sürdü. Yoğunlukla o bölgede sürdürüldü. Bölgeyi de esas aldığımız zaman, daha çok Güney Kürdistan ile ilişkili olan, ulusal damarın güçlü olduğu bir bölge. O bölge özel olarak seçilmiş ve böyle bir komando seferi yapılmıştır.
Bence DDKO’lular doğru okudular ve doğru hamle yaptılar. O dönemin imkânları içinde, bütün bu köyleri gezerek, köylülerle tek tek röportaj yaparak, kayıt altına aldılar. Koltuklarına teypleri, o zamanki teyp kasetlerine doldurup, Ankara'ya geldiler. Bunu bir rapor haline getirdiler, hem Türk devlet başkanına gönderdiler, hem de bir basın açıklamasıyla Kürdistan, Türkiye, dünya kamuoyuna açıkladılar.
Bu önemli bir şey, DDKO için de önemli bir şeydir. Artık, bir siyasi hamiledir, DDKO bakımdan ve kendi başına yaptıkları bir hamledir. Tabi DDKO’ların bu çalışmalarında, bölgedeki Türkiye Kürdistan Demokrat Partililerden, örgütsüz Kürt milliyetçilerinden, devrimcilerinden de destek almışlardır, DDKO’lular. Bu bakımdan, önemli bir sıçrama noktası sayabiliriz, DDKO’luların bu raporunu.
Bunu içeriklerinden bağımsız olarak söylüyorum. Çünkü yani, bugünün normlarıyla, o dönemin metinlerini, bildirilerini, tartışmak doğru olmaz. Bugünün normlarıyla bakarsak, işte birlikte yaşam, benzeri ideolojik argümanlar olduğunu söyleyebiliriz. Ama bunu, o dönemin koşulları içinde değerlendirdiğimizde, önemli bir sıçrama noktasıdır.
-Şimdi bu komando baskınlarında gerekçe olarak; eşkıya barındırılması, silah toplanılması gibi hatta insanlardan zorla silah kaçakçılardan silah alıp vermek zorunda kalan insanlardan falan bahsediliyor. Gerekçeleri konjonktür açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
-Tabi bunların hiçbir geçerliliği yok, Çok ciddi bir silah toplatılma olmadı, O daha cumhuriyetin ilk kuruluş dönemlerinde yapılan, geniş çaplı silah toplatılmalar var ki o zaman, silah sahibi olmayanlar da gidip harç-borç para alıp, kendilerine bir silah alıp, onu devlete teslim etmek durumunda kaldılar. Bu komando seferinde bu çok yaygın kullanılmadı, Ama zaten Kürdistanlılar silahlıdırlar. Yani şimdi de ne zaman Kürdistan’ın hangi köyüne gidersen, o köyde silah bulursun ve bunlar da o silahları bulup; bunun, halkın silahsızlandırmak olarak gerekçelendirmeye çalıştılar. bir eşkıya faaliyeti de söz konusu değildi. Yani, o bölgelerde artık eşkıya diyebileceğimiz, insanlar yoktu zaten; yani, bunları daha çok ne bileyim, 19. yüzyılın sonlarında, 20. yüzyılın başlarında, hani şu ya da bu nedenle birini öldürüp dağa çıkan, insanlar için kullanılıyor o kavram ki 1970'te, böyle bir yapı da yok idi.
Şimdi, Türk devleti, Kürdistan'a yaptığı her operasyona, her sefere, birtakım mazeretler bulmak durumunda. Aslında sahada olmadığı zaman da yani; bazen, sahada gerçekten, Türk devletini tehdit eden olaylar, örgütler vardır. Bunlar olmadığı zaman da devletin ilgili kurumlarında üretilip-uydurularak, piyasaya sürülüyor. Dolayısıyla, böyle komando zulmüne sebep olabilecek, ne bir eşkıya hareketliliği, ne de yeni bir silahlanma var idi.
O dönemki bütün bildirileri, DDKO bildirilerini, yani başlangıçta liseli biri olarak izledim. DDKO’ya gider-gelir, DDKO’nun bütün etkinliklerinden haberdar olurduk. Öne çıkardığı sloganlar var idi. Mesela bunlardan birisi; şimdiki anlayışla çok geri bulduğumuz bazı sloganlardır. Bunlardan birisi şuydu, işte; “Batıya Fabrika Yol, Doğuya Jandarma Karakol !” Yani o dönem henüz; böyle, “Bu devlet bizim değildir, Bu devlet Kürdistan'dan çıkmalıdır.” gibi bir siyasi anlayışa ulaşılmış değildi. Daha çok; devletin, Kürdistan'da yapıp-ettiği aşırılıklara bir itiraz olarak, görülür idi. O dönemki, metinlerde de işte, yürüyüşlerinde de, mitinglerde de, basın açıklamalarında da, daha çok bu zihniyet egemendi, diyelim.
Bunun önemi şuradadır. çok sert sürdürülen işgalci ve jenositçi saldırılardan sonra, 1920-1940 arası diyelim, Demokrat Partisi döneminde, Demokrat partisine duyulan, işte artık bu asker zülümü olmayacak, hissiyatı da gelişmişti. Hatta bu nedenle, birçok Kürt aydınları, Demokrat partisine girmiş, Demokrat partisini desteklemişlerdir. Ondan sonra, yeniden o günlere dönülüyor mu, yani bizden önceki kuşakların algısı bu idi. Hatta şöyle de söylemek mümkündür; bizden önceki kuşak, çok daha fazla zulmü içselleştirdikleri için, bu devlete karşı çıkmanın, böyle sonuçlar doğuracağını söyleyip, o dönemin gençlerini siyaset dışı tutmağa da çalışırlardı. Ayrıca devlet eliyle, Kürdistan'da sürdürülen bir propaganda da işte, Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi ve DDKO’nun, hatta TİP’in, Kürdistan'daki eylemlerinden dolayı bu zulmün yapıldığı söylenirdi, ama onunun dışında çok ciddi bir tepki de aldı Kürdistan'dan.
Özellikle, komando Seferleri'nin düzenlendiği bölgelerde, halk bunu, Kürtlüğe, Kürt namusuna yönelik, bir saldırı olarak değerlendirip, çok ciddi bir tepki de gösterdi. Yani, bunun Kürdistan'da bir iç tartışmaya yol açtığını da söyleyebiliriz; yani, “Neler oluyor, ne oluyor, gençlerimiz yeniden ne yapmaya çalışıyorlar, devlet bunun karşısında ne yapacak, biz ne yapmalıyız?” gibi ciddi bir tartışmaya da yol açtığını söyleyebiliriz. Bunları daha çok, DDKO savunması üzerinden de yayıldığını söyleyebiliriz. Çünkü DDKO savunması, Kürdistan'da ciddi bir ses getirdi.
Kürdistan’ın her tarafında, neredeyse üyeleri ve taraftarları olan, bir gençlik örgütü olduğu için, mahkemelerdeki duruşları, kulaktan kulağa yayılarak, çoğu zaman abartılarak da gençlerimiz; “Türk mahkemelerinin tanımıyor, Türk mahkemelerinde Kürt meselesinin savunuyorlar.” diye, dalga dalga yayıldı ve bu savunmalarda da bu komando zulmü, seferi, önemli bir yer tutmuştur.
1974'de yeniden gençlik örgütleri kurduğumuz zaman, daha çok DDKO’yu referans alarak kurduk. Yani Ankara, İzmir ve İstanbul'da üç tane ilk DDKD’ler kuruldu. O ilk DDKD’ler, aslında DDKO’yu kendi mirası olarak alıp, o miras üzerinde kuruldu. Fakat tabii ki DDKO’dan daha farklı, artık yeni siyasal söylemlerle kuruldu. Maalesef onlar, 1974-77 arasında, bağımsız örgütler olarak kalabildiler. Sonra Kuzey-batı Kürdistan'da yeniden birçok siyasi hareket çıkınca, her siyasi hareket kendi gençlik örgütünün kurmaya başladı.
Bu çok önemlidir; psikolojide ve sonra oluşan hafızada, düşünün ki bizim oradaki köye gelen işte bir tabur asker, aslında oradaki köylüler tarafından, çok rahatlıkla ortadan kaldırıla bilinir. Öyle olduğu halde, yani böyle teke tek düşünüldüğünde, ya da biz ve onlar diye düşünüldüğünde, onların çok da üstünde bir kendine güven olduğu halde, söz konusu olan arkasında bir devlet olduğu için, orada hiçbir şey yapmadan izlemek durumunda kalınıyor. bu çok önemlidir. Yani bunu şeyle benzeştirebiliriz; koğuşun içinde, 1980 Diyarbakır 5’noluda, bir tane yoldaşına, aklın hafızalanın almadığı, işkenceler yapılıyor, kalan 50-60 kişi, bunu sadece izlemek durumunda kalıyor. Ve çoğu zaman, direnen, tavır alan mahkûmları, tutukluları, “Ya bunu yapmayın, gene çok daha yoğun bir işkence gelecek.” diye engellemeye çalışıyorsun. Onun için bu çok ciddi psikolojik sorunları olan ve toplumsal hafızaya kayıt olan, bir seferdir, komando seferi.
Sömürgeci devletlerin çizdiği sınırlar Kürtler arasında reel bir sınıra dönüşmüş değil.
O zaman, ortada bir sınır yoktu zaten. Yani evet, devletlerin masaüstünde çizip ilan ettikleri, bir sınırı var. Ama özellikle, o bölgede, kuzeyde ve güneyde yaşayan Kürtler arasında, reel bir sınıra dönüşmüş değil. O yörenin insanlarının hafızasında da böyle bir sınırı yok. Çok rahat gidip gelebiliyorlar, şeyi de iyi biliyoruz, yani hatta 1980'lere kadar, bölgedeki Kürtlerin altı ayda gidip, altı ay peşmergelik yapıp, tekrar geri döndüklerini de biliyoruz. Onun için onlar bakımından, o zaman aslında bir sınırı geçmek falan değildi, bir tür işte, gelen bir baskıya karşı geri çekilmek gibi düşünülüyordu. O Kürt bilinci, Kürt hafızası, belki 80'lerden 90'lardan sonra, biraz yıkıldı. Onun için Mahmur ile benzeştiremiyoruz, yani o Mahmur vakasıyla, bunu benzeştiremiyoruz. Çünkü oradaki gidişte, örgütlü faaliyet var, bir örgütlü götürüş var.
Bölge insanının, Kuzey-güneye bakışı aslında öyle, yani bölge insanı Kürdistan'ı, devletlerin söylediği gibi dört ayrı parça olarak görmüyor, özellikle bu sınırların çekildiği alanlarda.
Türk devleti, hiçbir zaman, halktan gelen reaksiyonları kaale alıp, ona göre kendisini düzenleyen bir devlet olmadı. Hele söz konusu olan Kürtlerse, buna tam tersi bir refleks gösterir; eğer talep Kürtlerden geliyorsa, bu mutlaka, arkasında bölücülerin, devletlerin, şunların- bunların olduğu, bir komple olarak, kendi kamuoyuna yansıtır.
Dolayısıyla, zaten 1971'e giderken, yani 1970 Mayıs'ından sonraki süreç, 1970 Mayıs’ından önce başlayan, bir darbe süreci var, ordu içinde, farklı darbeci klikler var ve bunlar için, önemli olan; ordu, idareye el koymazsa bekamız tehlikede. Dolayısıyla bunu kışkırtacak her şeye açıktır, devlet. Bu bütün darbeler öncesinde yapılagelen iştir. Özellikle 1980 öncesi yani 1980/12 Eylül darbesinde, bu çok daha açıktı, yani, bilerek devletin belli bir merkezinden kışkırtılarak yapılan çatışmalar, saldırılar falan söz konusuydu. DDKO’nun o tepkisi de; yani, bütün Türkiye'ye böyle mal olmuş bir tepki olmadı. Günümüzde olduğu gibi, böyle dünyada kamuoyu oluşturacak imkânlar falan da zaten yok idi. Devlet bildiğini okumaya devam etti.
Kürt ve Türk solunun içiciliği ve ayrışma süreci
Şimdi bu, o dönemin, iç içeliğiyle ilgili bir şeydir. Yani mesela, DDKO vardır, DEV-GENÇ vardır, ama bunlar, günlük pratikte birliktedirler. Mesela Zülküf Şahin, FKF genel başkanıdır. Bir dönem Türkiye İşçi Partisi’nde Emek grubundadır. Sonrasında özellikle 1970’teki doğulu sosyalistler grubunun toplantısından sonra, doğulu sosyalistler grubuna geçmiştir, sonra DDKO davasından da yargılanmıştır. Henüz bir ayrışma, 1970 sonrası olduğu kadar, bir ayrışma yoktur. Birbirlerinden etkileniyorlar, ve üstelik, o dönem Türkiye solu, Kürtlerin ayrı örgüt hakikatini de kabul etmeyen, bir pozisyondadır. Dolayısıyla sahaya dönük bir rekabet de söz konusudur.
Bir diğeri de TİP dışındaki, Türkiye sol örgütlerinin çoğunun, yöneticileri büyük oranda Kürt'tür. Tabanları büyük oranda Kürdistanlıdır. THAKO için öyledir, TİKKO için ya da Türkiye Komünist Partisi/Marksist-Leninist için daha fazla böyledir, THKP-C için böyledir. Birliktedirler, bir aradadırlar ve tartışıyorlar, Kürdistanlı olma duyarlılığı, hiç kuşkusuz bu arkadaşlarda da vardır. Ama bunu Kürdistanî bir duyarlılık olarak değil, sosyalist bir duyarlık olarak algılamakta ve böyle işlemektedirler. Böyle bakıldığında, bunun işte, Hüseyin'den gelmesi de daha önemlidir. Çünkü o da bu konuda, duyarlılığı olan, kadrolardan birisidir.
Fakat önemli olan yani, Türkiye İşçi Partisi onu parlamentoda tartıştı ama o yandan bu yana, işte 50 yıl geçti, hala aynı durumdayız. Türkiye toplumu bunu umursamıyor yani, Türkiye toplumu, Kürdistan'daki her ulusal özgürlükçü ses karşısında, çok büyük çoğunluğuyla, devletinin yanında saf tutuyor.
Bunun ayrı nedenleri var, yani. Çünkü bu bir milletin kurduğu bir devlet değil, tam tersine, bir devletin kurmaya çalıştığı, bir millet yapısıdır. Türk milleti dediğimiz, böyle olağan bir millet değildir. Olağan olmadığı için de özellikle otoktonlardan gelen her sesi, her özgürlükçü ses karşısında, devletin yanında saf almıştır. Yani, eğer mesela, Türkiye İşçi Partisi mecliste bu kadar ses getiren, bir Türkiye Partisi olduğu halde, Türkiye tarafından bu komando zulmüne karşı, halk içinde en ufak bir duyarlılık görülmemiştir.
…
Türk parlamentosunda, Kürt milletvekili yoktur, şimdi de yoktur. Çünkü bu parlamento, Türkiye’ye vatandaşlık bağı ile bağlı olan, herkesi Türk sayan bir anayasanın parlamentosudur. Ve o meclise giden, her Kürt, Türk, Arap, Acem, Ermeni vesaire fark etmez, milletvekili olmak için, “Türklük ve Atatürkçülük” üzerine yemin etmek durumundadır.
Muhalif gruplarımızın, parlamentoyu bir imkân olarak kullanmaya çalışmaları anlaşılırdır. Ama onların, yani, Mehmet Ali Aybar’ın karşısına çıkarılan Kürt milletvekili değil. Ya da İsmail Beşikçi’ye, İsmail Beşikçi’nin karşısına çıkarttırılan işkenceci de bir Kürt işkenceci değil, Türk devletinin elemanı olan bir işkencecidir. Öyle bakmak lazım.
DDKO’lu arkadaşlar, yani, sosyalizmden etkilenmiş olsalar ya da çoğu kendisini sosyalist saysa bile, esas itibariyle, ulusal duygularıyla, ulusal refleksleri ile siyaset yapan kadrolardır. Ve bunlarda, çok gelişkin bir tarih bilincinden söz edemesek de belli bir tarih bilincine sahip arkadaşlardır. Dünü, bugünü ve yarını birlikte ele almaları da onun sonucudur.
Ayrıca DDKO’lu arkadaşların çoğu, yani yönetim kademesindeki arkadaşlar da tabandaki arkadaşların çoğu da o dönem ya Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi ile ya da Türkiye'de Kürdistan Demokrat Partisi ile ilişkili arkadaşlardır. Dolayısıyla böyle söylemeleri önemlidir ama anlaşılırdır. Yani bunun arkasında; aslında, kendisini sosyalist sayan milliyetçi bir Kürdî düşünce görürüm ben, kendi payıma.
Ayrıca 1970-80 arasında, böyle Kürdistan’ın her tarafında, kızıl bayrağın dalgalanmasını da aynı şekilde değerlendiriyorum. Daha çok ulusal tepkilerimizi, dönemin isyan bayrağının rengi kızıl olduğu için de, o ulusal tepkilerimizi, sosyalizm-komünizm olarak isimlendirdik. Böyle olduğu için de 90’dan sonra, komünizmde, yani neredeyse, şimdi Kürdistan'da, sosyalist-komünist kadro kalmadı gibi bir şeye dönüştük. Onları ulusal refleksler, ulusal tepkiler olarak değerlendiriyorum.