O dönemde, bu Cezayir Anlaşmasının içinde Türkiye'de var, Amerika Birleşik Devletleri de var, Sovyetler Birliği de var. İran’ın Kürdistan'daki başkaldırıya verdiği desteği kesmesi karşılığında, Kuzistan, (neredeyse Güney Kürdistan kadar, bir bölgedir) İran’a terkedilmiştir, bu Cezayir Anlaşmasının bir maddesi olarak.
Temel mesele, bu dört devlet de ama onların içinde en önemlisi İran ve Türkiye Devletleri, kendi devlet olarak var oluşlarını, Kürdistan'ın yokluğu üzerinde bina etmişler. Irak ve Suriye, aslında Irak ve Suriye demek, 1920'de Britanya ve Fransa demek. Onların mandası olarak kurulmuş devletler. Köklü olmadıkları gibi kalıcıda olmadıkları görüldü.
Bu ortak dert, onları hep bir araya getirmiştir. Ancak bu devletlerin kendi iç çelişkileri de vardır. Kendi aralarındaki sorunları da var. Şimdi, mesela günümüz açısından baktığımız zaman, İran da Türkiye de, Yakındoğu'da, Ortadoğu'da, alt-emperyal hedefleri olan devletler. Bunlardan İran, Avrasya kampında ve Avrasya'daki diğer büyük devletlerin de onayıyla alt-emperyal hedeflerini gerçekleştirmeye çalışıyor. Türkiye de, şu anda, kamplar arasında mekik dokuyan, ama hiçbir kampa da bağlı olmayan, bu nedenle de yapısal bir krizle karşı karşıya olan, Türkiye'nin de alt-emperyal hevesleri olduğunu görüyoruz.
Gerek Akdeniz'de, gerek Ermenistan-Azerbaycan Savaşı'nda, Libya Savaşı'nda, Batı Kürdistan'ı işgal ederek, Güney Kürdistan’ı işgal etmeye yönelerek alt-emperyal hedefleri olduğunu görüyoruz. Şimdi aynı bölgede alt-emperyal hedefleri olan devletlerin, birbirleriyle çatışmaları kaçınılmazdır.
Bir diğer konu da; işte, Şii-İslam Sünni-İslam propagandası üzerinden bir karşıtlıkları var. Özellikle İran Şîî-Islamı, siyasal bir paradigmaya dönüştürmüş durumda, Türkiye’nin İslam’la pek ilgisi yoktur ama zaman zaman onlar da İslam'ı bir enstrüman olarak kullanıyorlar.
Şimdi bizim dikkat edeceğimiz konu, zaten Kürdistan'ın tarih sahnesine çıkışı bu her iki devletin de alt-emperyal hedeflerine son verecektir. Dolayısıyla bu iki devlet, alt-emperyal hedefler ile savaşlara dahil oldukları zaman, ki bu her iki devlet de bugün, sınırların ötesinde üç-beş ülkede savaş sürdüren devletler. Bu alt-emperyal hedeflerine ulaşmak için de Kürdistan'ın tarih sahnesine çıkmasını, engellemeye çalışacaklardır. O zaman biz onları arasındaki çelişkilere de taraf olmadan, bu çatışmalardan yararlanmanın yollarını bulmalıyız.
Bizim sıkıntımız, zaman zaman bu çatışmalarda bir taraf olmak. Özellikle Halepçe kıyımında, Saddam tarafından, bu çokça kullanılan bir argümandır. Yani, 88 Şubat’ında Yekîtî Nîştiman Kürdistan’la beraber, İran askerleri de Halepçe’nin çevresine yerleşmeye başladılar ve Saddam, bunun intikamını almak için Halepçe’ye kimyasal gazlarla saldırdı. Tabii tek neden bu değil ama hiç olmazsa Saddam'ın, öne çıkardığı esas neden bu. Bana sorarsanız esas neden, Halepçe üzerinden İran’a bir mesajdı; “Elimde böyle güçlü silahlar var. Bak burada kullanıyorum, orada da kullanabilirim.” Zaten bundan sanıyorum, beş altı ay sonra Ağustos 1988'de İran-Irak arasında da bir Ateşkes Anlaşması imzalandı. Bundan dört gün sonra, Saddam ordusu, Halepçe’ye girdi, o zaman da yüzlerce Kürt öldürüldü. Saddam'ın yeniden Halepçe’ye dönüşüyle tekrardan kıyım devam etti.
Şimdi, Enfal, Kur'an'da bir surenin adı. Medine'de Bedir Savaşı sırasında, bazı kaynaklara göre birkaç gün önce, bazı kaynaklara göre savaş sırasında ve sonrasında, Muhammed tarafından okunan bir suredir. Enfal, Nefel’in çoğuludur. Arapça ’da çapul anlamına gelen, işte ganimet, nefel bir de feyl gibi kavramlar var. Bu süreye adını veren Enfal, Nefel’in çoğuludur, ganimet olarak anlamak yanlış olmaz. Bu surenin esası, bu çapul savaşlarında, ele geçirilen ganimetlerin, nasıl pay edileceğidir. Bunun birinci ayetinde, ganimetin Allah'a ve peygamberine ait olduğu söylenir. Kırk birinci ayetinde bu, düzeltilerek beşte birinin, peygambere ve hazineye ait olduğu söylenir. Bunlar müfessirler arasında, tartışmalar var, burada onları bir tarafa bırakıyorum. Esası, savaş sırasında ele geçirilen, mal ve insanların, kazanan taraf arasında nasıl pay edileceğine ilişkin, bir düzenlemedir, bir tüzüktür diyelim. burada önemli olan şudur; yani, Bedir Savaşı, Uhud Savaşı, Hendek savaşları, bunlar aslında, ticaret yollarını ele geçirmek için yapılan savaşlardır.
Medine'de Muhammed ve Mekke'de diğer egemenler, ticaret yollarını ele geçirmeye çalışıyorlar, bunun için savaşıyorlar. Savaşırken de eğer kazanırlarsa ganimet elde ediyorlar. Bu ganimeti paylaşırken aralarında sıkıntı çıkıyor. Savaştaki kumandanlar, daha fazla pay istiyorlar. Geridekiler, bize de bir şey lazım, diyorlar. Dolayısıyla, Enfal özet olarak; “Ganimet Allah’ındır. Bunun kullanılması ve dağıtılması, Muhammed'in tasarrufundadır,” Bu sonra, devletin tasarrufundadır, olarak uygulanmıştır. Muhammed'den sonra, artık bir İslam Devleti kurulduktan sonra, oradaki Muhammed, yerini devlete bırakmıştır. Kur'an'daki böyle bir suredir.
Saddam’ın İslamlıkla bir ilgisi yoktur. Baas; seküler, modern, Arap milliyetçisi-ırkçısı bir partidir. Baas’ın kurucularından çoğu da Müslüman değildir, zaten. Fakat Irak-İran savaşı başladığı zaman, Saddam, İslamiyet’i de ön plana çıkarmış, hatta Irak bayrağını da değiştirmiştir, İslami normlara göre ve Kürdistan’a başlattığı bu savaşın, adına da Enfal suresi adını vermiştir.
Bu, Türkiye'nin işte, bazı seferlerine Cihat adını vermesi gibi bir şeydir. İslami sembolleri kullanarak, kendi kitlelerini, savaşa mobilize etmeye çalışmışlardır. Kendi ordularını motive etmeleri lazım ve biliyorsunuz yani; savaş, aynı zamanda, bir yıkım demektir. Uzun süreli savaşlarda, savaşçıların motivasyonunu ayakta tutmak çok zordur. Eğer bu savaşı, haklı bir dava adına, sürdürmüyorsan hele, çok daha fazla zordur.
Bu durumda ne yapacaksın? O savaşçılara, bazı menfaat yolları göstereceksin. Kürdistan'daki bütün kadınları, bu Arap işgalcilerine helal kıldılar. Savaşçıları, bu ganimetle, motive ettiler, Enfal adıyla. Irak-Arap nüfusunun yüzde altmışı sanıyorum, Şii. Sünniler orada azınlıkta. Belki daha fazla Sünniler orada azınlıkta ve İran’la savaşıyorlar. Kendi kitle tabanını istikrara kavuşturmak için de kullandıkları bir semboldür. Tabi şimdi işin dini kısmına girmeyelim, yani, o dini olarak gözüken, savaşlar da esas itibariyle ganimet savaşlardır. Esas itibariyle İktidar Savaşlarıdır.
Muhammed'den sonra, İslam Devleti kurulduktan sonra, bölgedeki tüm devletlere, savaş ilan etmişlerdir ve bütün bu savaşlarda, Enfal’ı kullanmışlardır, ganimeti paylaşmışlardır. Savaştıkları her devlet, Müslümanlar arasında, Müslüman devletlerarasındaki çatışmalarda aynı ruh halini görüyoruz. Onun için bunu dini olarak değil, siyasi olarak değerlendirmek lazım.
Enfal bir ölçüde, Halepçe’nin gölgesinde kaldı. Aslında Kürdistanlıların esas öne çıkarmaları gereken, Enfal’dir. Halepçe, bu beş yıllık süreç içinde, bir gecelik en kanlı saldırıdır. Ama 1983'te, sekiz bin Barzan erkeği öldürülmüştür ve bu Halepçe'de öldürülenlerden daha fazladır. Toplamda yüz seksen iki bin Kürt öldürülmüştür, Kürdistanlı öldürülmüştür. On binlerce, yüz binlerce kadın çoluk çocuk yerlerinden yurtlarından edilmiştir. Kürdistan kırsalı insansızlaştırılmıştır.
Yani şimdi mesela, biz Türk devletinin 90'lı yıllarda sanıyorum dört bin iki yüz-dört bin üç yüz köy yakıp boşaltığını söylüyoruz. Bu Kürdistan'daki köylerin belki yüzde 20'si-30'u dur. Güney Kürdistan'da köylerin yüzde doksanı yakılıp, yıkılmış, boşaltılmıştır, bu Enfal sürecinde.
-Bu niye öne çıkmadı?
-Birincisi zaten, Sovyetlerin çözülmesine kadar olan süreçte; dünya, iki kamp arasında, dondurulmuş bir dünyadır. Mesela, Halepçe katliamını, 1988'de dünya duymadı. Batılı çok demokratik devletler de duymadılar. Sosyalist Devletler de duymadılar. Halepçe katliamına karşı çıkan, bir tek devlet yoktur. Bir tek İran, bunu Irak’a karşı devletlerarası planda kullanmak için, Halepçe’den söz etmiştir. Oraya medyanın gitmesini sağlamıştır, duyurmaya çalışmıştır. Onun dışında, ne Birleşmiş Milletler, ne İslam Konferansı, ne Avrupa Birliği, ne de herhangi batılı bir Demokratik devlet, Halepçe’ye itiraz etmemiştir. Ne zaman ki Saddam Kuveyt'e yönelmiş, ya da yönlendirilmiş ve sonra ABD buna müdahale etme gereği duymuştur, Kürdistan'daki katliamlar ve Saddam'ın elinde kimyasal silahlar olduğu, yeniden gündeme gelmiştir.
Burası çok önemlidir; bütün dünyada, sadece İsrail'de, Kürdistanlı Yahudiler bir miting yaparak, bu Halepçe katliamını kınamışlardır, İsrail Devleti değil; İsrail'deki, Kürdistan'dan gelen Yahudiler, dünyanın bütün insan hakları örgütleri, hümaniter örgütleri, ne bileyim, aklınıza ne kadar sözüm ona iyi örgüt varsa, hepsi bunu, sessizlikle geçiştirmiştir. İşlerine geldikleri zaman, yeniden piyasaya sürmüşlerdir.
İkinci önemli nokta, biz devletsiz bir toplumuz ve dünya, devletlerin dünyası. Sesini dünyaya duyurmak için, devletleşmen lazım. Şimdi bakın mesela, Kuveyt de işgal edildi, Kuveyt yani Diyarbakır’ın bir ilçesi kadar bir yerdir. Fakat, Kuveyt devlet olduğu için, Birleşmiş Milletlere başvurabildi. Bu batı kampının da işine geldi, ABD'nin de İşine geldi. ABD öncülüğünde, bir koalisyon Kuveyt’e girdi, Saddam’ı oradan çıkardı, Bağdat'a kadar yürüdü, işine gelmediği için Bağdat'ı yıkmadı ama Kuveyt yine eski emirlerine teslim edildi.
Şimdi devlet olmadığın zaman, özellikle o yıllarda; yani 90 öncesi yıllarda, çok daha fazla, acıdır, derttir. Devlet olmadığın zaman, sesini dünyaya da duyuramıyorsun. Devletlerarası teşkilatların hiçbirine giremiyorsun. Mesela, bölgedeki bütün İslam devletlerin kurdukları işte, İslam Konferansı mıdır, İslam Teşkilatı örgütü vardır. E Kürtler de Müslüman bir cemaattir ama orada temsil edilmiyor, Birleşmiş Milletler ‘de temsil edilmiyorlar, NATO'da temsil edilmiyorlar, AET’de temsil edilmiyor. Hiç bir yerde temsil edilmiyorsun.
Dolayısıyla bu dört İşgalci devlet arasında, boğulduğu için de sesini duyuramıyorsun. Ama ondan sonra, Özelikle, 91’den, hele 2003'ten sonra bunun yeterince gündem olamamasının, esas sorumlusu, Kürdistan’daki siyaset sınıfıdır. Yani 2005'ten sonra Irak devlet başkanı, YNK Başkanı Celal Talabani’dir, Kürdistan Bölge başkanı, PDK Başkanı Mesut Barzani’dir. Her iki başkan birlikte; bunu, dünya kamuoyuna, çok daha rahat iletebilirlerdi ve bunu sorgulayabilirlerdi. Bu imkân ellerinde olduğu halde, yapmadılar. Yani, özellikle 2003'ten sonra, bunun sorumluluğunu kendimizde aramalıyız.