Ulus-üstü Entegrasyon ile Ulus-altı Ayrışma Eğilimleri
Dünya, bir süreden beridir, kimi araştırmacı ve teorisyenlerin “post-modern”, kimilerinin de “geç-modern” diye kavramsallaştırdıkları yeni bir döneme girmiş bulunuyor. Ortadoğu’daki ufalanma sürecini anlamak için bu dönemin bazı özelliklerine de bakmamız gerekiyor.
Yeni dönemin rahatlıkla gözlenen özelliklerinden biri, ulus-üstü düzeyde merkezileşip bütünleşme eğiliminin, ulus-altı düzeyde ise ayrışıp küçük gruplara bölünme eğiliminin güçlenmesidir. Örneğin üst düzeyde Avrupa Birliği türünden merkezi, kıtasal birlikler oluşurken, daha alt düzeylerde kültürel kimlikler, mekanlar, meslekler vs. etrafında şekillenen, fakat çoğunlukla sınırları muğlak yeni topluluklar boy vermektedir.
Bir de sözü edilen iki düzeyin ortasındaki ulusal düzey var. Kural olarak devletler kademesine denk gelen bu düzey, birinci ve ikinci düzeylerdeki güçlenme oranında gerilemekte ve sözü edilen iki eğilime ödemede bulunmaktadır. Mesela bugün Almanya’nın, İsveç’in ya da Hollanda’nın bağımsız yani ulusal bir göçmen politikası olduğunu söylemek zorlama olur. Göçmenlikle ilgili Brüksel’de yapılan düzenlemeler, Almanya’yı da, İsveç’i de, Hollanda’yı da… bağlamakta ve ulusal yasaların ve kararnamelerin yerine geçmektedir. Medeni hukuk, icra hukuku, ticaret hukuku gibi birçok alanda benzer bir merkezileşme ve standartlaşma gözlenmektedir. Henüz AB üyesi olmadığı halde Türkiye’nin önüne konulan AB uyum paketleri veya Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Türkiye’de fiilen bir içtihat merciine dönüşmeye başlaması, gelişmenin yönünü gösteren iki tipik örnektir.
Ama ulusal düzeyi kemiren sadece yukarıya devredilen hak ve yetkiler değildir. Bazı hak ve yetkiler de aşağıya, yani yerel yönetimlere devredilmektedir. Bu da dünya ölçeğinde geçerli bir eğilimdir. Mesela Türkiye’de Kürt sorununun çözümü olarak 28 Şubat’tan beri lafı edilen yerel yönetimlerin güçlendirilmesi lafı, bu küresel eğilimden güç almaktadır.
Özetle, ulusal düzey dediğimiz orta kademe, üstteki ve alttaki düzeylerde ters yönlere doğru gerçekleşen hareketlerin sonucunda alan kaybetmektedir ve bu durum, bir komplo olarak değil, dünyanın genelinde ve tarihsel-sosyolojik bir süreç olarak yaşanmaktadır. Ortadoğu da aynı sürecin etkisi altındadır ve bölgedeki ufalanmayı bu süreçten bağımsız olarak ele almak doğru olmaz.
***
Ortadoğu’da Avrupa Birliği benzeri somut bir üst bir yapının ortaya çıkmamış olması, yanıltmamalıdır. Evet, cisimleşmiş bir üst/kıtasal devlet, Avrupa Birliği dışında henüz dünyanın hiçbir bölgesinde yoktur. Ama dünyanın bütün bölgelerinde devletler ötesi birlikleri düzenleyen organlar, yapılar ve kurumlar vardır ve bunların sayısı her geçen daha da artmaktadır. Bakmasını bilen için, Ortadoğu’da da benzer bir eğilimin varlığını tespit etmek zor değildir. Bunu derken sadece İslam İşbirliği Teşkilatı gibi görece eski organizasyonları kastetmiyorum. El-Kaide’nin bölgeyi kucaklayan federal örgütlenmesi de, IŞİD’in sınır aşan örgütlenmesi ve eylemleri de, Müslüman Kardeşlerin bölgede bir İhvan enternasyonali kurma hayalleri de, Selefistlerin bölgesel yayılma çabaları da, İran’ın bir Şii Yayı oluşturma gayretleri de… aynı uluslar-üstü/devletler-üstü eğilimin değişik tezahürleridir. Hatta Abdullah Öcalan’la Yalçın Küçük’ün arada bir telaffuz ettikleri Ortadoğu Birliği/Ortadoğu Konfederasyonu lafları bile -farklı hesaplarla söylenmiş olsalar da- aynı eğilimden güç almaktadır.
Fakat hiç kuşku yok ki, Ortadoğu söz konusu olduğunda, anılan tarihsel sürecin göze en fazla batan sonuçları orta ve alt kademelerde yaşananlardır.
Orta kademede, devletler eski etki alanlarını yitirmektedir. Bugün Ortadoğu’daki hiçbir devlet otuz yıl öncesindeki kadar geniş alanları kontrol edebilecek durumda değildir. General Sisi’nin askeri rejiminde bile devlet, toplumun sadece yarısına hükmedebilmektedir. Türkiye’de ve İran’da halkın neredeyse yarısı, giderek artan oranda, devleti elinde bulunduranların temsilciliğini yaptığı toplumsal kesimlerle bir arada yaşayamayacağı hissine kapılmaktadır (Mısır’da Sisi iktidarından hemen önceki aşama). Libya, Tunus, Yemen, Suriye ve Irak gibi ülkelerde ise devletin kontrol edebildiği alanlar neredeyse haftalık olarak değişmektedir.
Nitekim Türkiye’de genellikle bu kademedeki değişiklikler görülmekte ve yorumlanmaktadır. Dünyadaki çatışmayı, küresel sermaye ile ulusal devletler arasındaki çatışma olarak tanımlayan Mahir Kaynak da, “Kemalist Cumhuriyet saldırı altındadır!” diye feryat eden Perinçek de ara kademede sözü edilen erezyondan hareket etmektedirler.
Açık konuşmak gerekirse, şimdilerde “devlete kumpas kuruldu” lafıyla Erdoğan’ın da dahil olduğu bu devlet-muhipleri korosunun geleceği parlak değildir. Çünkü tarihsel eğilim, devletlerin oluşturduğu ara kademenin daha da incelmesi yönündedir. Bazı uluslararası komploların bu eğilimi sömürmeye çalıştığı ne kadar doğruysa, bunun konspirasyonla ilgili bir gelişme olmayıp tarihsel-sosyolojik bir eğilim olduğu da o kadar doğrudur.
Bir diğer tarihsel-sosyolojik eğilim, ulus-altı düzeyde yeni toplulukların oluşmasıdır. Bu eğilimin bir ifadesi olarak her geçen gün değişik kültürel ilkeler üzerinde şekillenen yeni topluluklar doğmakta, bazı eski kimlikler aktifleşip yeni anlamlar kazanarak toplumdaki eski ulusal tahayyüllerin yerine geçmektedir. Eskiden kendini, bir ve aynı ulusun parçaları olarak gören bazı toplum kesimleri, artık kendilerini yeni biçimlerde tanımlamaya, bazen ulus dairesi içinde hareket ederken bazen de bu dairenin tümüyle dışına çıkmaya başlamaktadırlar. Mesela, dün BAAS’ı kuracak kadar Arap milliyetçiliği bayrağını yükselten Suriyeli Hıristiyan Araplar bugün kendilerini aynı düzeyde ve aynı anlamda Arap hissedebilirler mi? Ya da Nasır döneminin Kıptileri ile bugünkü Mısır’da yaşayan Kıptiler Mısır kimliği hakkında aynı düşünce ve duyguları taşıyabilirler mi? Keza Irak’taki Şii Araplar ile Sünni Araplar eskiden mezhep karşıtlığına rağmen kendilerini aynı ulusun parçaları olarak tahayyül ederlerdi. Özellikle de modern tedrisattan geçmiş şehirli kesim böyle hisseder ve davranırdı. Peki, bugün de aynı şekilde hissedip davranacaklarını söyleyebilir miyiz? Bingazi’nin Araplarıyla Trablusgarp’ın Arapları da Libyalı olmaktan aynı şeyleri anlamıyorlar artık… İlerleyen bölümlerde göreceğiz ki bütün bunlar, Ortadoğu’ya özgü durumlar da değildir. Daha küresel bir durumla karşı karşıyayız.
Bunu derken, orta kademenin, yani ulusal düzeyin artık tümüyle işlevsizleştiğini veya ortadan kalkmak üzere olduğunu söylemek istemiyorum. Bu noktanın henüz çok uzağındayız. Ulusal düzey -ki Kürtler gibi devletlerini kuramamış ulusal topluluklar dışında esas olarak devletler düzeyine denk gelir- hala birçok şeyi belirleyen düzey olmaya devam ediyor. Ancak daha aşağıdaki düzeyde boy veren yeni toplulukların ulusal düzeyi kemirmeye başladığı da bir başka gerçek. Ulusal düzeyin hakim olanı, ulus-altı düzeylerdeki oluşumların ise tarihsel planda güçlenmekte olanı ifade ettiği söylenebilir.
Peki, bütün bu bölünme ve ufalanmaları nasıl tanımlayabiliriz?
Balkanlaşma mı?
Balkanlaşma, meşruiyetleri tartışmalı hale gelmiş ve iç çekişmelere konu devletlerin, dış müdahalelerin de katkısıyla küçük birimler halinde ufalanmasını anlatan bir kavramdır. İlk bakışta Ortadoğu’da yaşanan şeyin bir Balkanlaşma süreci olduğu düşünülebilir. Nitekim bazı yazarlar buradan mülhem Lübnanlaşma kavramını kullanmışlardır.
Bazı önemli veçheleri göz önünde bulundurulmazsa Ortadoğu’daki mevcut sürecin bu kavramla tanımlanmasına itiraz etmek zordur. Fakat bölünmelerin içinde cereyan ettiği tarihsel-küresel bağlamı göz önüne getirdiğimizde, yaşanan şeye Balkanlaşma demek zorlaşır. Çünkü bu kavrama adını veren Balkanlar’da 18. yüzyılın sonları ile 19. yüzyılın ilk yarısında şahit olduğumuz çatışma ve bölünmeler, küresel ölçekte entegrist (kaynaştırıcı/kaynaşmacı) eğilimlerin yükselişte olduğu bir dönemde gündeme gelmişti. Nitekim etkileri bu entegrist eğilimin de katkısıyla sınırlı kaldı. Tito’nun, İkinci Dünya Savaşı sırasında işgal edilip küçük parçalara ayrılan Yugoslavya’yı yeniden toparlamayı başarmasın nedenlerinden biri de entegrizmin damgasını vurduğu dönemin tarihsel-sosyolojik eğilimiyle uyumlu bir pozisyondan işliyor olmasıydı. Nitekim aynı Balkan toplulukları 1990’ların başlarında, ama bu kez küresel ölçekli çözülme (disintegration) trendinin etkisindeyken dış müdahaleye maruz kaldıklarında, tespih tanesi gibi dağıldılar. İkinci Dünya Savaşından bütünlüğünü koruyarak çıkabilen Yugoslavya’dan bugün yaklaşık yarım düzine devletin çıkmış olması, küresel ölçekli tarihsel-sosyolojik eğilimlerin, içerideki toplumsal ve siyasal gelişmeler üzerinde ne tür etkilerde bulunabileceğini gösteren bir örnektir. Meselenin bu boyutunu göz önünde bulundurarak diyebiliriz ki, Balkanizasyon kavramı, Ortadoğu’daki mevcut bölünmeleri bazı açılardan izah etmekle birlikte, bu bölünmelerin arkasındaki önemli bir tarihsel-küresel faktör hakkında bir şey söylemediği için sınırlı bir açıklama gücüne sahiptir.
Geleneksel bölünmeler mi?
Ortadoğu’daki süreci, sadece mezhep ve tarikat gibi geleneksel bölünme etkenleriyle izah etmenin de benzer sorunları vardır. Doğrudur, bunlar da günümüz Ortadoğu’sunda birer bölünme etkenidirler. Fakat dünden farklı olarak, küresel ölçekte hissedilen bir çözülme eğilimiyle bir arada işlemektedirler. Dolayısıyla Ortadoğu’da olup bitenleri klasik bölünme etkenleriyle izah etmek, tıpkı Balkanizasyon kavramlaştırmasında olduğu gibi olayın önemli bir boyutunu göz ardı etmek anlamına gelecektir.
Fakat asıl terslik, Ortadoğu’da yaşanan ayrışmaların sadece geleneksel çizgiler üzerinden yürümüyor olmasıdır. Türkiye, Mısır, Suriye, Tunus gibi ülkelerdeki en keskin bölünmeler, tarikatsal veya mezhepsel bölünmeler değildir. 19. yüzyıldan beri işleyen Ortadoğu’ya özgü bir modernizm programının hayat verip güçlendirdiği toplumsal kesimler ile buna gelenekselcilik zemininden itiraz edenler arasındaki bölünmelerdir. Bu tarz bir bölünme tamamıyla modern bir fenomendir ve bunu geleneksel bölünmelerle aynı terimlerle tanımlamak doğru olmaz.
Toparlarsak, Ortadoğu’daki bölünme ve ufalanmaları klasik Balkanizasyon süreçleriyle veya geleneksel bölünmelerle izah etmek doğru değildir. Dünyanın içine girdiği yeni dönemde öne çıkan uluslar-üstü bütünleşme ve uluslar-altı ayrışma eğilimlerinin etkisiyle oluşan yeni toplulukları da kucaklayan yeni bir kavramlaştırmaya ihtiyacımız vardır. Bu yazıda kullanılan cemaat (community) kavramı işte bu ihtiyacı gidermek amacıyla düşünülmüştür. Dünya, adına “post-modern” veya “geç-modern” denilen yeni dönemle birlikte, ulus-altı düzeyde bir cemaatleşme sürecine girmiştir, Ortadoğu da yaşanan ufalanma, bir yanıyla bu eğilimin ifadesidir.
Buradaki “Cemaat” sözcüğünü sevmeyenler olabilir. Öncelikle dini oluşumları akla getirdiği için. Bu açılardan sorunlu bir kavram olduğunu ben de kabul ediyorum. Zira buradaki anlamıyla dinsel olmayan gruplaşmaları da ifade ediyor. Böyle olmakla birlikte, daha iyi bir kavram buluncaya kadar kullanmakta bir sakınca görmüyorum.
Gelecek yazıda cemaatleşmeye bakmaya devam edeceğiz.
2014-08-12