Sosyalleşme Süreçlerinin Etkileri
Bir devletin sınırları içindeki yerel kültürlerin daha üst ve standart ilan edilmiş bir kültür adına ve bazen de onun içinde eritilmesini öngören entegrasyon, yükselen uluslar döneminin tarihsel-sosyolojik eğilimiydi. Bu eğilim, önceki yazıda belirttiğim gibi, bir süredir yerini bir başkasına bırakıyor: Kıtasal/küresel düzeydeki entegrasyona eşlik eden ulus-altı düzeydeki çözülme eğilimi. Bu bir cemaatleşme eğilimidir.
Bu eğilim değişik açılardan ele alınarak incelenebilir. Konunun tarihsel bağlamına değinmiştim. Değinilmesi gereken en az iki boyutu daha var: sosyalleşmeyle olan ilişkisi ve global karakteri.
Sosyalleşme, bir insanın, içinde yaşadığı toplumdaki egemen toplumsal ve kültürel normları edinmesi sürecine verilen addır. Sosyalleşme mekanizmalarını inceleyen sosyologlar, bir çocuğun sosyalleşmesindeki ilk halkayı oluşturan aile, akrabalar, komşular gibi yüz-yüze ilişkilerin konusunu oluşturan topluluklara birincil grup adını verip bunları okul, meslek, cami, kilise, ulus gibi daha geniş ilişki sistemlerinden ayırmışlardır. Bu ayırımı izleyerek şunu söyleyebiliriz ki, birincil grup, bugün de genel hatlarıyla dünkü çerçeveler içinde işlemektedir. Çocuğa aktarılan şeylerin içeriği değişikliğe uğrasa da edinim mekanizmaları aşağı yukarı eskisi gibi kalmaktadır. Buna karşılık birincil grubu kuşatan sosyalleşme sistemlerinin ve mekanizmalarının çerçevesi günümüzde dikkat çekici değişikliklerden geçmektedir. Cemaat, bu noktada önemli bir çerçeve olarak belirmektedir.
***
Başta okul olmak üzere, gazeteler, televizyon, reklam, spor gibi kurum ve kuruluşlar aynı zamanda sosyalleşme mekanizmalarıdır. Tek tek bireylere kendilerini daha geniş birlikler içinde tasavvur etme imkânı sağlarlar. Bu mekanizmalar, söz konusu işlevlerini, kendilerinin kuşattığı veya kendilerini kuşatan sistemlerle etkileşim halinde ve belli çerçeveler içinde icra ederler. Devlet bu çerçevelerden biridir. Çoğu durumda devlete denk gelen ulus bir diğer çerçevedir. Daha doğrusu ulus, son birkaç yüzyılda sosyalleşme sistemlerine çerçeve sunan muhtemelen en etkin düzeydir ve bu bazı mekanizmalar yoluyla gerçekleşir.
Okul bu mekanizmalardan biridir. Belli bir toprak üzerinde yaşayan insanlara, aslında aynı ulusun mensupları olduklarını öğreten ve bu şekilde kurgulanmış bir toplumla (ulusla), o topluma mensup bireyler arasındaki ilişkiyi bir ölçüde şiddet de içeren indoktrinasyonla tesis eden esas kurum okuldur. Okul denilen makinanın bir ucundan farklı niteliklere sahip benzemezler olarak girer, öbür ucundan aynı ulusun benzeşmiş mensupları olarak çıkarız.
Bir diğer aşılayıcı kurum ordudur. Mecburi askerlik, sadece savunmayla veya savaşla ilgili bir kurum değildir. Bunlardan fazla olarak ulus inşasıyla ilgilidir. Bu kurumun da bir ucundan değişik lehçeler, ağızlar veya diller kullanan ve kendi köyü, sülalesi, aşireti ve belki tarikatı dışında kendisini içinde tahayyül edebileceği bir ortaklık alanı tanımamış olan köy delikanlıları olarak gireriz; diğer ucundan ulusun kullandığı standart dili konuşan, yazan ve kendini daha büyük bir ailenin, yani ulusun mensubu gibi hisseden eden “vatandaş”lar olarak çıkarız. Okullarda “Yurttaşlık Bilgisi” dersi alma fırsatı bulamamış gençler, bu eğitimlerini askerdeyken sopa marifetiyle tamamlarlar. Bu nedenle temel eğitim sisteminin henüz yaygınlaşamadığı ilk dönemlerde, askerlik kurumu uluslaşma bakımından okuldan daha önemli bir yer tutmuştur.
Ulusal okullar kurma olanağı bulamayan kuzey (Türkiye) Kürtleri gibi topluluklarda da benzer bir durum söz konusudur. Gerilla, illegal ulusal örgütler ve onların çeperindeki legal veya yarı-legal oluşumlar, ulus’u sosyalleşme çerçevesine dönüştüren bir işleve sahiptirler. Bütün milliyetçilik karşıtı söylemine karşın PKK’nin ve onun kontrolündeki kurumların Kürt ulusuna eleman üreten bir fabrika gibi işlemesi, bu sosyalleşme mekanizmasıyla ilgilidir.
Medya, anılmaya değer bir diğer kurumu oluşturur. Hepimiz aynı gazetelere, radyolara, internet sayfalarına, televizyon ekranlarına vs. bakar, okur, dinler veya seyrederiz; buralarda yer alan aynı kişilere, aynı mekânlara ve aynı olaylara sevinir, üzülür, hiddetlenir, hüzünlenir veya kinimizi bileriz. Bu durum, ezici çoğunluğu birbirlerini tanımayan ve ileride de tanıyamayacak olan insanlar arasında bir ortaklık alanı oluşturur ve bu kişileri hayali bir ailenin sanki ezelden beri tanışıyorlarmış gibi hisseden mensuplarına dönüştürür. Ve medya bu işi her gün yeniden yapar. Öyle ki, bir süre sonra, sözü edilen ortaklığın aslında hayali bir ortaklık olduğunun farkına bile varamaz hale geliriz. Bizleri içine alan ilişki sistemi “somut”laşıp “doğal”laşır.
Öte yandan ulus’un tarihçileri, bu ilişkinin aslında ta ilk çağlardan beri var olduğuna dair teoriler icat ederek; dilbilimcileri bu birliğe ruhunu veren şeyin, dünyanın en eski dillerinden biri olan ulusal dilimizdeki asalet olduğunu vaz ederek söz konusu “doğal”lığa ilişkin algılarımızı, sezgilerimizi ve hislerimizi “bilimsel” doğrulara veya aksiyomlara dönüştürmeye çalışırlar.
Bu ve buna benzer mekanizmalar ve süreçler sonucunda ulus inşa edilir. Böylece birbirlerini hiç tanımayan insanlar, Yaşar Kemal’in İnce Memed’indeki esmer oğlana hayıflanır, Mehmet Şexo’nun Ay le Gule’siyle hüzünlenir, Zeki Müren’in sesiyle mest olur, Şivan’ın şarkılarıyla coşar, bayrak önünde hazır ola geçer, ulusal marşı dinlerken vecde girerler vs. Değişik uluslarda bu işlevi gören kişilerin, mekânların, olayların vs. isimleri değişir, ama bu sembollerin gördüğü işlevler değişmez. Örneğin, Türklerde Atatürk olan, Kürtlerde Apo’ya veya Barzani’ye dönüşür, Perulularda İnka olan, Irak Araplarında Babil’e dönüşür, Ermenilerde Ararat olan Yahudilerde Siyon’na dönüşür, Finlilerde Kalevala olan Farslarda Şehname’ye dönüşür... Fakat anılan sembollerin gördükleri işlev değişmeden kalır: Birbirini tanımayan insanların aynı hayali ailenin mensupları gibi hissetmelerini sağlayan sistemin düğüm noktalarını oluşturmak.
***
İşte bu tür süreçlerden geçerek oluşan ulus adlı sosyal birim, o kadar güçlü bir sosyalleşme çerçevesine dönüşmüştür ki onunla rekabet halindeki bütün ilişki sistemleri ve birimler (tarikatlar, aşiret, hemşerilik, sınıf vs.) ya kavgayı kaybetmiş ya da ulusal çerçeveye adapte olarak yaşamlarını sürdürmek zorunda kalmışlardır. Komünizm ve din gibi, tanımları gereği uluslar-üstü nitelikler taşıyan hareketlerin, ileriye doğru yaptıkları her hamlede ulus çerçevesine doğru geri bir adım atmak durumunda kalmaları, bunun bir ifadesidir. Nitekim, Marx döneminde bütün ülkelerdeki proletarya hareketinin ortak ve doğrudan komuta merkezi olarak tasarlanmış olan I. Enternasyonalin, tek tek ülkelerdeki komünist partilerinin ipleri ele geçirdiği yeni bir enternasyonalizm sistemine doğru evrilmesi, topu topu 20-30 yıllık bir zaman diliminde gerçekleşmiştir. 1910’ların sonlarındaki tek ülkede sosyalizm tartışmalarının, eski sistemin pratikte mezara gömülmesinden sonra yaşanmış olması bir tesadüf değildir.
İslamcı hareketlerin ve tarikatların, ulusal çizgiler etrafında şekillenmeleri veya bir aşamadan sonra buna zorlanmaları, bir diğer çarpıcı örnektir. Gülen Cemaati ana damar itibarıyla Türkçüdür örneğin, Hizbullahçılık aynı çerçevede olmak kaydıyla İrancıdır, Wahabilik Suudidir, Şafiilik ise (Türkiye’de) Kürt’tür. Cemaleddin Afgani gibi düşünce ve eylem adamlarının geliştirdiği uluslar-üstü Pan-İslamizm hareketi dahi, kurucuları henüz hayattayken Osmanlı, İran veya Arap partikülarizmine toslamıştır. Örneğin, Afgani, kendisi gibi pan-İslamist olan II. Abdülhamit tarafından Saray’a davet edilmişti, ama orada danışman olarak mı, yoksa rehin olarak mı tutulduğu hâlâ bir tartışma konusudur. Mümtaz’er Türköne’nin doktora tezi İslamcılık üzerinedir. Temel tezlerinden biri nedir bilir misiniz? Pan-İslamcılığın ancak Türk işi bir şey olabileceği. Türköne, Pan-İslamizm türü bir hareketin o dönemde ancak Türkler tarafından geliştirilebileceğini göstermeye çalışır ve bu işin patentini Afgani’den alarak Namık Kemal ve arkadaşlarına verir. Konunun uzmanı olmadığım için patentle ilgili iddia hakkında bir şey söyleyemem. Ancak isminde “pan” bulunan evrenselci bir şeyin, daha doğuş anında Türklük gibi partikülarist bir şeyle ilişkilenmek durumunda kalmasındaki tersliği görebilmek için bir şeyin uzmanı olmam gerekmez. Günümüzün en evrenselci dinci hareketi muhtemelen El-Kaide’dir, ama bu örgüt bile çoğu kez ya Afganistan’daki ya da Suudi Arabistan’daki iktidar eylemiyle ilişkili olarak izah edilmektedir.
***
Ulus’un sosyalizasyon süreçlerine ve mekanizmalarına nasıl güçlü bir çerçeve sunduğuyla ilgili çok şey yazmak mümkün. Fakat tek başına bu ilişkiyi anlamak, bugün çevremizde olup bitenleri anlamamıza yetmez. Zira ulusun bu konumu, içinden geçtiğimiz dönemde gerilemekte ve onun yerine cemaat sosyalleşme süreçlerine giderek artan oranda çerçeve sunmaya başlamaktadır. Bu durum, tarihsel-sosyolojik nitelikte olduğunu belirttiğim küresel eğilimin sosyolojik ayağını oluşturmaktadır.
Böyle olduğu içindir ki bugüne kadar “ulusal” diye nitelediğimiz pek çok şey giderek “cemaat” zemininde anlam kazanmaya başlamaktadır. Bir örnek olarak “ulusal ihanet” kavramına bakabiliriz. Eskiden ulusal ihanetle kastedilen şey, neredeyse bütün Türkler için güneş kadar açıktı: Türklerin ve Türkiye’nin menfaati karşısında bir başka milletin veya toplumsal grubun yanında olmak veya onlara sempati göstermek. Ve bu, bir Türk için düşünülebilecek en büyük utanç veya suçlardan biriydi.
Peki, bugün durum hâlâ eskisi gibi midir?
Bu soruya tereddütsüz evet cevabı vermek zordur. Birbirlerinin gırtlağına sarılmış durumdaki Asyatik Türklerle Avrupai Türkler(*) için ulusal ihanet her zaman aynı şey değildir artık. Birinci cemaate göre, örneğin General Sisi’yi kınamamak ulusal bir ihanettir. Karşısındaki cemaat ise, Sisi’yi kınamak bir yana, onun Mısırdaki İhvan cemaatine yaptıklarını az bile bulur. Beşar Esat’ın katliamlarına karşı tavır konusunda da benzer bir durum söz konusudur. Bir taraf Esat rejimini yıkmak için legal veya illegal her yola başvurmayı ulusal çıkarların korunması olarak anlarken, diğer taraf bu çalışmaları sabote etmeyi Türkiye’nin ulusal çıkarlarını savunmanın bir gereği sayar.
Aynı şekilde, bugün, Avrupai Türkler için, Türkiye ile söz gelişi Polonya arasında oynanacak bir milli maçta Polonya’nın şık bir golüne “Bravooo!” diye tezahüratta bulunacak olan kahvehanedeki bir seyircinin ulus’a yapacağı ihanet, kendi cemaatlerine mensup bir sanatçının, karşı cemaatin lideri olan Erdoğan’ın iftar sofrasında görünmesinin oluşturduğu ihanetin yanında çok çok hafif kalacaktır. Belirtmeye gerek yok ki, bunun tam tersi de aynen geçerlidir.
Ulus’un sosyalleşmeye sunduğu çerçevede yaşanan bu değişmeyi, dün ulusal tahayyüller yaratabilme kapasitesine sahip sembollerin bugün bu niteliklerini yitirmeye başlamalarından da anlayabiliriz. Mesela Bülent Ersoy’un ameliyatı ya da Hülya Avşar’ın sevgili değiştirmesi, dün rahatlıkla “Edirne’den Kars’a kadar” bütün insanları aynı hararetle tartışmaya sevk edebilen bir olaya dönüşebilirdi. Ama bugün böyle olması zordur. Hiç kuşkusuz bugün de “Edirne’den Kars’a kadar” insanları büyük bir hararetle tartışmaya sevk edebilen bazı semboller üretilebilir; ama kabul edelim ki bunların sayısı ve etkisi belirgin biçimde azalıyor. Artık pop-starlar dahi, daha gençlerin önemli bir bölümüne ulaşamadan kaybolup gidiyorlar. Bu durum, yeni pop-starların daha yeteneksiz veya daha birikimsiz olmalarından kaynaklanmıyor herhalde?
Muhakkak ki bu değişimin birden fazla sebebi vardır. Burada bizi ilgilendiren sebep, sosyolojik plana ait olanıdır. Ulus-altı düzeyde yaşanan ayrışma ve kırılmalar, bu tür sembollerin, eskiden olduğu gibi, bütün ulusu kucaklayabilecek ortak tahayyüller yaratma gücünü kısıtlamaktadır. Sosyolojik sebep budur. Ve böyle olduğu içindir ki bir zamanların efsanevi şarkıcısı Şivan, müziğini sevsin veya sevmesin bütün Kürt ulusalcılarının ortak idolü olabilirken, bugün sadece kendi müziğini sevenleri dalgalandırabilen normal bir müzisyene dönüşmüştür. Türkiye Kürtlerinin bütün tarihleri boyunca yaratabildiği en etkili ve kapsayıcı sembol olan Apo ise Kürtlerin en az yarısının nefret nesnesi olmaktan kurtulamamaktadır.
Makro ve mikro düzeydeki bu örnekler, farklı cemaat mensuplarının ulus’tan farklı şeyler anlamaya veya hissetmeye başladıklarını gösterir. Herkesin kabaca aynı şeyi anladığı ve hissettiği eskinin mutlak ve elle tutulur somutluktaki ulusunun yerinde yeller esmektedir. Eski ulus tahayyülü zayıflamakta, buna karşılık cemaat tahayyülü güçlenmektedir. Bu, sosyalleşmenin eski çerçevesinin değişmekte olduğunu gösteriyor.
***
Bazı okurlar, Avrupai Türklerle Asyatik Türkler arasındaki ilişkilere dair verilen örneklerin Türkiye’deki özel bir dönemde oluşmuş geçici bir gerginliğin tezahürleri olduğunu, buradan sosyalleşme zeminleri ve çerçeveleriyle ilgili kalıcı sonuçlar çıkarmanın yanlış olacağını düşünebilirler.
Gerçekten de Türkiye’de değişik toplumsal gruplar arasındaki ilişkilerin aşırı biçimde gerginleştiği dönemler olmuştur. Demokrat Parti iktidarının son yıllarındaki kutuplaşma veya 1970’lerdeki sağ-sol kutuplaşması gibi. Ancak bu kutuplaşmaların hiçbiri, ulusal düzeyde gerçekleşen bir gevşeme eşliğinde yaşanmamıştır. Bu nedenle o kutuplaşmalar, bugünkülerden farklı olarak birer iç çatışma olarak kaldılar, yani ulusal çerçevenin dışına taşamadılar ve koşulları ortadan kalkınca da ya yok oldular ya da oldukça zayıfladılar.
Buradaki farkı anlamanın en kolay yollarından biri, tarafların ulusal meselelerdeki reflekslerine bakmaktır. Mesela bu kutuplaşmalardan birine denk gelen Kıbrıs işgali sırasında, Perinçek grubunun küçük karşı çıkışı hariç tutulursa (ki bu grubun elli yıllık karanlıklarla dolu tarihindeki iki onurlu işten biridir; diğeri, 12 Mart mahkemelerinde Kürtlerin kendi kaderlerini kendilerinin tayin etme hakkının varlığını DDKOlu sanıklardan bile daha açık ve net bir şekilde savunmuş olmalarıdır) kutplaşmanın iki tarafında yer alanların ikisi de işgali büyük bir hararetle destekledi. Kıbrıs’ı işgal harekâtı esnasında askerlik şubelerinin önünde tertiplenen “Beni de askere al!” mitinglerinde hem sağcılar hem de solcular yer alırdı. Yalçın Küçük gibi dönemin önde gelen solcularından birinin yazılarında bugün bile Kıbrıs kahramanlıklarını anlatarak ömür tüketmesi de aynı tecrübeyle ilgilidir.
Kısacası, o günkü ayrışmada, kamplaşmanın tarafları birbirleriyle kavga etseler de ulusal sorunlarda beraber hareket ederlerdi. Ulusal semboller iki taraf için de hâlâ bağlayıcıydı. Böyle olduğu içindir ki, o günlerde, mesela Rauf Denktaş ve arkadaşlarına Rumlara karşı sabotaj örgütlesinler diye silah taşıyan devlete ait bir tırın önü, devlette etkin başka bir Türk grubu tarafından kesilip deşifre edilmezdi. Böyle bir şey düşünülemezdi bile. Ama bugün, cemaatin biri Suriye’de Kıbrıs’takine benzer sabotajlar düzenlesinler diye İslamcılara silah taşırken, onun karşısındaki cemaat, silah taşıyan tırları deşifre etmek için hapis yatmayı bile göze alıyor. Dün Kıbrıs’ta Rum doğramak için “beni de askere al” diye hançeresini yırtan güruh, bugün “Doğu’da askerlik yapmamak” için sahte rapor alırken, rüşvet verirken veya yurt dışına kaçarken izdihamdan birbirini çiğniyor.
Bir örnek de Kürtlerden verelim isterseniz: Genel hatlarıyla Kurmanc-Soran ayrımına denk gelen Barzani cemaati ile Talabani cemaatinin, ya da Öcalan cemaati ile onun karşısındaki PKK düşmanlığıyla karakterize olan Kürt milliyetçisi cemaatin “ulusal ihanet”ten aynı şeyi anladıklarını söyleyebilir miyiz bugün? Oysa dün, “ulusal ihanet”, bu cemaatleri oluşturan insanlar açısından tek bir manası olan açık bir kavramdı. Bugün, o eski mutlak anlamını yitirmiş olması nedeniyle, tarafların birbirlerini ulusa ihanet etmekle suçlarken sıraladıkları argümanlar, ulusal ihaneti kanıtlamaktan çok, ulusal ihanet kavramının eski mutlak anlamını yitirdiğini kanıtlamaktadır sadece.
Örnekleri arttırmak mümkündür. Bütün bunlar, günümüzün cemaatleşmelerini ve bunlara dayalı gerginlikleri, dün yaşanan bazı sert kutuplaşmalarla aynı nitelikte olgular olarak yorumlayamayacağımızı gösteriyor.
Özetle, ulus hâlâ sosyalleşmenin en güçlü çerçevelerinden birini oluşturmakla birlikte, bir pörsüme sürecine girmiştir. Ulusun, bir çerçeve olarak, dünkü sert, mutlak ve buyurgan nitelikleri gevşemekte veya buharlaşmaktadır. Buradan doğan boşluğu insanların kendilerini içinde tanımladıkları veya hayal ettikleri başka sosyal biçimler ve birimler doldurmaktadır. Cemaat, bunlardan biridir ve onun eski ulusal çerçeveyle uyumu emredici olmaktan giderek uzaklaşmaktadır.
***
Peki, ulusun işi bitti mi?
Kesin olarak hayır. Burada anlatılan tarihsel-sosyolojik bir eğilimdir, her durumda dakik biçimde işleyen bir kanun değil. Bir eğilim demek, geniş ölçeklerde gözlenme imkanı sunan nedensel bir mekanizma demektir. Dolayısıyla mekanizmanın öngördüğü ilişki, bazı yerlerde kâmile ererken, diğer yerlerde daha işin başlangıcında olabilir, daha başka yerlerde ise henüz doğru dürüst belini doğrultmadan değişik kanallara sevk edilebilir. Ve bütün bu durumların siyasi plandaki etkileri birbirlerinden farklı olur. Dolayısıyla bir eğilimden, herkes ve her zemin için geçerli mutlak sonuçlar çıkarmak işi karikatürleştirmek olacaktır. Ulus, kestirilmesi zor olan bir süre daha olayları sürükleyen çerçeve olmaya devam edecektir.
Öte yandan, ulusun pörsümesi, bu pörsümeden doğan boşlukların mutlaka cemaat tarafından doldurulacağı anlamına gelmez. Cemaat, özellikle de kültürel ayrılıklara denk gelen tarihsel cemaatler şu anda gözlediğimiz en baskın alternatiflerdir, ama tek alternatif olduklarını söylemek doğru olmaz.
Dahası, cemaatler de ulusa dönüşebilirler. Bunlar, biribirlerini mutlak dışlayıcı çerçeveler olarak tanımlanamaz.
Nihayet, cemaatlerin söz konusu boşluğu doldurabilme kabiliyetleri farklıdır. Örneğin, Gülenciler de, Şiiler de, Fenerbahçeliler de birer cemaattir. Fakat bunların her birinin sunduğu sosyalleşme çerçevesi farklı olduğu gibi, ulusun pörsümesinden doğan boşluğu doldurma kabiliyetleri de büyük farklılıklar gösterir.
Çünkü anılan kabiliyeti etkileyen çok sayıda faktör bulunuyor. Cemaatin politik alanda tuttuğu yer, önemli dış aktörlerle ilişkisi, cemaatin davasını sürükleyen elitin niteliği, bu elitin sahip olduğu sermayenin Bourdieucu manada gücü ve bileşimi, bu elitin kazanmayı umdukları ile bunun karşılığında ödemesi gereken bedel arasındaki ilişki, cemaatin kendi dilini ve mücadele repertuvarını oluşturabilme yeteneği ve mobilizasyon olanakları, cemaatin iç bütünlüğünü (yeniden) üreten yapıştırıcıların gücü ve esknekliği, cemaatin toplumda var olan bazı strüktürel farklılıkları sömürebilme ve yenilerini yaratabilme olanakları ve nihayet cemaatin tarihsel bir sürekliliğe sahip olup olamaması gibi çok sayıda etken burada rol oynar. Bu faktörleri göz önünde tutmaksızın, ulusun gerilemesiyle cemaatin onun yerine geçmesi arasında tek yanlı ve mutlak bir ilişki kurmak gerçeklerle bağdaşmaz.
Yine aynı nedenlerle Ortadoğu’nun ufalanma eğilimini sosyalleşme süreçleriyle ilişkilendirmeye çalışmam, olayları sadece strüktürel faktörlerle izah etme çabası olarak yorumlanamaz. Bu tarz izahatın yetmezlikleri, ikna edici biçimde gösterilmiş durumdadır. Benim yapmaya çalıştığım şey, bir komplolar denizinde yüzmekte olan Ortadoğu’ya ilişkin analizlere, konunun başka boyutlarının da olduğunu göstermeye çalışmaktır. Her şeyi strüktürel faktörlerle izah etmek nasıl sorunluysa, strüktürel faktörleri analizden dışlamak da aynı ölçüde sorunludur. Tersine, strüktürel etkenler çoğu kez işin çıkış noktasını oluştururlar. Dünyadaki genel tarihsel-sosyolojik eğilimlerden soyutlanmış bir Ortadoğu değerlendirmesi bu nedenle isabetli olmayacaktır.
***
Sonuç olarak, ulus-altı ölçeklerde yeni sosyalleşme çerçevelerinin belirginleşmekte olduğunu bilmek, Ortadoğu’da olup bitenler hakkında daha doğru değerlendirmeler yapmamızı mümkün kılacaktır. Çünkü bu durumda, Ortadoğu’nun ufalanmasının sadece büyük devletlerin petrol veya nüfuz savaşlarının ürünü olmadığını anlamak kolaylaşacaktır. Bölgeyi tanıyan uzmanların, “IŞİD yenilgiye uğratılsa bile Tikrit’in Araplarıyla Kerbela’nın Arapları kendilerini bir ve aynı ulusun kader ortaklığı içindeki mensupları gibi hissedemeyebilirler”, demeleri bundandır. Sorun, politik düzlemde şu veya bu örgütün ya da şu veya devletin varlığıyla ve komplolarıyla vs. sınırlı değildir. Bizzat sosyal dokuya kadar uzanan bir sorunla karşı karşıyayız ve bu durum sadece Irak Arapları için değil, Türkler de dahil bölgedeki bütün topluluklar için geçerlidir. Bölgede uzunca bir süredir şahit olduğumuz şey, ulus-altı düzeyde ayrışma ve kırılma sürecidir.
Sosyal zeminlerde yaşanan bu ayrışma ve kırılmalara Ortadoğu’ya yönelik güçlü dış müdahaleler de eklenince, Türkiye’nin, küçülmekten yalnızca büyüyerek kurtulabileceğini vaz eden tezin ne kadar dayanaktan yoksun olduğu daha rahat anlaşılır. Zira mevcut koşullar altında Türkiye’yi dışa doğru büyütmeye yönelik her girişim, sadece yeni bir Suriye doğurmakla neticelenecektir. Bunun giderek daha açık biçimde ortaya çıkmaya başladığı bir dönemde, yeni-Osmanlıcı yayılmacılığın sembol isimlerinden Davutoğlu’nun başbakanlığa aday gösterilmesi ise tarihin bir ironisi olsa gerek.
Cemaat bahsinden hâlâ yorulmadıysanız, gelecek yazıda konunun küresel boyutuna bakalım.
2014-08-26
----------------------------------------
(*) Asyatik Türklerle kastedilen, İslamcı yeni egemenlerin öncülüğündeki, İç Anadolu merkezli gelenekselci cemaattir. Avrupai Türkler ise coğrafi olarak Sahil’le ilişkilendirilen, dünkü egemenlerin öncülüğünü yaptığı modernist Türk cemaatini anlatıyor. Konuyla ilgili daha geniş değerlendirmeler Dönemeç Yazıları adlı kitabımda var (Vate Yayınları, İstanbul, 2011).