Kürdistan’ın siyasi olarak bölünüp parçalanması sürecinin başlangıcı olarak 1639 Kasr-ı Şirin anlaşması alınır ki bu doğrudur. Bu anlaşmayla çizilen sınır 23.1.1932’de yapılan kısmi değişiklikle TC-İran sınırı olarak kalmıştır. Bu anlaşmayla Kürdistan’ın yaklaşık %33 ü İran devletinin egemenliğine geçmiş, 1820’lerde Rus-İran savaşı sonunda bu parçadan koparılan bir kısmı da Rusya İmparatorluğuna dahil edilmiştir.
Bölünme sürecini başlatıp resmileştiren bu anlaşma bu bakımdan önemli olmakla beraber, o dönemde sınırların geçişkenliği, yerel bölünmüşlük, uluslaşma sürecinin geri seviyesi dikkate alındığında esas tahribatın Birinci Dünya Savaşı sırası ve sonrasında yaşanan bölünme, parçalanma sürecinde yaşandığını söylemek yanlış olmaz. Savaşa İran, Rusya ve Osmanlı imparatorlukları arasında bölünmüş olarak giren Kürdistan savaşın önemli bir cephe ülkesidir. Rus, Fransız, İngiliz, İtalyan, Alman askerlerinin İran ve Osmanlı askerleriyle beraber cirit attığı bu ülke, savaş tarihinde adı geçmeyen ve savaş sonrası denklemde resmi bir yere sahip olmayan bir ülkedir. Osmanlı, İran işgaline Rus, Fransız, İngiliz işgalinin de eklendiği bir ülkedir. Çanakkale’den Hicaz’a, Sarıkamış’tan Musul’a, Muş’tan Anteb’e savaşın her cephesinde yer alan Kürdler savaş sonrasında bölünüp parçalanmasını katmerli yaşamak durumunda kalmıştır. Savaşan bütün tarafların hesaplarında yer alan Kürdler, birleşik bir hesaba sahip olamamanın bedelini ağır ödemişlerdir. Şeyh Mahmud’un yerel hesabı emperyal güçlerin bölge hesaplarına yenilmiş, Kürdler dünyada yeni kurulan devletler sisteminde yer alamamış; bölünmüş, parçalanmış siyasi statüsüz kalmışlardır. Bu sonucun birçok nedeni varsa da en önemlilerinin, içerde birleşik bir ulusal hesaba sahip olamamak, dışarıda ise savaş sonrası, galiplerin oluşturduğu yenidünya düzeni ya da devletler sistemi olduğunu söylemek yanlış olmaz (Bu nedenlerin bugün de geçerliliklerini koruduğunu görmeliyiz. Bugün de dünya düzeni çökmüş, dünya yeni bir düzene kavuşmanın savaşını vermektedir. Bu savaşta Kürdler’in bütün parçaları kapsayan birleşik bir siyasi hesaba, projeye sahip olmaları hayati önemdedir).
TC emperyalizmle mücadele içinde değil, emperyalizmle işbirliği içinde kurulmuştur.
Müttefiklerin savaş hedeflerinden birisinin de Osmanlı İmparatorluğunu çökertip topraklarını kendi aralarında paylaşmak olduğu biliniyor. Bu nedenle daha savaş sırasında 16.5.1916 tarihinde Sykes-Picot anlaşmasıyla Osmanlı’nın Asya’daki toprakları Rusya-İngiltere-Fransa arasında paylaştırılır. Bu anlaşma ile Kürdistan’ın Osmanlı egemenliğindeki toprakları Rusya, İngiltere ve Fransa arasında paylaştırılır. İtalya’nın savaşa katılmak için kendisine verilen taahhütlerin yerine getirilmediği yönündeki itirazları görüşmek için 1917 Şubat’ında yapılması planlanan anlaşma, Rusya’daki Şubat devrimi sonrasında Rusya’nın başbakan düzeyinde katılamaması nedeniyle yapılamaz. Ekim Devriminden sonra Bolşeviklerin gizli emperyalist anlaşmaları açıklamaları ve bu anlaşmalardan doğan haklarından vazgeçmeleri üzerine Sykes-Picot anlaşmasında öngörülen Kürdistan’ın paylaşılması gerçekleşememiş olsa da, sonraki paylaşımda etkisi görülmektedir. Çeşitli değişikliklerden sonra bugünkü bölüşüm sınırları 1923 Lozan ve 1926 Ankara anlaşmasıyla resmiyet kazanmıştır. 1923’te kurulan TC’nin 1925-26’da yerine oturduğu ve yeni devletler sisteminde kendisine yer bulduğunu söylemek mümkündür (Bu yıllarda imzalanan antlaşmaların bazıları şunlardır: 18.10.1926-Bulgaristan. 17.12.1925-Sovyetler Birliği. 22.04.1926-İran. 30.05.1925- Fransa -Suriye ve Lübnan-. 05.06.1926-Büyük Britanya-Irak. 01.12.1926-Yunanistan. Bu antlaşmaların çoğu “dostluk, güvenlik ve işbirliği” adıyla yapılmıştır. Ancak, özellikle 1926’da İngiltere, Fransa, İran, Irak ve Suriye ile yapılan antlaşmalar Kürdistan’ın parçalanması ve statüsüz bırakılması antlaşmalarıdır).
Savaş sonrası kurulan devletler sistemi esas itibarıyla savaşın galip devletlerinin dikte ettiği bir sistemdir. Galipler savaştaki üstünlüklerini dünyaya kabul ettirmek bunu devletlerarası hukukla tescil ettirmek istemişlerdir. Cemiyet-i Akvam (doğru adlandırmayla Milletler ligi, Milletler birliği) bu sistemin en üst organı olarak tasarlanmış 1919 Paris barış konferansı ile kurulmuştur. Bu örgüt Komintern’in de belirttiği gibi emperyalist bir örgüttür. Sömürgeciliği Mandacılık adı altında meşrulaştıran, dünyanın savaş sonrası paylaşımını hukukileştiren, ABD’nin ‘gözlemciliğinde’ İngiltere-Fransa egemenliğinde bir örgüttür. Bu anlamda Kürdistan’ın bölünüp, parçalanarak siyasi statüsüz bırakılması, başında İngiltere’nin bulunduğu emperyalist bir projedir. Görünürdeki dört sömürgeci devletten Suriye Fransa mandası, Irak İngiltere mandası olarak tarih sahnesine çıkan devletlerdir. Kürdistan’daki bütün tasarrufları sahiplerinin denetimindedir. Suriye ulusu, Irak ulusu ve devletleri tıpkı Türk ulusu ve Türk devleti gibi emperyalist merkezlerin tasarlayıp, bize dayattıkları ‘somut tarihsel gerçekliklerdir’. TC Türk resmi tarih tezinin iddia ettiğinin tersine emperyalizmle mücadele içinde değil, emperyalizmle işbirliği içinde emperyalizmin dayatmalarıyla kurulmuştur.
Burada durumu çelişkili olan SSCB’dir. Çarlık Rusyası savaşın galibi iken, Sovyet Rusyası, savaşın galibi olan eski müttefiklerinin hedefi halindedir ve yeni devletler sisteminin kurulmasında etkisiz, bu sistem tarafından yok edilmeye çalışılan bir devlettir. Savunma refleksiyle davranan SSCB, Osmanlı İmparatorluğu’nu ortadan kaldırmaya çalışan Çarlık Rusya’sının aksine devamı olan TC’yi ayakta tutmaya çalışmayı temel politika olarak benimsemiştir. Ezilen halklara umut olan Sovyet Devrimi ve SSCB’nin belki de birinci dünya savaşının en çok ezilen halkı olan Kürd halkının özgürlük mücadelesine ilgisizliğinin, çoğu zaman da bu mücadelenin karşısında yer almasının bir nedeni de budur.
Kürdistana sefer olur zafer olmaz
Temmuz 2015’ten bu yana tırmandırılan savaşa bakıp Türkiye’de bir savaş olduğunu söylemek yanlıştır. Hele bunu bir iç savaş olarak isimlendirmek niyet ne olursa olsun Türkiyeci bir tarif bozma operasyonudur. Türkiye’de bir iç savaş riski vardır ve bu Anadolu ve Trakya’da Kürt olanlarla olmayanlar arasında bir hesaplaşma olacaktır. Devletin açık-örtük birimlerinin bununla ilgili hazırlıkları olduğu “Cumhuriyet” ve “Bayrak” mitingleri sırasında görülmüştür. Temmuz 2015ten bu yana tırmandırılan savaş ise Türkiye Devletinin Kuzey Batı Kürdistan’a dayattığı orada zaten var olan bir savaşın tırmandırılmasıdır. Kuzey Batı Kürdistan’da yüz yıllık bir savaş durumu vardır. Çünkü işgal savaş ile yapılır ve savaş durumu ile sürdürülebilir. Türk Egemenlik Sisteminin sivil, asker yöneticilerinin bu sınırları kanla çizdik demeleri bu anlamda doğrudur ancak kanın yapılan işi temize çıkarması söz konusu değildir. İşgali sürekli bir savaş hali olarak anlarsak bu yüz yıllık savaşta gerileme ve tırmanmaları anlamak daha da kolaylaşır. Devlet sözcüleri PKK’nin silahlı mücadelesini 29uncu Kürt ayaklanması olarak kodlamışlardır. Bu sayı aslında TESnin Kürdistan’a yaptığı ve kayıt altına alınan resmi seferlerinin sayısıdır, gerçek sayının bunun çok üstünde olduğunu biliyoruz. Buna göre cumhuriyetin ilk 60 yılında 28 sefer düzenlenmiş bu da Türk devletinin ortalama olarak iki yılda bir kez Kuzey Batı Kürdistan’a resmi sefer düzenlediğinin itirafıdır. Son otuz yıllık çatışmada ise sefer üstüne sefer düzenlendiğini görüyoruz. Türk devlet başkanının seferberlikte söz etmesi bu anlamda anlaşılırdır. Sefere çıkan devlet halkına seferberlik çağrısında bulunmaktadır. Bu çağrının Türk toplumunda ve egemen Türk siyasetinde bir karşılığı olduğu da açıktır. CHP, MHP, AKP nin dokunulmazlıkların geçici olarak kaldırılmasında anlaşmalarını bu çağrıya cevap olarak da okumak yanlış olmayacaktır.
(Yanlış anlaşılmamak için söylemeliyim ki dokunulmazlıkların geçici olarak kaldırılmasını önemsemiyorum. Dokunulmazlıklar kaldırılarak birkaç HDP parlamenterinin cezaevine gönderilmesi bu Kürdistan seferi sırasında üzerinde konuşulmaya bile değmez bir ayrıntıdır. Türkiye cezaevlerinde binlerce Kürt siyasi tutuklu, hükümlü var. Bunlara beş, on tane de parlamenter eklenmesi bir şeyi değiştirmeyecektir. On beş bin değil de on beş bin on beş tutuklu, hükümlü var diyeceğiz. İçeridekilerin gidecek parlamenterlerden daha az siyasetçi olduğunu da söyleyemeyiz. Dokunulmazlıkların kaldırılması tehdidi ile HDP ye Türkiyeci bir ayar verilmeye çalışılmanın yanında, onlar üzerinden Kürt halkı uyarılmaktadır. Çürümüş bir parlamentodur Türkiye Parlamentosu. Başbakan ve Devlet Başkanı İran devleti ile yüz milyar dolarlık kaçakçılıkla suçlanmaktadır. Bakanlar yolsuzluk, hırsızlık benzeri yüz kızartıcı eylemlerle suçlanmaktadır. Dokunulmazlıkların geçici olarak kaldırılması ile bunlar aklanmaya çalışılmaktadır.)
Türk Egemenlik Sisteminin sivil, asker yöneticileri Einstein’a inat sürekli aynı işleri yaparak, farklı bir sonuç beklemektedirler. Yüz yıllık tarihinde yapılan sayısız Kürdistan seferlerinden beklenen sonuç Kürdistan halkının ulus-ülke hakikatini ortadan kaldırmaktır. Kuzey Batı Kürdistan’ı Doğu, Güney Doğu Anadolu’ya dönüştürmek ve Kuzey Batı Kürdistanlıları Türk ya da Türkiye Milletinin bir parçası yapmak hedeflenmektedir ki bu jenosidal bir hedeftir. Sınırdaşları ve ülküdaşları BAAS tarafından yönetilen Irak ve Suriye devletlerinin sonu da uyarıcı olmamıştır anlaşılan. Irak ve Suriye devletlerinin yaptıkları sayısız Kürdistan seferinin de kanıtladığı bir gerçek var ki bunu söyleyerek tebliğimin konu başlıklarına geçeceğim. Eskiden Dersim için söylenen bu sözü Kürdistan’a teşmil ederek söyleyecek olursam Kürdistan’a sefer olur, zafer olmaz diyeceğim.
Kürdistan meselesi sınırlar meselesidir
Kürdistan bütün dünyanın gözü önünde göz göre göre otokton halkından çalınmış bir ülkenin adıdır. 400-500 bin km karelik alanı, 40-50 milyonluk nüfusu, üç asıra yayılan ulusal özgürlük mücadelesinde mevcut devletlerin bir kısmının nüfusundan fazla olan şehit sayısı ile yüz yıldır bir anomaliye mahkum edilmiş bir ülkenin adıdır. Burada kendi ideolojik normlarım açısından bir anomaliye işaret etmiyorum. Çağdaş, uygar denilen dünyanın normları bakımından da anormal bir yerdir Kürdistan. Türk devletinin bu son seferini bir sınır seferi olarak planladığını söylemek mümkündür. Bu egemen Türk siyaseti bakımından anlaşılır bir hedeftir. Çünkü Kürdistan meselesi bir yönü ile de esas olarak bir sınırlar meselesidir. Bir yandan olmaması gereken ama olan siyasi sınırlardır. Kürdistanı enine boyuna bölüp, parçalayan 5 tane devlet sınırı vardır. Türkiye’nin Irak, Suriye ve İran sınırları, İran’ın Irak ile Irak’ın Suriye ile olan ve Kürdistan’dan geçen devlet sınırlarıdır bunlar. Bu devlet sınırları Kürdistan’ın tarihsel, toplumsal hakikatlerini ortadan kaldırmaya programlı jenosidal devlet sınırlarıdır. Diğer yandan ise olması gereken ama olmayan Kürdistan’ın tarihsel toplumsal sınırıdır. Kürtlerin dünyanın en büyük devletsiz toplumu olduğu söylenir. Bu kendi tarihsel toplumsal sınırlarında devletleşmemiş olmak anlamında doğrudur. Ancak Kürdistan devletsiz değil çok devletli bir ülkedir. Yeri gelmişken belirtmek lazımdır ki devletin kötü olduğunu, ulus devlet döneminin geçtiğini düşünenlerin öncellikle Kürdistan’daki bu dört devletin varlığına itiraz etmeleri gerektiğini söylemeliyim.
Son on beş yılda Kürdistan’ın tarihsel toplumsal sınırlarının daha bir görünür hale geldiğini görüyoruz. Birinci körfez savaşından başlayan bir süreç sonunda yüz yıllık ulusal özgürlük mücadelesi Kürdistan’ın Irak devleti ile olan sınırlarını belirgin hale getirmiştir. Hala Erbil ile Bağdat arasında tartışmalı kabul edilen yerler olmakla beraber Fadıl Mirani’nin verdiği son demece göre güney Kürdistan toprağının %97si peşmerge kontrolündedir. Hemrin dağı, Sadiye, Celavla mıntıkasındaki bir alan ile, Kerkük Musul civarındaki bazı bölgelerdir tartışılan topraklar. Mirani Güney Kürdistan’ın sınırları hendeklerden öteye de uzanıyor derken bu %3lük tartışmalı topraklara işaret ediyor. Güney Kürdistan’la Irak arasındaki sınırların hendekler üzerinden görünür hale getirildiğini söylemek yanlış olmaz bu anlamda. (Bu aynı zamanda hendeklerin nereye kazılması gerektiğini de göstermek bakımından ilginçtir. Hendekler sınırlara açılır. Bu geniş anlamda savaşa konu olan ülke sınırları olduğu gibi, kurtarılan bir bölgenin sınırları da olabilir. Yerleşim birimlerinin içine açılıp mayınlanan hendekler, kurtarılmış bir alan olmadığı zaman, devletin elinde bölgenin insansızlaştırılması amacına uygun olarak patlatılan bir araca dönüşmektedir. Bildiğim kadarı ile ilk defa İspanya iç savaşında kullanılan öz yönetim kavramı da hükümran olunan yerde kitlenin katılımı ile oluşturulan geçici bir yönetim biçimi anlamında kullanılmıştır. Daha sonra Yugoslavya’da kullanılan sosyalist öz yönetim kavramı ise bürokratik olduğu söylenen Sovyet modeline karşı geliştirilmiştir. Burada mevcut bir sosyalist devletin katılımcı idari rejimi olarak tasarlanmıştır. Gerek kurtarılmış alanlarda geçici bir yönetim modeli olarak gerekse kalıcı anlamda sosyalist bir devletin idari rejim modeli olarak özyönetim modelinin Kürdistan’daki mevcut şartlarda öne sürülen öz yönetim tasavvurundan farklı olduğu açıktır.)
Kürdistan’ın sınırları konusuna devam edecek olursak Güney Kürdistan’da verili sınırlar içinde bağımsız bir devlet kurulması tartışılmaktadır. Bunun için bu yılın sonuna kadar bir referandum yapılacağı da deklere edilmiştir.
Rojava diye kodlanan Güney Batı Kürdistan’da ise zorlu bir savaş ve direnişin sonunda Kantonlar üzerinden de olsa sınırlar görünür hale gelmiştir. Cizre, Kobani, Afrin kantonları birleşik bir yönetime kavuşturulmuş ve ”Rojava ve Kuzey Kürdistan Federasyonu” ilan edilmiştir. Burada birkaç sorun var. Birincisi bu federasyonun bir parçası olacağı federal bir Suriye yoktur. Federasyon, bağımsızlıktan farklı olarak tek taraflı ilan edilecek bir şey değildir. İkincisi isimlendirmedeki Rojava Batı Kürdistanı anlatırken, Kuzey Suriye Batı Kürdistan’ın güneyindeki Sünni Arap coğrafyasını işaret etmektedir. Bu nedenle bu isimlendirme altındaki federasyonun toplumda ve egemen Arap siyaseti içinde bir karşılığı bulunmuyor gözükmektedir. Güney Kürdistan’da da Batı Kürdistan’da da Güney komşularımız Sünni Araplardır. Ve bu bölgeler DAİŞ, NASRA, AHRAR Ü ŞAM benzeri örgütlerin egemenliğindedir. Bu isimli federasyon ilanının da kanton ilanı gibi savaş koşullarında yapılan geçici manevralar olduğu varsayımı ile Batı Kürdistan’da da toprak temelli kalıcı çözümün bağımsızlıkta olduğunu düşünüyorum. Bu alanda esas yakıcı sorun ise Güney Kürdistan ile Batı Kürdistan arasındaki Suriye-Irak devlet sınırıdır. DAİŞ’in Musul operasyonundan sonra Sünni Araplar arasında bu devlet sınırı kaldırılmıştır. Rakka’dan Ramadi’ye kadar bir Sünni Arap birliği sağlanmıştır. Sınırın Kürdistanı kesen kısmı ise her iki tarafta Kürtler tarafından korunmaktadır. Bu anomalinin birçok nedeni sayılabilir olsa da Kürt siyasetindeki alt iktidar tutkusu ve merkezi iktidar talebinin zayıflığı bizi ilgilendiren temel sorundur. İleride buna değinmeye çalışacağım.
Türk devletinin son Kürdistan seferinin esas nedeni Hemrin dağından Afrin’e görünür hale gelen bu sınırlardır. Güney Batı sınırlarının görünür hale geldiği ve bu sınırlar içinde devletleşmeyi tartışan Kürdistan ve Kürt siyasetinin Kuzey, Doğu sınırlarını da görünür hale getireceği açıktır. Bu tehdit karşısında panikleyen Türkiye devleti yeni bir Kürdistan seferine başlamıştır. Temmuzdan bu yana olup bitenleri AKP, HDP savaşı ya da AKP,PKK savaşı olarak izah etmek Türkiyeci bir anlayıştır. Niyetlerden bağımsız olarak da Türkiye’nin işgalci savaşını örtmeye yaramaktadır. Sefere çıkan Tayyip Erdoğan değil Türk devlet aklıdır. Güney ve Batı Kürdistanın devletleşmesi ve buradaki siyasi aktörlerin iradesinden bağımsız olarak birleşmesi ihtimali Türk devlet aklını harekete geçirmiş ve Kürdistanı kendi devlet sınırlarının dışında tutmak için sefer başlatmıştır. Bu son saldırıdan beklenen Kuzey Kürdistan’ın diğer parçalar ile ilişkisini koparmak, Güneyin Batı ile birleşmesini önlemek ve Kürdistan’ın devletleşmesini geciktirmektir. Türk devleti için Başika bunun için önemlidir, Cerablus, Azaz bunun için stratejiktir. Dört parçası ile Üçüncü Dünya Savaşının cephe ülkesi olacak olan Kürdistan’ın siyasi aktörlerinin mevcut devlet sınırlarını esas alan politikalardan vazgeçip kendi tarihsel toplumsal sınırlarında devletleşmeyi esas almaları bu savaşı kazanmanın ve bu savaşta siyasi aktör olmanın yegane yoludur.
Bağımsızlık ve Kürdistan siyasetinde Bağımsızlıkçılık
Maalesef bu bölüme de bir anomaliye işaret ederek başlamak durumundayım. Dünyadaki ulusal kurtuluş hareketlerinin normal, olağan programatik hedefleri bağımsızlıktır. Cezayir’den Angola’ya, Libya’dan Mozambik’e kadar yirminci yüzyıldaki ulusal kurtuluş mücadeleleri bağımsızlık hedefli olmuşlardır. Yirmi birinci yüzyıla sarkan ulusal hareketlerde de bağımsızlık talebi hep ön planda olmuştur. Sovyetler ’in çözülmesinden bu yana tarih sahnesine çıkan onlarca devletin kuruluşunu da böyle görmemiz lazım. Filistin’den Çeçenistan’a, Katalanya’dan İrlanda’ya, Bask’tan İskoçya’ya bağımsızlık hedefli ulusal hareketler görüyoruz. Bu anlamda ulusal kurtuluş hareketleri ayrılıkçı hareketlerdir, separatist diyorsunuz sanıyorum. Üç asıra yayılan Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinde ciddi bir bağımsızlıkçı damar olsa da özellikle son 2o yılda ve özellikle Kuzey Batı Kürdistan’da bağımsızlık hedefi Kürt siyaset sınıfı ve okumuşları(aydınları) tarafından eleştirilen bir siyaset tarzına dönüşmüştür. Dünyanın diğer yanlarındaki ulusal kurtuluş mücadelelerine ayrılıkçı diyen ve sempati ile karşılayan Türk siyasal düşüncesi de sıra Kürdistan’a geldiğinde ayrılıkçılıktan değil bölücülükten dem vurup arkasında karanlık güçler görmeye başlamaktadır. Türkiye’nin sosyalistleri enternasyonalizm adına, İslamcıları ümmetçilik adına, sosyal demokratları kemalizm adına, liberalleri de demokratlık adına ve tabii ki mahkemeleri de hukuk adına ayrılıkçı değil bölücü saydıkları Bağımsız Kürdistan hedefli siyaseti mahkum etmektedirler. Türkiye’nin devlet, millet ve ülke olarak tekliğini Kuzey Kürdistan’ı da içine alacak şekilde vaaz eden egemen Türk düşüncesinin hegemonyasında gelişen bu akımların bölücülük suçlaması kısmen anlaşılır olsa da buna Kürd siyaset sınıfı ve aydınlarının da katılması anlaşılır olmaktan uzaktır ve bir ölçüde son yıllarda Kürt siyasetinde artan Türk etkisini göstermektedir. Kürt siyaset sınıfı bölücü değil birlikçi olduklarını göstermek için özel bir çaba sarf etmektedirler. ‘Kürt ve Türk et ve tırnak gibidir ayrılmaz’, ‘Kürtlerle Türkler siyam ikizi gibidirler ayrılmaya kalkışılırsa ölürler’ vecizelerinden, ‘bağımsız Kürdistan hayalini çöpe attık’, ‘bu devletin sınırları ve bayrağı ile bir sorunumuz yoktur’a varan bir edebiyat oluşmuştur Kürt siyaset sınıfı eli ile.
Günümüzde Kuzey Batı Kürdistan’da egemen siyaset tarzı otonomist ve kısmen de federalisttir. Burada otonomist derken Demokratik Özerk Türkiye, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, Avrupa Birliği Yerel yönetim Şartı benzeri talepleri kast etmiyorum. Bunlar Türkiyenin idari rejimine dönük reform talepleridir ve Türk siyaset sahasına işaret eder. Kürt Ulusal Harektindeki oronomist, özerklikçi siyaset tarzından kast ettiğim Kürdistan’ın özerkliğini programlayan siyaset tarzıdır. Murat Karayılan 15 gün önce demokratik özerkliği ikiye bölüp demokrasiyi Türkiye için Özerkliği Kürdistan için isteyen bir konuşma yaptı. Bunun ne kadar süreceğini bilemesem de Türkiye’ye demokrasi Kürdistan’a özerklik Kürt ulusal hareketi içinde tarihsel kökleri de olan bir siyaset tarzıdır. Ayrıca DTK’nın kuruluş manifestosundaki Demokratik Özerk Kürdistan talebi de böyle bir siyaset tarzıdır ve otonomist siyaset tarzı derken kast ettiğim bunlardır. Yirminci yüzyılın sonuna kadar Güney, Doğu ve Batı Kürdistan’da da otonomist siyaset tarzının egemen olduğunu söyleyebiliriz. Yakın Doğu ve Dünya düzeni ile ilgili bölümde bu siyaset tarzının nedenlerini tartışmaya çalışacağım. Burada otonomist siyaset tarzının modernite öncesi dönemdeki aşiretler, aşiret konfederasyonları ve mirliklere kadar uzatılabileceğini ve tarihsel köklerinin burada aranması gerektiğini söylemekle yetineceğim. Kürt ulusal hareketinde merkezi iktidar talebinin zayıf, yerel iktidar talebinin güçlü olduğunu söylemeye çalışıyorum.
Kürdistan’da federasyon talepli siyaset tarzı Kuzeyde 1960-70li yıllarda başlamıştır. İki temel dayanağının olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bunlardan ilki solun sosyalizmin yükseldiği 1960lı yıllarda Kuzey Kürdistanlı sosyalistler arasında Sovyetler ve Türkiye solu etkisidir. Türkiye’deki sosyalist devrimin ertesinde Kürdistan’ın kuzeyinin sovyetik tarzda bir federasyonla özgürleştirilebileceği düşünülmüş ve fedrasyon talebi programlaştırılmıştır. Bunu ilk yapan yanılmıyorsam TKSPdir. Sovyetlerin dağılmasından sonra birinci Körfez Svaşından sonra Güneu Kürdistan’da ön plana çıkan federasyon modeli de bu siyaset tarzının Kürdistan’da güçlenmesinin diğer nedenidir. Güney Kürdistan’da federasyon modelinin çözüm olmadığı görülüp, bağımsızlık tartışmalarına geçildiği halde Kürdistanın Kuzey dışındaki her üç parçasında da bu talep Kürt siyasal hareketinde ön planda kalmaya devam etmektedir. Mevcut devlet sınırları içinde Kürdistan meslesini çözmeye çalışan bu siyaset tarzının temel sorunu Kürdistan’ın mevcut devletlerin bir iç meselesi olmadığı, başından beri devletlerarası bir mesele olduğu ve çözümünün de mevcut devlet sınırlarına sığmayacağı gerçeğidir.
Yakın Doğu
Bu konu başlığı da bir anomali içeriyor. Ortası, uzağı olan ama yakını olmayan bir Doğusu var bu dünyanın. Bu tarz isimlendirmeler exonymdır ve sınırları çok belirgin değildir. Bu nedenle bu kavramın kapsadığı coğrafya değişik metinlerde birbirini tutmayabilmektedir. Ben bu kavramı Karadeniz’in doğusundan Akdeniz’in doğusuna inen bir coğrafya anlamında kullanıyorum. İstanbul’un doğusundaki topraklara güneşin yükseldiği yer anlamına gelen Anadolu(Anatolia) diyen Bizanslılar, Anadolu’nun komşularına da Yakın Doğu demişlerdir. Bu bölge kabaca Pontus, Ermenistan, Kürdistan Kilikya ve Nusayri dağlarıdır. Bu basit bir isimlendirme meselesi de değildir. Yakın Doğu doğusundan ve batısından farklı tarihsel, toplumsal, kültürel, dinsel özelliklere sahip bir bölgedir. En belirgin özelliği doğusunda ve batısında kurulan merkezi devletlerin savaş sahası olması ve bu nedenle bu bölgede kalıcı merkezi devletlerin kurulamamasıdır. Roma’dan Bizans’a, Sasanilerden, Safevilere, Moğollardan, Emevilere, Abbasilere kadar işgalcilerin uğrak yeridir Yakın Doğu. Bölgede kalıcı merkezi devletler kurulamazken geçici krallıkların, beyliklerin alt devlet formlarının egemen olduğu bir bölgedir Yakın Doğu. Yakın Doğu halkları mirlikler, beylikler küçük krallıklar şeklinde kendi kendilerini yönetmeye ve ayakta kalmaya çalışırken genellikle batıdaki ya da doğudaki merkezi devletlerin üst egemenliklerini de kabul etmek durumunda kalmışlar. Bu merkezi imparatorlukların arasındaki savaşlarda da bazen farklı saflarda taraf olmuşlardır. Yakın Doğu coğrafyasının etnik, dinsel, kültürel yapısının çeşitliliğinin nedeni olan bu doğu-batı arasında köprü olmasının yanında bir de bu bölgenin sürekli ve yoğun göç almış olmasıdır. Bu tanımlamanın kullanıldığı son devletlerarası antlaşma bildiğim kadarı ile Lozan antlaşmasıdır. Türkiye Cumhuriyetinin kurucu antlaşması olarak görülen ve Türk resmi tarih tezinde çok övülen bu antlaşmanın bağıtlandığı konferansın tam adı “Yakın Doğu İşleri Hakkında Lozan Konferansı’dır”. Önce Lozan konferansı adı ile toplanan konferans İsmet İnönü’nün doğu konferansı önerisi ve yapılan tartışmalarla Yakın Doğu İşleri hakkında Lozan Konferansı olarak tarihe geçmiştir. Bu konferans sonunda yapılan antlaşma ile Yakın Doğu işleri hal edilememiş olsa da Yakın Doğu hal edilmiştir. Batısı Türkiye’ye bırakılarak batılı yapılan Yakın Doğu’nun doğusu da İran, Irak ve Suriye’ye bırakılarak Orta Doğu sayılmıştır. Bu bölge günümüzde de bir savaş ve çatışma alanıdır ve bunun bir nedeni de Birinci savaş sonrası kurulan dünya düzeni ve bunun dayandırıldığı devletler sistemidir. Sovyetler’in çözülmesiyle çöken dünya düzeninin bir sonucu olarak bölgedeki devletler sistemi de çözülmektedir. Irak ve Suriye başlangıçtır. Bölge yeniden dizayn edilirken bölgenin köklü devletleri sayılan Türkiye ve İran’ın eskisi gibi kalması mümkün değildir. Son yıllarda Yakın Doğu kavramının yeniden kullanılmaya başlanması da bu savaş ve yeni dünya düzeni arayışı ile ilgilidir. Bu bölümü Yakın Doğu’nun merkez ülkesi olan Kürdistan’ın siyasi örgütlerinin bu gerçeklikler üzerinden siyaset yürütmeleri gerektiğini söyleyerek bitiriyorum.