KÜRT SİYASETİNDE BAĞIMSIZLIKÇILIK İZMİR KONFERANSI
-1-
FUAT ÖNEN
Arkadaşlar hoşgeldiniz,
Hepinize teşekkür ediyorum, katıldığınız için. Doğrusu Kürtçe konuşmayı planlıyordum. Dün, arkadaşlar Türkçe konuşmam gerektiğini söylediler. Bu nedenle tebliğin dili için Türkçe ’de karar kılındı.
Bugün Kürt, Kürdistanî siyasetlerde, bağımsızlıkçılık üst başlığı altında, bir sohbet toplantısı yapacağız. Bu üst başlık altında sizlerle paylaşmaya çalışacağım, birkaç konu var:
Birincisi dünya düzeni, dünya devletler sistemi, Kürdistan meselesinin bununla ilişkisidir. Bu konuda, 20.yy’da, Kürdistan meselesinin esas itibariyle 1919’da Cemiyet-i Akvam marifetiyle oluşturulan ve 1945 te Birleşmiş Milletler marifetiyle güncellenen dünya devletler sisteminde Kürtlere yer verilmemesi meselesi olduğunu iddia edeceğim ve böyle düşündüğüm için de Kürdistan meselesinin herhangi bir devletin iç meselesi olmadığını söyleyeceğim. Bu anlamda Kürdistan meselesinde kalıcı çözümün Bağımsız Birleşik Kürdistan’da olduğunu öne süreceğim. Sizinle bunu tartışacağım.
İkinci mesele, Kürdistan siyasetinde bağımsızlıkçılıktır. Son dönemlerde Kürt siyasetinde otonomist ve federalist siyaset tarzının egemen olduğunu biliyorum. Bu egemenlik, Kürdistan’da bağımsızlıkçı siyasetin marjinal olduğu, ve tarihte kökleri olmadığı gibi bir algıya yol açıyor. Bu başlıkta da Kürdistan’da bağımsızlıkçı damarın aslında çok güçlü bir damar olduğu, üç asra yayılan Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesinde bağımsızlıkçı siyaset tarzının da ciddi kökleri olduğunu öne süreceğim.
Üçüncü olarak barış, çözüm, müzakere süreci olarak adlandırılan süreçlerin aslında AKP’yle başlayan bir süreç olmadığını, Türk Egemenlik Sistemi’nin(TES) 20 yıla yakın süren bir restorasyon çabası olduğunu, daha doğrusu bir restorasyon zorlaması olduğunu, anlatmaya çalışacağım. Bu bölümde de bu süreçlerin TES’in kendini restore etme sürecinin hem kapasitesi bakımından hem de niyetleri bakımından Kürdistan sorununu çözmeye elverişli olmadığını iddia etmeye çalışacağım.
Son olarak arada bir yerde, eğer fırsat bulursam demokrasi meselesiyle ilgili düşüncelerimi sizinle paylaşmayı planlıyorum. Burada da esas olarak söyleyeceğim şudur: Türkiye’nin çok ciddi bir demokrasi sorunu var, bu doğrudur ancak, Türkiye Cumhuriyeti’nin, Türk devletinin demokratizasyonu ile Kürdistan meselesinin çözümü birbiriyle ilgili olsa da birbirinin yerine ikame edilemeyecek kadar birbirinden farklı iki konudur. Sonuç itibariyle demokrasi meselesi ya daTürk devletinin demokratizasyonu meselesi elde mevcut bir devletin demokrasi dışı olduğu varsayılan bazı yanlarının giderilmesi meselesidir. Kürdistan meselesi ise Kürt milletinin kendi topraklarında devletleşmesi meselesidir. Bu iki mesele birbiriyle ilgili olsa da birbirinin yerine ikame edilemeyecek kadar birbirinden ayrı iki mesele olduğunu öne süreceğim.
Şunun için bu tariflerle başladım. Dünyanın her tarafında egemenlik ilişkisinin bulunduğu her yerde egemenler, ezenler, yönetenler bu yönetme faaliyetini ezilenlerin tariflerini bozmak üzerinden yaparlar. Bu anlamda tarifleri bozmak bir yönetim sanatıdır ve ezilenlere baskı altında tutulanlara dönük bir ideolojik saldırıdır. Dünyadaki tüm toplumsal eşitsizlik ve ayrıcalıkları üç ana başlık altında toplarsak; sınıfsal, ulusal ve cinssel eşitsizlik ve ayrıcalıklar olarak sınıflarsak göreceğiz ki her üç alanda da egemenler ezilenlerin tariflerini bozmak üzerinden yönetiyorlar. Örneğin sınıfsal eşitsizlik ve ayrıcalık alanında sürdürülen mücadelelerde gördüğümüz şudur;
Burjuva iktisatçıları, kapitalist ekonomistler üretim sürecini şöyle tarif ederler: Muhayyel bir piyasa var, işçi bu piyasaya iş gücüyle gelir, sermaye sahibi sermayesiyle gelir. Orada bir de müteşebbis vardır, bu üçü birlikte bir üretim faaliyeti yürütürler. Bu üretim faaliyetinin sonunda da her üç taraf kendi payına düşeni alır. Bu tarife göre son derce mâkûl, içinde sömürü mömürü olmayan bir ortaklık faaliyetidir. Aslında Marx’ın Kapital’deki bütün çalışmaları emekçilerden yana bir tarif oluşturma çabasıdır.
Cinssel eşitsizlik- ayrıcalık alanına geldiğimiz zaman çok ünlü sözler vardır. Bunlardan biri: “Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır.” sözüdür. İlk bakışta kadına dönük bir iltifat olarak algılanabilir bir sözdür. Ama, eğer kadınlar niye arkadadır, niye görünmezdirler. Bu, sorunun üstünü örten bir tariftir. Bunu biraz uç tarifi de : “Kadınlar çiçektir, tarifidir ki kadın aktivistleri buna şuna cevap verirler. Biz nebat değiliz sizin gibi insanız, niye kadınlar çiçek olsun?”
Ulusal eşitsizlik-ayrıcalık sahasına ve burada sürdürülen mücadelere döndüğümüz zaman, geldiğimiz zaman görüyoruz ki kolonyalistler ezilen ulusların tariflerini bozmak için çabalarlar. Kolonyalistlere göre örneğin Fransız kolonyalistlerine göre aslında Fransa, Cezayir’e medeniyet götürmektedir. İtalyan kolonyalistlerine göre İtalyanlar, Libya’ya medeniyet götürmektedirler. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk dönemlerini hatırlayın. Türkiye Cumhuriyeti işini gücünü bırakmış Kürdistan’a medeniyet götürmekle meşguldür. Ama kolonyalist tarih, ezilen ulusu medeniyet karşıtı topluluklar olarak tarif ederler. Onun için İtalyanlara göre Ömer Muhtar medenileşemeyen bir yabanidir. Türkiye Cumhuriyeti’ne göre Şex Said, Seyit Rıza medeniyeti algılamayan, bunun için de Türkiye Cumhuriyeti’nin bu çok iyi niyetli medeniyet götürme çabasına itiraz eden gericilerdir. Şimdi bu tarif bozma meselesi özellikle alt-üst oluş dönemlerinde, kriz dönemlerinde kampanyalar halinde gelişmeye başlar. Bugünkü konumuzla ilgisi bakımından iki ayrı kampanyaya işaret edeceğim.
Birincisi devletlerarası ölçekte yürütülen kampanyalardır. 1990’larda başlayan bir kampanyadır. Samuel Huntington’un Medeniyetler Çatışması kitabını bu tarifleri bozmaya dönük kampanyanın örnekleri olarak değerlendirmek gerekir. Biliyorsunuz Francis Fukuyama Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden sonra “Tarihin Sonu geldi.” dedi. Fukuyama’ya göre, “o zamana kadar işte önceki imparatorlar arası savaş, sonra dinler arası savaş ve sonra faşizm ve kominizm gibi bu uç ideolojilerin yol açtığı savaşlar idi. Ama Sovyetler Birliği çözüldükten sonra bütün bu ideolojilerin sonu geldi ve dünyada tek rasyonel akılcı ekonomik sistem serbest piyasa ekonomisidir, tek akılcı düşünce de liberalizmdir.” Teke indiği için de artık bunların sonu geldiği ilan edildi. Aynı anlama gelmek üzere ideolojilerin sonu geldi. Samuel Huntington, bunu bir miktar daha öteye götürdü. Bu medeniyetler hiyeşarisinın en temelinde de “Batı Medeniyeti” var. Onun karşısında hemen yanında da “Kuzey Afrika İslam Medeniyeti, Ortadoğu Medeniyeti” var. İşte “Çin-Hint-Japon Medeniyeti” var. Oradan dönünce de Rusların temsilciliğini yaptıkları bir “Ortodoks Medeniyeti” var, diye sözeder. Şimdi bu her ikisine de baktığımız zaman ortada bir sınıf çatışması yok, ortada emperyalistlerin pazar paylaşımı, bunun için doğal bir çatışma yok, ezilen ulusların kendi geleceklerini belirlemek üzere sürdürdükleri bir mücadele yok. Ortada ne olduğu çok ta belli olmayan medeniyetler arası çatışma var ve zaten ideolojilerin de sonu gelmiştir. Dolayısıyla batının öne çıkardığı ekonomik modeli ve siyaset modellerini kabul etmeyenler bir bütün olarak akıldışı ilan edilmeye başlandı. Bunu böyle topyekûn tarifleri bozma kampanyası olarak algılamak mümkündür.
Son yirmi yılda Türkiye’de Kuzey Batı Kürdistan’da buna benzer yoğun bir tarifleri bozma kampanyasıyla karşı karşıyayız. Bu kampanyayı esas itibariyle Türkiyeci bir kampanya olarak nitelendirmek mümkündür. Bundan kast etmek istediğim şudur: Türkiye bir devletin adıdır. Türkiye bir vatanın ya da bir milletin adı değildir. Türkiye’nin ardılı olduğu Osmanlı İmparatorluğu da böyleydi. Osmanlı sözcüğü bir milletin ya da bir yurdun ya da bir vatanın adı değil idi. Bir devletin adıydı. Hatta bu konuda Osmanlı İmparatorluğu’nun daha namuslu davrandığı da söylenilebilinir. Çünkü Osmanlılar zamanında biliyorsunuz “Memalik_i Osmani” Osmanlı Memleketi diye adlandırılıyor ve algılanıyordu. Bu, Osmanlı İmparatorluğu’na özgü bir şey değildi. Burda, ilerde fırsat olursa onu da tartışmak istiyorum. Bu imparatorluklar ile ulus devlet arasındaki farktır. “Türk Tarih Tezi ve Egemen Türk ideolojisi” bunu, Osmanlıların adaletine bağlarlar. İşte Osmanlılar girdiği, fethettiği yerlerde herkesin kendi dinini yaşamasına izin verdiğini belirtmek üzere söylerler. Bu, Osmanlıya özgü bir şey değil; bu, imparatorluk hukukuyla ilişkili bir şeydir. Örneğin; Çarlık döneminde Rusya Moğolistan’a, Gürcistan’a ve oradaki Türki cumhuriyetlere gittiği zaman, oraları da yönettiği zaman, Moskova’daki yaşam tarzını oraya dayatmış değildi. Bu, imparatorlukla ulus devlet arasındaki bir faktır. Bu, imparatorluk mantığıyla ulus devlet mantığı arasındaki bir farktır. Bu durum Osmanlılara özgü bir barışçılık ya da adaletli duruş değildir.
Şimdi Türkiyeci dediğimiz düşünme sistematiği şudur. Zaten Türkiye Cumhuriyeti’nin doksan yıllık pratiği bu devlet adını bir millet adına ve bir vatan adına dönüştürmek çabasıdır. Bu devletin egemenlik sahasında birden fazla ulus ve birden fazla da ülke gerçekliği vardır. Eğer siz birden fazla ülke ve ulus gerçekliğinin olduğu coğrafyadan bir ulus ve ülke yaratmak isterseniz, ulus-ülke gerçeklğine sahip kitlelere ulus-ülke gerçekliğini ortadan kaldırmak zorundasınız. Bu nedenledir ki Türkiye Cumhuriyetinin doksan yıllık pratiği esas itibariyle jenosidal bir pratiktir. Kısa süreli jenositlerle Ermeni, Süryani, Rum temizliği yapıldıktan sonra şu an Türk devletinin önünde Kürt halkının ulus-ülke gerçekliğini ortadan kaldırmak kalmıştır. Bunu da kısa süreli jenositle yapamayacağını bildiği için zamana yayılan bir jenositle Kürt halkının ulus-ülke gerçekliğini ortadan kaldırmaya çalıştı. Bu nedenle Kuzey-Batı Kürdistan daha önce Fırat’ın doğusu ve Malatya, 1941’deki Coğrafya Kongresi’nden sonra da Doğu ve Güneydoğu Anadolu olarak değiştirilmiştir. Burda hedeflenen Kürt halkının ülke gerçekliğini ortadan kaldırmaktır. Bu nedenle Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin Türk olduğu söylenmiştir. Burada da hedeflenen, Kürt halkının ulus gerçekliğini ortadan kaldırmak ve bunu tek millet içine çekebilmekti. Bu tümüyle jenosidal bir projedir.
Şimdi Arkadaşlarım, Türkiye’deki egemen siyasetin ve siyasetçilerin Türkiyeci olmalarından daha doğal bir şey yok. Bu devletin kuruluş mantığı budur. Onun için bir AKP’li, bir CHP’li, bir MHP’li yada Türkiye partilerinden herhangibirisinin Türkiyeci düşünüp bununla siyaset yapmaları anlaşılır bir şeydir. Burada bizim itiraz ettiğimiz Kürt siyasetinde deTürkiyeci bir zihniyetin gelişmeye başlamasıdır. Bu Kürt siyasetindeki Türkiyeciliğin, Türk siyasetinin Kürdistan siyasetinde görünür hale gelmesi olarak değerlendirmek lazımdır. Şunu anlatmaya çalışıyorum. Geçenlerde siz de izlemişsinizdir. Geçen sene Katalanyalılar bir bağımsızlık zinciri oluşturdular. Bu sayede Katalanya Parlementosu, Katalanya’nın İspanya’dan ayrılıp ayrılmamasını kararlaştıran bir referanduma gitmeyi karar altına aldı. İspanya Parlementosu bunu reddetti. İspanya Başbakanı’nın izahı şudur: iki cümleyle “Biz, Katalanyasız bir İspanya düşünemeyiz. İki, AB’nin dışına çıkmış bir Katalanya da düşünemeyiz.” Şimdi İspanya Başbakanı’nın bu sözleri bize, Türkiye de Kürdistan’da söylenmiş benzer sözleri hatırlatıyor. Ancak, orda bunu söyleyen İspanya Başbakanı’dır. Oysa şu soru orta yerdedir: Katalanyasız bir İspanya niye mümkün olmasın? Katalanya İspanya’dan ayrıldığı zaman niye Avrupa Birliği’nin dışına çıkıyor. Katalonya da İspanya gibi İspanya’nın yanında İspanya’nın komşusu olarak AB’ne girebilir. İspanya da pekala Katalanyasız da yaşayabilir. İkisinin arasında da bir ölüm ilişkisi yoktur.