Anayasayı değiştirme paketi, gündeme getirilip dayatıldığı kadar çok abartılacak önemli bir iş değildir. Anayasa, şimdiye kadar 16 kez değiştirilmiştir. Bu son değişiklik dahil tüm değişiklikler, 12 Eylül Anayasası’nın mantığı ve çerçevesinin içindedir. Fakat Türk siyasetinin tüm tarafları bu değiştirme çabasını, büyük bir mübalağa ile öne çıkarmaktadır. Bu paket üzerinde sürdürülen siyasi tartışmalar, aslında Türkiye siyaset çevrelerinin iç çatışmalarının tezahürüdür. Uzun bir zamandan beri, Türkiye’de sistemin siyasi kanatları arasında bir mücadele, iktidar olma kavgası yaşanmaktadır. Bu paket, iktidar kavgasının bir parçası ve devamı olduğu için, taraflar bu kavgada öne geçmek amacıyla, bu paket üzerinden tartışmaları çok abartarak sürdürüyorlar.
Bu paket içindeki iki madde hariç, diğer maddelere hemen hemen tüm siyasi partiler olumlu bakıyorlar. CHP, “üç maddeyi geri çekin, diğerlerini birlikte onaylayalım, referanduma da gerek yok” dedi. Bu üç maddeden partilerin kapatılmasını zorlaştıran madde, meclisten geçmedi. Geriye kalan HSYK ve Anayasa Mahkemesi (AYM) maddelerindeki değişiklik, üyelerin sayısı ve seçilme şekliyle ilgilidir. HSYK ve AYM’nin üzerinde çalıştığı zemin eskisi gibi kalıyor.
Paketin diğer maddelerinin, eskilerine oranla daha iyi oldukları söyelenebilir. Ama abartıldığı kadar da önemli değildir, Türkiye’nin siyasal ve toplumsal yaşamında pek de kayda değer bir değişime yol açacak kadar önemli değildir. Örneğin, “kadına karşı pozitif ayrımcılık” maddesi kabul edilirse toplumsal yaşamda kadınların lehine değişecek olan hiçbir şey yoktur, çünkü bu madde, iyimser bir temennin dışında somut olarak nelerin yapılacağına ilişkin hiçbir şey içermiyor.
AKP, bu paketi 12 Eylül ile hesaplaşma gibi göstermeye gayret ediyor, 12 Eylül sorumlulurından hesap soracaklarını söylüyorlar. Bu da kaale alınacak, söylendiği kadar ciddi bir argüment değildir. Aradan 30 yıl geçmiş, sorumlularından 1-2 kişi dışında yaşayan kalmamış. Ayrıca “zaman aşımı” nedeniyle bunların yargılanamayacağı da sözkonusudur. 12 Eylül’cülerden hesap sormayı engelleyen maddeyi kaldırmayı 6 ay önce CHP önermişti, ama AKP karşı çıkmıştı.
Bu pakete nereden ve hangi tavırla bakmalıyız?
Bu pakete nereden ve nasıl bakmalıyız? Felsefe ve siyasette şu önemlidir: Gördüğün şey baktığın yerle de ilgilidir. Bizler Kürdistandan bakmalıyız. Türkiye’den bu pakete bakarsan, bu sistem içindeki iktidar kavgasını kendi kavgan gibi görecek ve bir siyasi aktör olarak kavganın taraflarından biri gibi kendini bu denklemin içinde göreceksin. Eğer Türkiyeci bir perspektifle bakarsan ismin, konumun, dünya görüşün ne olursa olsun kendini bu denklem içinde görerek tavır alacaksın.
Eğer Kürdistan’dan bu pakete bakıp Kürdistani bir tavır alırsan, pakete farklı bakar ve farklı bir tavır alırsın. Denklemin sana ait olmadığını, sana ilişkin bir şey içermediğini, dolayısıyla dışarıdan bakman gerektiğini anlar ve ona uygun bir tavır geliştirirsin.
Bu referandumda, “Evet” veya “Hayır” Türk Egemenlik Sistemi (TES)’nin seçenekleridir, Kürdlerin, sisteme temelden karşıt olanların değildir. Kürd siyasi çevrelerinin kendi denklemleri içinde siyasi sorunlara bakmaları gerekir. Öncelikle Türk Egemenlik Sistemi’nin kendilerine dayattıkları denklemi redetmelidirler. Kürdistan’dan ya da sistemin kendisine karşıt birisi olarak baktığımda, HSYK ve AYM’nin üye sayısı ile seçilme şeklinin değiştirilmesi, sistem karşıtı hedeflerimle ne kadar ilişkilidir ve bu değişiklik hedeflerime ulaşmak için nasıl bir katkı sağlayacaktır diye bakarım, ona göre değerledirir ve kendi seçeneğimi oluştururum. Böyle bakıldığı zaman, “Evet” veya “Hayır”ın Kürdistanlı siyasetin seçenekleri olmadığı çok aşikardır. “Evet” veya “Hayır” seçenekleri ile sınırlı bir denklemde düşünmek, bu denklemi kabul etmek, dayatılan bu denkleme alternatif oluşturamamak Kürdistani olmaktan çok uzaktır, sistemin denklemine boyun eğmektir.
Anayasa değiştirme paketi “Türk Açılımı”nın bir parçasıdır.
Türk açılımı gündeme geldiğinde de, Kürd siyaseti tüm bu sorunlarla karşı karşıyaydı. İlk günden itibaren bunun Türk açılımı olduğunu söyledik. Fakat nerdeyse tüm Kürd siyasi grupları, açılımı, Türklerin onlara sunduğu gibi kabul ettiler ve Kürd açılımı olduğunu söylediler. Sonra Türk tarafı “Kürd açılımı” demekten vazgeçti, önce demokratik açılım, sonra da milli birlik ve kardeşlik açılımı dediler. Buna rağmen halen de büyük çoğunluğumuz, Türkiye denkleminin bir parçası olarak ve Türkiye’den baktıkları için Kürd açılımı olarak isimlendiriyorlar.
Oysa Kürdistan’dan meseleye bakılırsa, iki nedenle bunun Kürd açılımı olmayıp, Türk açılımı olduğu gayet kolay görülebilir. Birincisi, bu açılımı gündeme taşıyan aktörler kendilerini Türk olarak tarif edenlerdir. İkincisi, açılımı Türkler veya Amerikalılar da yapabilir, önemli olan açılımın çerçevesi ve hangi zemin üzerinde yapıldığıdır. Bu açılımın çerçevesi de, zemini de sadece Türk değil, aynı zamanda Türkçüdür. Çünkü açılımı gündeme getirenler ilk günden başlayarak, “tek devlet, tek millet, tek bayrak ve tek resmi dil” dediler. Dolayısıyla bu açılım Türkiyenin milli birlik ve bütünlüğünü hedef alan, ziniyeti itibariyle de sadece Türk değil aynı zamanda Türkçü de olan bir siyasi projedir.
Kürdistani siyasetin amacı sistemin arızalarını tamir etmek değildir, görevi de sistemin daha iyi işlemesi için düşünüp çabalamak olmamalıdır. Tam tersine, esas görevi ve sorumluluğu bu sistemi yıkmak, Kürdistandaki işgalciliğine son vermektir. Kürdistanlı siyasi grupların varlık nedeni ve meşruiyetlerinin kaynağı bu sisteme cepheden karşı çıkmaktır. Kürdistandaki siyasi gruplar Türk Egemenlik Sitemi’nin arızalarını tamir edip daha iyi işlemesini sağlamayı kendisine görev saymaya başlarlarsa, ayrı bir siyasi aktör olarak varolmalarını anlamsız hale getirmiş olurlar.
Gerek açılım gerekse referandumda en önemli tehlike, Kürd siyasetinin şahsiyet kaybetmesidir. Kendilerini Türkiyeci denklem içinde ve “evet” veya “hayır” seçeneklerine göre tarif eden Kürdistani siyasi grupların, Kürdistanlı siyasi şahsiyetlerini de düşünmeleri gerekir. Sistemin denklemi içerisinde kendilerini tarif ettiklerinde, siyasi şahsiyetlerinin zarar görüp görmeyeceğini ve Kürdistani siyasi gruplar olarak varolmalarının bir anlamının kalıp kalmayacağını da düşünmeleri gerekir.
Marks’ın bir sözü var; “görünüş ile gerçek bir olsaydı bilime gerek kalmazdı.” Siyasette de bu böyledir. Görünürde sistemin siyasi kanatları veya kurumları arasında bir ayrılık vardır. Ama bu ayrılık bizce gerçek bir ayrılık mıdır? Öncelikle sistemin farklı kanatları ve kurumları arasında bu arada AKP ve CHP arasında da Kürdistan sorununun çözümü konusunda kayda değer önemli bir farkın olup olmadığına bakmak lazım. Kendi cephemden baktığım zaman, aralarında önemsenmeye değer bir fark görmüyorum. AKP’nin kendisi bile bu açılımın CHP’nin “Kürt Raporu”ndan daha geri olduğunu, rapordaki taleplerin daha ileri olduğunu söylemekte ve dolayısıyla açılıma niye destek vermediklerini sormaktadır.
Düşman güçler arasındaki çelişkiye karşı tavır önemlidir. Öncelikle, “biz” ve “onlar” ayrımını çok net ortaya koymalıyız, “biz” ve “onlar” veya “biz” ve “siz” demekten kaçınmanın bir anlamı yoktur. Bizi ve onları kapsayan ortak bir “biz” olamaz. Böylesine bir “biz”, “hepimiz kardeşiz” söylemi gibi yalandır, nesnel toplumsal gerçeklikte karşılığı yoktur. Türk Egemenlik Sistemi’nin işgalci siyaseti ile Kürdistani siyaset birbirinin karşıtı, düşmanıdır. Dost veya kardeş siyasetler değildir.
Siyasi mücadelede hiç kimse karşıt, düşman güçler arasındaki çelişkilere kayıtsız kalamaz, kalmamalıdır. Nasıl ki Türkçü siyaset Kürdler arasındaki çelişkilere kayıtsız kalmayıp tavır alıyorsa ve bazen müdahele de ediyorsa, Kürd siyaseti de sistemin farklı kanatları ve kurumları arasındaki çelişki ve çatışmalara kayıtsız kalmamalıdır. Siyasette de savaşta da düşman güçlerin sana karşı birlik olmalarına engel olmaya çalışmak temel bir prensiptir. Bunun yanında devrimci siyasette, düşman güçler arasındaki savaşı kendi savaşı gibi görmemek de bir başka prensibdir. Kendini onlar arasındaki çatışmanın denklemi içinde tarif etmemek, onların çatışması içinde siyasi aktör olmamak, çatışmalarına onların dışında bir güç ve taraf olarak bakıp müdahele etmek gerekir. İç çatışmalarına rağmen ve o çatışmayla beraber temel denklemde bize karşı, taraf, olduklarını unutmamak gerekir. Temel çatışma onyıllardır Bizlerle Onlar arasında süren çatışmadır. Onlar arasındaki çatışmaya bu temel çatışmada kullanılabilecek bir enstürman olarak bakmalı asla O taraflardan birinin yandaşı, destekçisi konumunda olmamalıyız.
Bu referandum, Kürd halkı bakımından statukoyu savunmak ya da yıkmak gibi bir anlam içermiyor.
“Evet” cephesinin en önemli argümentlerinden birisi de şudur: “AKP statukoya karşıdır ve karşıt cephe de statukocudur, ‘hayır’ veya ‘boykot’ diyenler statukoculara hizmet ediyorlar.” Bu tesbit veya yorum tamamen Türkiyeci’dir. Türk Egemenlik Sistemi, Kürdleri siyasi statüsüz bırakmak üzerinde inşa edilmiştir. HSYK ve AYM’nin üye sayısı ve üyelerinin seçilme şekli, karşı çıktığımız statukoyu değiştirmediği gibi karşısında da değildir. AKP ve karşıtı cephe arasındaki iktidar kavgası, bu statukoyu yıkmadığı gibi restore edilmesini, daha da önemlisi sağlamlaştırılmasını, daha işler hale getirilmesini hedeflemektedir. Her iki taraf da birbirlerini “bölücülerin amaçlarına hizmet etmek”le suçlamaktadır. Dolayısıyla sistemin savunucusu güçlerden birini statukonun dışında, statukoya karşı gibi görmek, Kürdlerin yıkmaya çalıştıkları statukoyu bilmemek, tanımamak, kendini Türk siyasal sistemi içinde görmek demektir.
Kimi Türk sol gruplarının kendilerini “evet” veya “hayır” cephelerinden biri içinde görmeleri ve buna göre tavır almaları anlaşılabilir bir şeydir. Fakat sistem içi bu çatışmayı olduğu gibi Kürdistana taşımak ve meseleyi statuko yanlıları ve karşıtları arasındaki bir çatışma olarak göstermek Kürdistani siyasetin inkarı demektir.
Muhtemel sonuçlarına bakarak referandumu değerlendirelim. Referandum sonucunda “evet” oyları daha fazla çıkarsa, bu durum Kürd siyasetinin önünde hangi yeni perspektiflerin açılmasına yolaçacaktır? Sömürgeci statukonun yıkılmasını bir yana bırakın, neresinde bir gedik açacaktır? “Evet” ya da “yetmez ama evet” diyen siyasi kadro ve grupların bize bunları açıklaması gerekir.
Referandum sonucunda “evet” oyları daha fazla çıkarsa, Kürd siyasi grupları (Hak-Par, Kadep, BDP vs.) veya genel olarak Kürdler bundan ne fayda sağlayabilir? Hiçbirisinin elde edebileceği bir fayda yoktur. Bu sonuçtan sadece AKP ve Tayyip Erdoğan fayda görecektir.
Referandum sonucunda “hayır” oyları daha fazla çıkarsa, ne sonuç verecektir? Bana göre herhangi bir Kürdün sandık başına gidip “hayır” oyu kullanması için hiçbir neden yoktur. Bu en kötü seçenektir. “Hayır” sonucunun çıkması da hiçbir Kürd siyasi grubuna herhangi bir fayda sağlamayacaktır.
Referandumda sandık başına gitmeyip boykot edenlerin oranı Kürdistan’da yüzde 50’den fazla olursa, kime ne fayda sağlayacaktır? Böylesi bir sonucun Türkiye’deki statukocu güçlere nasıl bir fayda sağlayacağını; “evet”i savunan ve bizi “boykot tavrınızla CHP, MHP, Ordu ve derin devlet gibi statukoculara hizmet ediyorsunuz” diye eleştirenlerin açıklaması gerekir. Kürdistan’da boykotun çoğunlukta olduğu bir referandum sonucunun statukoculara fayda getirmeyeceği gayet açık ve nettir. Böyle bir sonuç, AKP’den daha çok statukocuları rahatsız edecektir. Bu tarzdaki bir sonuçtan en fazla yarar sağlayabilecekler Kürdistan’daki siyasi gruplardır. Hak-Par ve Kadep federasyonu, bazı kişi ve gruplar bağımsızlığı, BDP-DTK demokratik özerkliği savunuyor. Böyle bir sonuç, tüm taraflar için, savundukları siyasi statü için iyi bir argüment olacaktır. Öncelikle Kürd halkının siyasi olaylara bakışının ve tavrının Türk halkından farklı olduğunu göstermiş olacağız. Gerek içinde yer alınan siyasi denklemin gerekse de siyasi anlayış farklılığının açığa çıkmasını sağlamış olacağız. Bu referandumla yıkılacak bir statuko olmadığı aşikardır. Sadece aktif boykot işgalci statukoyu tartışılır hale getirebilir.
PKK ve BDP’nin referandum karşısındaki tavrı.
BDP de referandumu boykot ediyor ama burada dile getirilenlerden farklı nedenlerle. Açılım sürecinden bu yana BDP çok farklı tavırlar gösterdi. Başlangışta “bu Kürd açılımıdır ve iyidir, destekliyoruz” dedi. BDP’li yöneticiler şimdi de başbakanı suçlarken “doğru söylemiyorsun, başlangıçta açılıma karşı çıkmadık, açılımı savunduk ama dediklerimizi yapmadın, bu nedenle şimdi açılımı savunmuyoruz” diyorlar.
PKK, BDP çevresinin siyaset anlayışları açıklıktan yoksundur. Açık alanda dile getirdikleriyle kapalı kapılar ardındaki gerçek söylemleri birbirini tutmuyor. Açılım sürecinin başında Devlet ile BDP, Devlet ile İmralı, Devlet ile Amerikalılar ve Güneyliler arasında birçok gizli görüşmenin yapıldığını biliyoruz. Kapalı kapılar arkasında sürdürülen pazarlıklar açıklanmıyor, halkın bilgi ve denetimine sunulmuyor. Devrimci siyaset açıklığı esas alır.. Devrimciler hiçbir zaman siyasi hedeflerini saklamazlar. Bu hedefler için yaptıkları çalışmaları da gizlemezler. Devrimciler eğer illegal iseler, örgüt ilişkilerini ve varsa somut eylem planlarını gizli tutarlar. Bunun dışında hedeflerini, prensiplerini ve siyasi taktiklerini savunmaya yönelik argümentlerini gizli tutmazlar.
PKK-BDP çevresi açılıma destek verdi ve açılımı sadece muhataplık üzerinden tartıştı. “Muhatap İmralı’dır” dedi. Sonra “muhatap Qandil’dir” dedi. İmralı da başlangıçta PKK de, BDP de hata akil adamlar da muhatap olabilir dedi. Sonra öyle bir noktaya geldi ki, İmralı “tek muhatap benim, ben olmazsam bu açılım başarılı olamaz” demeye başladı. Bunu ispatlamak için de Qandil, Mahmur ve Avrupa’dan bazı grupların gelmesini istedi.
Sonradan görüyoruz ki İmralı ile BDP (o zaman DTP idi) arasında da o zamanlar sorun varmış. İmralı daha sonraki bir avukat görüşmesinde bunu “Devlet, Ahmet Türk üzerinden beni tasfiye etmeye çalıştı” sözleriyle açıkladı. Bir açıklamasında da “Ahmet Türk ile çözebiliyorsanız gidin çözün” diyerek açıkça meydan okudu. Bu muhataplık konusundaki tartışmalar sonuç vermeyince, kapalı kapılar arkasındaki bilemediğimiz gizli ilişkiler çıkmaza girdi. BDP, bundan sonra yavaş yavaş açılımdan uzaklaştı ve açılıma karşıt bir tavır almaya başladı.
Referandumun ilk günlerinde Öcalan, “çok geniş ve güçlü bir ‘hayır’ cephesi açmalıyız” dedi. Sonra bu tutumundan vazgeçti. Şimdi de ‘boykot”u savunuyor. Arada, “tartışıp, halka danıştıktan sonra tavır belirlemek lazım” diyerek boykot tavrında da net olmadığını, pazarlıklara ve tavır değiştirmeye açık olduğunu gösterdi.
BDP, PKK ve İmralı açılım sürecinde de anayasa değiştirme sürecinde de ciddi, itikrarlı ve sabit bir tavır göstermedi. Şu anda da hangi zeminde ve hangi nedenlerle boykotu savunacaklarını bilmiyoruz.
Kişi, örgüt veya kurumların aldığı siyasi tavır kadar, tavrın nedenleri ve argümentleri de önemlidir. Bu, ‘evet’, ‘hayır’ veya ‘boykot’ diyen her üç cephe için de önemlidir. Türk sol gruplarının bir kısmı evet, bir kısmı da hayır diyor. Fakat sol grupların gerekçeleriyle AKP, CHP ve MHP’nin gerekçeleri farklıdır. Evet veya Hayır’da birlikteymiş gibi görünmelerine rağmen gerçekte bir değildirler, dolayısıyla bu sol grupları AKP’li veya Ergenekoncu, statukocu gibi görmek, bunlarla itham etmek çok yanlıştır ve haksızlıktır. Örneğin, ben referandumda ‘evet’ diyecek olan Hak-Par, Kadep, Mesop ve diğer kişi ya da grupları AKP’li olmakla itham etmiyorum. Aynı şekilde, ‘hayır’ diyen sol grupları da Ergenekoncu, ulusalcı gibi suçlamalarla itham etmiyorum.
Tavırları benzer olsalar bile nedenleri farklıdır. Sadece görünürdeki durumlarıyla değil neden ve argümentleriyle birlikte değerlendirmemiz gerekir. Bu üç cephe arasındaki farklılıkları da görmek lazım. BDP’nin boykot tavrının esas nedeni İmralının muhatap kabul edilmemesidir. Böyle bir neden ve argüment yanlış ve anlamızdır. Bundan önce neye ve niçin muhatap olacağını tartışmak gerekir. Zaten PKK-BDP çevresinin en önemli sorunu ve handikapı da budur. Açılımın kendisini tartışmadan kimin muhatap olacağını tartıştılar. Bu Türk açılımına Kürdlerin muhatap olması gerekiyor muydu, değer miydi? Açılımı tartışmadan kabullendiler ve “muhatap İmralıdır” dediler.
Muhataplık nedeniyle ve bu zeminde yapılacak bir boykot yanlıştır. Bize dayatılan denklemi kökten reddeden, ulus-ülke gerçekliğimizi temel alan aktif boykot en doğrusudur. Kürdistanlı güçlerin böylesi bir aktif boykotta biraraya gelmelerini, Türk Egemenlik Sistemi’ne karşıt bir denklemde güçbirliği yapmalarını umuyor ve bekliyorum.
TEVKURD’ün açılım ve referanduma karşı tavrı.
Tevkurd’ün tavrını program ve pratik açısından ayrı ayrı değerlendirmek lazım. Tevkurd’ün programı Kürdistani zeminlidir, kendisini Türkiye’de tarif etmiyor, Türk Egemenlik Sistemi’ne karşı, Kürdistan eksenli bir denklemde tarif ediyor. Fakat pratik olarak çoğu zaman Tevkurd’ün bu programa uygun siyasi tavır alamadığı da bir gerçektir.
Açılım ve referandum süreçlerinde Tevkurd, programına uygun ortak siyasi bir tavır alamadı. Açılım sürecinin başında Yürtme Kurulu ile Meclis toplantılarında açılım konusu tartışıldı. Bu tartışmalar gösterdi ki, açılımı yorumlama ve alınacak tavır konularında aynı şeyler düşünmüyoruz. Bu nedenle açılıma karşı ortak siyasi bir tavır alamadık. Ancak Tevkurd, tüm Kürdlerin biraraya gelip tartışarak ortak bir tavır almalarını sağlamak için epey gayret göterdi. Bu amaçla tüm grupların davet edildiği bir sempozyum düzenledi. Sempozyuma katılanlar, açılımın değerlendirilmesi ve açılıma karşı alınacak tavırda anlaşamadıkları için, sonuç bildirisi bile çıkmadı. Anlaşamadık. Tevkürd, birlik hareketi olduğundan kararlar ancak oybirliğiyle alınabiliyor, oyçokluğuyla herhangi bir karar alınamıyor.
Tevkurd, referandum konusunda da ortak bir karar alamadı. Tevkurd bileşenlerinin önemli bir kesimi ‘evet’ demeyi tercih etmektedir, Tevkurd’ün bazı üyeleri ise boykottan yanadırlar. Tevkurd içinde referandumla ilgili çelişki devam ediyor, dolayısıyla ortak siyasi bir tavır alamadık. Önümüzdeki süreçte de bu konuda müşterek bir karara varabileceğimizi sanmıyorum. Kurumsal üyelerimizden Mesop ve Dema Nû, referandumda ‘evet’ diyeceklerini deklere ettiler. Komal’ın tavrı henüz net değildir. Kurumsal olmayan üyelerimiz arasında ‘evet’ veya ‘boykot’ tavrını benimseyenler de vardır. Sonuç olarak Tevkurd, açılım ve referandum konusunda, programına uygun ve bütün bileşenleri için bağlayıcı olacak siyasi bir karar alamadı. Zaten Tevkurd’ün en önemli handikaplarından birisi de ortak programa sahip olmalarına rağmen, bu program zemininde ortak siyasi tavır gösterememesidir.