Tarih bilinci belki de herkesten çok Kürdistan Özgürlük Hareketi için gereklidir. Üç asra yayılarak süregelen özgürlük hareketimizin dün-bugün-yarın diyalektiğini doğru anlaması, siyasal mücadelesini bu eksene oturtması önemlidir.
Kuzey Kürdistan’daki siyasal örgütlerin bugünkü mücadelelerine, siyasal taleplerine bakıldığında bu örgütlerin öncüllerinin yirmi yıl öncesine kadar hep birlikte Bağımsız-Birleşik-Sosyalist Kürdistan şiarıyla siyaset yaptıklarına inanmak zordur. Bu genç kuşağın bilmediği, bizim kuşak kadrolarının çoğunun da unutup, unutturmaya çalıştığı yakın geçmiş gerçeğimizdir. Kuzeyli örgütler aralarındaki tüm ideolojik, siyasi farklılıklara rağmen önümüzdeki stratejik hedefin bağımsız-birleşik-sosyalist Kürdistan olduğu konusunda hemfikirdiler. Bu bizler için o kadar açık bir gerçekti ki, bunun altındaki her stratejik talep bize oportünizm, ilkel milliyetçilik, sömürgecilerle işbirliği hevesi olarak görülür, anında ve kesin bir dille mahkum edilirdi.
Sovyet sosyalizminin çözülmesiyle başlayan bir süreç sonunda bu sloganın her üç hedefinden de yavaş yavaş vazgeçilmiştir. Sovyetlerin çözülmesiyle güven tazeleyen kapitalizm, globalist saldırıyla dünyada sosyalizme itibar kaybettirmiş, isyan bayrağının kızıl rengi turuncuya, mora, yeşile dönüşmüştür. Dünyanın her tarafında isyan bayrağının kızıla boyandığı bir dönemde tarih sahnesine çıkan ve yurtseverlik eksenindeki isyanlarını sosyalizm olarak tanımlayan Kuzeyli örgütlerimiz dünyadaki gelişmelere de bağlı olarak sosyalizm hedefinden ve üçlü şiarımızın sosyalist ayağından vazgeçmişler, hala sosyalist kalanlarımız da sosyalist Kürdistan hedefini bir sonraki stratejik evreye havale etmişlerdir. Bugünden bakıldığında bu üçlü sloganımızın her üç ayağının birbiriyle ilişkili olduğu, yan yana dizilmemiş, iç içe geçmiş hedefler olduğu daha açık görülmektedir. Diğer nedenlerin yanında bir de sosyalist Kürdistan hedefinin gündemden çıkmasından dolayı önce birleşik Kürdistan hedefi, sonra da bağımsız Kürdistan hedefi yakın hedef olmaktan çıkmıştır.
Kürdistan’ın kuzeyinde bu stratejik hedeflerle mücadelenin geliştiği dönemde, diğer parçalarda demokratik özerklik olarak adlandırabileceğimiz siyasi strateji egemendi. Irak’a demokrasi Kürdistan’a özerklik, İran’a demokrasi Kürdistan’a özerklik talepleri başat siyasi hedeflerdi. Burada bir tersine gelişim söz konusudur. Kuzeyde bağımsız birleşik-sosyalist Kürdistan hedefinden, federalizme, otonomiye gerileme yaşanırken, Güneyde ve Doğuda özerk Kürdistan hedefinden federal Kürdistan hedefine geçilmektedir.
Demokratik Toplum Kongresi manifestosu Demokratik Özerk Kürdistan talebinde bulunurken, sonraki açıklamalarda, bu talep Türkiye’nin idari rejiminde bir reform talebi olarak ifade edilmiş, ülke, coğrafya temelinden koparılmıştır.. Geçmişte özerklik taleplerini ilkel milliyetçilik olarak mahkûm edenlerin, özerk Kürdistan talebinin de gerisinde siyasi hedefleri siyasi mücadelelerinin stratejik hedefleri olarak tanımlamaları tarihsel bir ironi olarak not edilmelidir.
EŞİTSİZ GELİŞME YASASI
Bu kısa girişin öne çıkardığı gerçek hem parçaların içinde hem de parçalar arasında bir eşitsiz siyasi gelişmeye işaret etmektedir. Parçalanmışlığın sorunlarını tartışırken eşitsiz gelişme yasasının önemini ve işleyişini dikkatle irdelememiz gerekmektedir.
Eşitsiz gelişme yasası geçmişte sol hareket içinde çokça tartışılmış halen de tartışılan bir yasadır. Bu yasanın Lenin’in adıyla anılması, onun tarafından keşfedildiği iddiası doğru değildir. Lenin’in bu yasayı daha fazla öne çıkardığı, düşünce sisteminin merkezine çektiği doğrudur. Gerek zayıf halka teorisi, gerek Bolşevik Parti analizlerinde bu yasanın etkisini görmek mümkündür. Daha sonra tek ülkede sosyalizm tartışmalarında da bu yasaya çokça atıfta bulunulmuş ve bu tartışmalar içinde bu yasanın tekelci kapitalizme özgü bir yasa olduğu, bu nedenle Marx ve Engels tarafından görülmediği, Lenin tarafından keşfedildiği söylenmeye başlanmıştır ki bu yanlıştır. Lenin’deki kadar önde olmasa da Marx’ın analizlerinde de bu yasaya atıf vardır.
Öbür taraftan bu yasanın sadece kapitalizme özgü olduğu da bence yanlıştır. Eşitsiz gelişme yasası bütün toplumların gelişmesinde işleyen, kapitalizm öncesi sosyo-ekonomik formasyonların gelişiminde de gözlemlenebilen bir yasadır. Bu yasanın esası farklı coğrafyalarda ve farklı toplumlarda çelişkilerin ve bu çelişkilerin yoğunluğunun farklı olmasının toplumlar ve coğrafyalar arasında eşitsiz gelişmeye yol açtığı gerçeğidir. Bu eşitsizlik kapitalizmle başlamamış, tersine kapitalizm bu eşitsizliği kendisine hareket noktası olarak almıştır. Kapitalizmin kendi eşitsiz gelişmesi, devraldığı eşitsizlik üzerinden işlemiştir. Kendisinden önceki toplumsal formasyonlardan farklı olarak kapitalizm, tekelci aşamasında dünya sistemine dönüşmüştür. Dünya sistemine dönüşmesi eşitsiz gelişmeyi dünya ölçüsünde birleşik gelişmeye de dönüştürmüştür. Globalleşmenin ulaştığı düzey bu birleşik gelişmenin sonucudur. Ancak globalistlerin iddia ettiği gibi bu durum ne gelişmenin eşitsizliğini ne de çelişki ve çatışmaları ortadan kaldırmıştır. Trotski’nin farklı toplumsal, siyasal, coğrafi birimlerin tarihsel gelişimindeki eşitsizliğin kendi içinde de eşitsiz olduğu şeklindeki değerlendirmesi de önemlidir. Günümüz dünyasında farklı birimlerin gelişimindeki eşitsizliğin de, birleşikliğin de ölçüsü yine eşitsizdir.
PARÇALANMIŞLIK
Kürdistan’ın siyasi olarak bölünüp parçalanması sürecinin başlangıcı olarak 1639 Kasr-ı şirin anlaşması alınır ki bu doğrudur. Bu anlaşmayla çizilen sınır 23.1.1932 de yapılan kısmi değişiklikle TC-İran sınırı olarak kalmıştır. Bu anlaşmayla Kürdistan’ın yaklaşık %33 ü İran devletinin egemenliğine geçmiş, 1820’lerde Rus-İran savaşı sonunda bu parçadan koparılan bir kısmı da Rusya İmparatorluğuna dahil edilmiştir. Bölünme sürecini başlatıp resmileştiren bu anlaşma bu bakımdan önemli olmakla beraber, o dönemde sınırların geçişkenliği, yerel bölünmüşlük, uluslaşma sürecinin geri seviyesi dikkate alındığında esas tahribatın Birinci Dünya Savaşı sırası ve sonrasında yaşanan bölünme, parçalanma sürecinde yaşandığını söylemek yanlış olmaz. Savaşa İran, Rusya ve Osmanlı imparatorlukları arasında bölünmüş olarak giren Kürdistan savaşın önemli bir cephe ülkesidir. Rus, Fransız, İngiliz, İtalyan, Alman askerlerinin İran ve Osmanlı askerleriyle beraber cirit attığı bu ülke, savaş tarihinde adı geçmeyen savaş sonrası denklemde resmi bir yere sahip olmayan bir ülkedir. Osmanlı, İran işgaline Rus, Fransız, İngiliz işgalinin de eklendiği bir ülkedir. Çanakkale’den Hicaz’a, Sarıkamış’tan Musul’a, Muş’tan Anteb’e savaşta yer alan Kürdler savaş sonrasında bölünüp parçalanmasını katmerli yaşamak durumunda kalmışlardır. Savaşan bütün tarafların hesaplarında yer alan Kürdler, birleşik bir hesaba sahip olamamanın bedelini ağır ödemişlerdir. Şeyh Mahmud’un yerel hesabı emperyal güçlerin bölge hesaplarına yenilmiş, Kürdler dünyada yeni kurulan devletler sisteminde yer alamamış, bölünmüş, parçalanmış siyasi statüsüz kalmışlardır. Bu sonucun birçok nedeni varsa da en önemlilerinin, içerde birleşik bir ulusal hesaba sahip olamamak, dışarıda ise savaş sonrası, galiplerin oluşturduğu yeni dünya düzeni ya da devletler sistemi olduğunu söylemek yanlış olmaz. (Bu nedenlerin bugün de geçerliliklerini koruduğunu görmeliyiz. Bugün de dünya düzeni çökmüş, dünya yeni bir düzene kavuşmanın savaşını vermektedir. Bu savaşta Kürdler’in bütün parçaları kapsayan birleşik bir siyasi hesaba, projeye sahip olmaları hayati önemdedir.)
Müttefiklerin savaş hedeflerinden birisinin de Osmanlı İmparatorluğunu çökertip topraklarını kendi aralarında paylaşmak olduğu biliniyor. Bu nedenle daha savaş sırasında 16.5.1916 tarihinde Sykes-Picot anlaşmasıyla Osmanlı’nın Asya’daki toprakları Rusya-İngiltere-Fransa arasında paylaştırılır. Bu anlaşma ile Kürdistan’ın Osmanlı egemenliğindeki toprakları Rusya, İngiltere ve Fransa arasında paylaştırılır. İtalya’nın savaşa katılmak için kendisine verilen taahhütlerin yerine getirilmediği yönündeki itirazları görüşmek için 1917 Şubat’ında yapılması planlanan anlaşma, Rusya’daki Şubat devrimi sonrasında Rusya’nın başbakan düzeyinde katılamaması nedeniyle yapılamaz. Ekim Devriminden sonra Bolşeviklerin gizli emperyalist anlaşmaları açıklamaları ve bu anlaşmalardan doğan haklarından vazgeçmeleri üzerine Sykes-Picot anlaşmasında öngörülen Kürdistan’ın paylaşılması gerçekleşememiş olsa da, sonraki paylaşımda etkisi görülmektedir. Çeşitli değişikliklerden sonra bugünkü bölüşüm sınırları 1923 Lozan ve 1926 Ankara anlaşmasıyla resmiyet kazanmıştır. 1923 te kurulan TC’nin 1925-26’da yerine oturduğu ve yeni devletler sisteminde kendisine yer bulduğunu söylemek mümkündür. (Bu yıllarda imzalanan antlaşmaların bazıları şunlardır: 18.10.1926-Bulgaristan, 17.12.1925-Sovyetler Birliği, 22.04.1926-İran, 30.05.1925- Fransa (Suriye ve Lübnan), 05.06.1926-Büyük Britanya (Irak), 01.12.1926-Yunanistan. Bu antlaşmaların çoğu “dostluk, güvenlik ve işbirliği” adıyla yapılmıştır. Ancak, özellikle 1926’da İngiltere, Fransa, İran, Irak ve Suriye ile yapılan antlaşmalar Kürdistan’ın parçalanması ve statüsüz bırakılması antlaşmalarıdır.)
Savaş sonrası kurulan devletler sistemi esas itibarıyla savaşın galip devletlerinin dikte ettiği bir sistemdir. Galipler savaştaki üstünlüklerini dünyaya kabul ettirmek bunu devletlerarası hukukla tescil ettirmek istemişlerdir. Cemiyet-i Akvam (doğru adlandırmayla Milletler ligi, Milletler birliği) bu sistemin en üst organı olarak tasarlanmış 1919 Paris barış konferansı ile kurulmuştur. Bu örgüt Komintern’in de belirttiği gibi emperyalist bir örgüttür. Sömürgeciliği Mandacılık adı altında meşrulaştıran, dünyanın savaş sonrası paylaşımını hukukileştiren, ABD’nin ‘gözlemciliğinde’ İngiltere-Fransa egemenliğinde bir örgüttür. Bu anlamda Kürdistan’ın bölünüp, parçalanarak siyasi statüsüz bırakılması başında İngiltere’nin bulunduğu emperyalist bir projedir. Görünürdeki dört sömürgeci devletten Suriye Fransa mandası, ırak İngiltere mandası olarak tarih sahnesine çıkan devletlerdir. Kürdistan’daki bütün tasarrufları sahiplerinin denetimindedir. Suriye ulusu, Irak ulusu ve devletleri tıpkı Türk ulusu ve Türk devleti gibi emperyalist merkezlerin tasarlayıp, bize dayattıkları ‘somut tarihsel gerçekliklerdir’. TC Türk resmi tarih tezinin iddia ettiğinin tersine emperyalizmle mücadele içinde değil, emperyalizmle işbirliği içinde emperyalizmin dayatmalarıyla kurulmuştur.
Burada durumu çelişkili olan SSCB’dir. Çarlık Rusyası savaşın galibi iken, Sovyet Rusyası, savaşın galibi olan eski müttefiklerinin hedefi halindedir ve yeni devletler sisteminin kurulmasında etkisiz, bu sistem tarafından yok edilmeye çalışılan bir devlettir. Savunma refleksiyle davranan SSCB, Osmanlı İmparatorluğu’nu ortadan kaldırmaya çalışan Çarlık Rusyası’nın aksine devamı olan TC’yi ayakta tutmaya çalışmayı temel politika olarak benimsemiştir. Ezilen halklara umut olan Sovyet Devrimi ve SSCB’nin belki de birinci dünya savaşının en çok ezilen halkı olan Kürd halkının özgürlük mücadelesine ilgisizliğinin, çoğu zaman da bu mücadelenin karşısında yer almasının bir nedeni de budur.
ANTİ-EMPERYALİZM
Eşitsiz gelişmenin kendisinin de eşitsiz ölçülerde olmasının bir sonucu olarak, anti-emperyalizm konusu yurdumuzun farklı parçalarındaki özgürlük mücadelelerinde farklı seviyede gündemimize girmiştir. Aynı parçada da farklı dönemlerde farklı seviyelerde önem kazanmış, son kırk yılda en çok Kuzeyde gündemimizi işgal etmiştir. Bunun esas nedeni Türkiye’nin NATO üyesi olması, TC projesinin batılı emperyalist bir proje olması, Batılılar tarafından kurulup onlarca korunması ve Kuzeyde 1968-90 arası dönemde harekete egemen olan sol, sosyalist düşüncedir. Anti-emperyalizm, sosyalizm ilişkisi de hem dünyada hem ülkemizde tartışmaya, açılıma muhtaç bir konudur. Bundan da önemlisi 68 sonrası Kürdistan özgürlük hareketinin anti-emperyalizmi Türk ‘solundan’ alıp, Türkî formda algılamaları ciddi bir sorunumuzdur. Bağımsız Kürdistan değil Bağımsız Türkiye şiarıyla emperyalizmle mücadele edilmesinin düşünülmesi bu sakatlığın sonucudur.
Sosyalist mücadelede anti-emperyalist mücadele Sovyet Devriminden sonra sosyalizmin gündemine giren taktik bir meseledir. Başlangıçta taktik bir mesele olarak sosyalizmin gündemine giren bu kavram, özellikle Stalin ve sonrası dönemde stratejik bir mesele olarak algılanmaya başlanmıştır. Burada emperyalist devletlere karşı mücadele etmekle anti-emperyalizmin farklı kavramlar olduğunu da gözden kaçırmamak lazım. Anti-emperyalist olmadan da hatta emperyalist emellerle de bazı emperyalist devletlere karşı mücadele etmek, savaşmak mümkündür. 1917 Ekim Devriminden sonra Batı proletaryasının özellikle Almanya proletaryasının devrimi, Sovyet iktidarı için esas garanti olarak düşünülüyordu. Batıda devrim dalgası gerileyince Sovyet iktidarını ayakta tutmak için yeni olanaklar aranmış, ezilen halkların kurtuluş mücadelesi bu anlamda önem kazanmıştır. Sosyalizmin ilke olarak ezilenlerin özgürlük mücadelesinin destekçisi olduğunu unutmadan bu reel-politik gerçeği saptamamız lazım. Lenin’in “bütün ülkelerin işçileri birleşiniz” sloganını revize ederek “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar birleşiniz” e dönüştürmesi de, 1920 Birinci Doğu Halkları Kurultayı da bu reel-politik sıkışıklık ile ilgilidir. Nitekim Doğu Halkları Kurultayı’nın ikincisi düzenlenememiştir. İkinci Dünya Savaşından sonra oluşturulan yeni dünya düzeninin kurucu bileşeni olan SSCB, başlangıçta taktik bir mesele olarak görülen bu ilişkiyi stratejik bir seviyeye taşımış, bunun önündeki teorik engelleri de ‘Kapitalist olmayan Kalkınma Yolu’ tezleri ile aşmaya yönelmiştir. Anti-kapitalist olmayan anti-emperyalizm, Sovyetlerin çözülmesiyle güncelliğini yitirmiştir. Sosyalist sistemin varlığı sırasında bile tartışmalı ve gelişmelerin kanıtladığı gibi yanlış olan anti-kapitalist olmayan anti-emperyalizm sanrısı günümüz dünyasında tümden anlamsızdır. Dikkat çekici olan bir nokta da bu ilkenin sadece Kürd dünyası söz konusu olduğunda hatırlanmasıdır. Filistin halkının kendi devletini kurma hakkı FKÖ’nün anti-emperyalist olması şartına bağlı değildir. ABD öncülüğündeki emperyalist dünyanın balkanlarda kurduğu yeni devletlere de bu ilke gerekçe gösterilerek karşı çıkıldığı görülmemiştir. Tıpkı ulus-devlet döneminin sona erdiği iddiasının, sadece Kürdlerin devletleşmesi söz konusu olduğunda öne sürülmesi gibi, anti-emperyalist ilke de sadece Kürdistan Özgürlük Mücadelesine dayatılmaktadır. Bu durumun Kuzeyde yaygınlığının Türk Soluna içkin Kemalizm’in, yine Türk Solu aracılığıyla Kürd soluna sızmasıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Ülkesi emperyalistler tarafından bölünüp parçalanmış Kürd halkının anti-emperyalizm konusunda kimsenin nasihatine ihtiyacı yoktur. Globalleşmenin hızlandığı dünyamızda Özgürlük Hareketimizin kendi dışındaki siyasi aktörlerle ne tür bağlaşıklıklar kuracağı birleşik ulusal hesabın taktik bir meselesi olarak ele alınmalıdır.
PARÇALANMIŞLIK, EŞİTSİZ GELİŞME VE LANETLİ SESSİZLİK
Kürdistan’ın bölünüp parçalanarak farklı siyasi birimlerin egemenliğinde tutulması tarihi haksızlıktır, insanlığa karşı işlenen suçlardandır. Bu tarihi haksızlık yurtsever literatürümüzde çokça işlenmiş, mücadelemizin önündeki en önemli engel olarak tesbit edilmiş, yakınılmış, itiraz edilmiştir. Doğu ve Batı Almanya arsındaki sınırın kalkmasını özgürlük adına alkışlayıp, bayram havasına dönüştüren dünyalıların Kürdistan’ın daha acılı parçalanmasına gösterdiği lanetli sessizlik elbette kınanmalıdır. Ancak bunun sadece tarihi bir haksızlık olmayıp işleyen, süre giden bir haksızlık olduğunu bu anlamda tarihi ve güncel bir realite olduğunu da görmeliyiz. Bu durumun Özgürlük Mücadelemizde yol açtığı sorunları tesbitle çözüm yollarını bulmak da bizim görevimizdir. Parçalanmışlık dünyanın diğer toplumlarında olduğu gibi Kürd toplumunda da var olan eşitsiz gelişmeyi geometrik artışa dönüştürmüş, Kürdistan’ın iç dinamiğini felç etmiş, iç dokusunu tahrib etmiştir. Bu durum hem çizilen sınırlardan hem de Kürdistan sömürgecilerinin farklı medeniyetlere, dinlere, siyasi paradigmalara sahip olmasından kaynaklanmaktadır. İkisi de emperyalist ve sömürgeci olan İngiltere ve Fransa farklı egemenlik sistemlerine ve sömürgeci uygulamalara sahip devletlerdir. Kürdistan’ın orta-güney ve güney-batı parçalarını mandaları aracılığıyla ve kendi meşreplerince yöneten bu devletlerin farklı uygulamaları bu parçalar arasındaki eşitsiz gelişmeyi hızlandırmıştır. Irak ve Suriye bağımsız devletlere dönüşünce bu kez de onların farklı sömürgeci paradigmaları eşitsiz gelişmeyi kaldığı yerden devam ettirmiştir. Aynı şey gerek imparatorluk dönemi İran ve Osmanlı devletleri için, gerek daha sonraki İran ve Türk ‘cumhuriyetleri’ için de geçerlidir.
Dünyanın her tarafında sömürgeciler sömürgelerinin iç dinamiklerini dumura uğratır, onları kendine benzetmeye, kendisine eklemlemeye çalışır. Bu süreç farklı sömürgecilerin egemenlik sistemlerine terk edilen Kürdistan’da çok daha ağır yaşanmıştır. Kuzeyde batı icadı sözde laik, batılı, vatansızlar koalisyonunun Türk Egemenlik Sistemi, Doğuda önce batı yanlısı Pehlevi, sonra doğulu İslami İran Egemenlik Sistemi, Güneyde Pan-Arabist Baasist Arap egemenlik Sistemlerince işgal edilip yönetilen Kürdistan’ın iç dokusu darmadağın olmuştur. Bunun üzerine, dayatılan suni sınırların Kürd toplumunun iç iletişimini engellemesi de eklenince tablo dayanılmaz hale gelmiştir.
Kürd toplumu siyaset, kültür, dil, sosyal yaşam alanlarında birbirine yabancılaşmış, farklılaşmış eşitsiz gelişmenin kıskacına alınmıştır. Bu nedenledir ki Kürdler aynı dili üç farklı alfabeyle yazar hale gelmiştir. Birçok ulus farklı dilleri aynı alfabeyle okuyup yazarken, biz aynı dili üç ayrı alfabeyle okuyup yazıyor ve bu nedenle birbirimizi anlamakta zorluk çekiyoruz. Bu nedenle Kürdistan’da birçok farklı hukuk sistemleri ve hukuk normları yürürlüktedir. Batılı Türk ‘medeni’ hukuku, İslami İran ‘Şeriat’ hukuku, Baasist Arap hukuku Kürdistan’daki egemen resmi hukuklardır. Bunların yanında yine egemen milletlerin gayri resmi hukuk normları ve Kürdlerin kendi sivil hukukları, etkisi azalsa da Kürdlerin kadim aşiret hukuku. Dünyada böylesine bir hukuk karmaşası yaşayan bir başka halk herhalde yoktur.
Dini inançlar konusunda da aynı karmaşa hüküm sürmektedir. Doğuda İran Şia inancı, Kuzeyde sözde laik Hanefi Türk inancı, Orta Güneyde karışık Arap İslam inancı, Baasist laisizm, Güney Batı’da yine Arap İslam inancı sonrasında Arap Alevi inancı Kürd toplumunun dini inanç sistemlerini darmadağın etmiş, toplumda bir inanç karmaşasına yol açmış ve dinsel inanç alanında da eşitsiz ve kendisine yabancılaşan bir süreç yaşanmıştır. Bunun en ilginç örneği Kürdistan Alevilerinin yaşadığı travmadır. Kadim Kürd inanışlarından biri olan Alevilik Türk egemenlik Sistemi tarafından bir tür Orta Asya inanışına dönüştürülmüş, Aleviler saz çalan Müslüman Türkler olarak tanımlanmaya başlanmıştır. Oysa daha 1925 yılında Abdulhalik Renda başkanlığındaki heyetin hazırladığı rapor “Dersimdeki Türk aşiretlerin alevi oldukları için kendilerini Kürd kabul ettiklerini” tesbit etmişti.
İktisadi yaşam alanı da bu anlamda derin eşitsizlikler içermektedir. Kürdistan’da komunal toplumdan kalan sosyo-ekonomik ilişkilerden, tekelci kapitalist üretim ilişkilerine kadar çok farklı üretim ilişkilerini bir arada görmek mümkündür. Yazının girişinde siyaset ve siyasi talepler alanında eşitsiz gelişmeye değinmiştim. Yine anti-emperyalizm ve dış ittifaklar konusunun farklı parçalarda farklı ele alınması gereği de aynı durumun dikte ettiği bir gerçekliktir. Özetle söylemek gerekirse parçalanmışlıkta işleyen eşitsiz gelişme yasasının yol açtığı Kürdistan’daki eşitsiz gelişme Kürdistan’ın birliğini ve bağımsızlığını tarihsel bir hak saymak durumunda olan Kürdistan Devriminin temel sorunudur.
PARÇALANMIŞLIK VE KÜRD KONFERANSI
Bütün parçalardan Kürd örgütlerinin, yurtsever şahsiyetlerin katılacağı ortak bir Kürd konferansı ya da kongresi her Kürdistan devrimcisinin hedefi ve hayali olmalıdır. Bu konferans parçalanmış bir ülkenin farklı parçalarında özgürlük mücadelesi yürütmek durumunda kalan bizlerin yurdumuzun bağımsızlığı, ulusumuzun özgürlüğü önündeki engelleri tartışacağımız, çözüm yol ve yöntemleri arayacağımız, farklı parçalarda birlikte mücadelenin eşgüdümünü sağlamaya çalışacağımız bir konferans olmalıdır. Konferans parçalanmışlığın sorunları ve çözümleri ekseninde düşünülmeli ve örgütlenmelidir. Konferansın doğuda, batıda, kuzeyde, güneyde; yurt içinde ya da dışında olması; açık ya da gizli olması olanaklar ve tercihler meselesidir. Güneyde ve açık alanda yapılması mümkünse tercih edilmelidir. Konferansa yukarıdaki hedeflere bağlılığı bilinen ve bunu deklere eden bütün Kürdistani, Kürd örgütleri, aydınları ve yurtsever şahsiyetleri katılabilmelidir. Konferansa sadece Kürdistanlılar katılmalıdır, ilk konferansta ‘biz bize’ olmalıyız. Dışarıda kimlerle nasıl ilişkileneceğimiz konferansın temel konularından biri olmalı ve gerekiyorsa sonraki ortak toplantılara ‘dışarıdaki’ dostlarımız davet edilmelidir. Konferanstan birlik ya da en azından bir eşgüdüm organının çıkması hedeflenmelidir.
Son aylarda tartışılan Kürd Konferansı bu perspektifle değerlendirilmelidir. Şimdiye kadar kapsamı, davetlileri hakkında resmi bir açıklama yapılmayan bu konferans hakkında şimdilik sadece basına sızan ya da sızdırılan bilgiler üzerinden yorumlar yapılabilinir. Yansıyan bu bilgilerden anlaşıldığı kadarıyla söz konusu konferans ABD’nin yönlendirmesinde Güneyli yöneticiler, TC yöneticileri, PKK-DTP yöneticileri arasında kotarılmaya çalışılan bir konferans olacaktır. Türkiye’den bir takım ‘bağımsız’ Kürd, Türk aydınının da bu işte yer aldıkları anlaşılmaktadır. Kürd konferansına Kürdistan’ın en büyük parçasının (%42) sömürgecisi olan TC yöneticilerinin katılımcı ya da gözlemci olarak katılmasını düşünmek akıl tutulmasıdır. Kuşkusuz bu konferansın tayin edeceği bir heyet ya da konferansın oluşturacağı bir örgüt, TC yöneticileriyle de konuşabilir ama bunun kararlaştırılacağı bir konferansta TC yöneticilerinin ne işi olabilir?
Yansıyan bilgilerden konferansın temel gündem maddesinin PKK’nin silahsızlandırılması olduğu anlaşılıyor. Kuşkusuz PKK’nin de katılacağı böyle bir konferansta PKK, KOMELA, İran KDP ve varsa diğer silahlı mücadele yürüten Kürd örgütlerinin silahlı mücadelesi ele alınabilir ve uzlaşma sağlanır, gerek de görülürse bu örgütlerin silahlı mücadeleyi durdurmaları tavsiye edilebilinir. Ancak Kürdistan’ın dört bir tarafı askeri işgal altındayken (Kerkük dahil) silahtan söz edilince akla Kürd partizanlarının elindeki mütevazi silahların gelmesi bir diğer akıl tutulmasıdır.
Yansıyan bilgiler doğruysa ve konferans bu temelde yapılacak olursa adı Kürd olsa da yapılacak konferans Türk, ABD konferansı olacaktır. Dört bir yanı askeri, silahlı işgal altındaki bir ülkenin yurtsever güçlerinin yapacağı konferans kendi partizanlarının elindeki silahlara göz dikmemelidir.
Son olarak parçalanmışlıkta işleyen eşitsiz gelişmenin yolaçtığı tahribatları, farklılaşmayı gözönünde tutarak bu şartlarda ulusal birlik, ulusal kongre, parçalararası birlik hedefinin ne kadar gerçekçi olduğu sorulabilir. Bu soruya cevab ararken yukarıda sıralanan eşitsizliklere ilaveten en az onlar kadar önemli bir diğer realiteye, parçalardaki farklı entegrasyon süreçlerine bakmamız lazım. Kürdistan'da sömürgecilerin temel hedeflerinden birisi de halkımızın Kürd toplumu olma özelliklerini yok ederek, Kürdleri egemen topluma entegre etmek olmuştur. Bu entegrasyon mekanizmaları hayatın her alanını kapsamıştır. Ekonomik, siyasi, kültürel, sosyal yaşam alanlarında bizleri biz olmaktan çıkaran zora dayalı mekanizmalar yıllardır kullanıla gelmektedir. Hem bu iradi mekanizmaların hem de kapitalizmin gelişmesi, globalizasyonun ilerlemesinin sonucu olarak farklı parçalarda farklı düzeylerde olmak üzere, Kürdlerin bulundukları parçalardaki egemen sistemlere entegre olmalarında epey mesafe alındığını görmemiz lazım. Burada Orta-Güney Kürdistandaki gelişmeleri ayrıca değerlendirmek lazım. 1991de başlayan 2003 de belirli bir şekil alan gelişmeler sonunda, yurdumuzun bu parçasında kendi siyasal toplumunu yaratma yolunda ciddi atımlar atılmıştır. Bu adımlar bütün parçaların kazanımı olarak görülmelidir. Diğer taraftan 20.YY boyunca bu parçadaki ulusal özgürlük mücadelesinin diğer parçalara göre daha canlı olması da entegrasyon sürecinin bu parçada daha geri kalmasını sağlamıştır. Egemen sisteme entegre olma konusunda en vahim durum yurdumuzun kuzey parçasındadır. Türk Egemenlik Sistemi kendine özgü mekanizmalarla Kuzey Kurdistan’ı Türkiyenin bir bölgesine dönüştürme, Kürd halkını Türk ya da Türkiye ulusunun bir parçası haline dönüştürme hedefinde önemli mevziler kazanmıştır. Ekenomik, sosyal, kültürel alanda Kürdlerin kendilerini Türkiyenin bir parçası görmeleri, öyle tanımlamaları yurtseverlerce endişe duyulacak bir seviyededir. Son on yılda Kürd Özgürlük Mücadelesinde entegrasyonalist eğilimin güçlenmesinin bir nedeni de budur. Kuzeyde entegrasyonalist 'Türkiyelilik' siyasetinin egemen hale gelmesi bu entegrasyon sürecinin tezahürüdür. Bu ölçüde olmasa da yurdumuzun Doğu parçasında da güçlü, ciddi bir entegrasyon sürecinin yaşandığını biliyoruz. Güney-batıda entegrasyon buradaki sistemin gel-gitlerine bağlı olarak inişli çıkışlı bir süreç olarak işlemiştir.
Bütün bunlar gözönüne alındığında ulusal birlik, ulusal kongre, parçalararası birlik hedeflerinin çok da 'gerçekçi' hedefler olmadığını söylemek mümkündür. Siyasal mücadelede gerçekçilik konusu da tartışmalı bir konudur. Bir tarafı reel-politikerlik, bir tarafı dogmatiklik, apolitiklik olan bir tür sırat köprüsüdür bu konu. Ne bu realiteyi görmezlikten gelmeliyiz ne de bu realiteye teslim olmalıyız. Bu konuda benim tutumum daha önceki bir yazımda belirttiğim gibi Lenin'e atıfla şudur: " Başkaları gerçekçilik tenekesini çaladursunlar, biz kendi hayallerimizi gerçekleştirmeye çalışalım".