61 anayasası, bizim için işgalci-jenosidal bir anayasadır. Diğer anayasalardan esas itibarıyla, hiçbir farkı yoktur. Yani ne 24 anayasasından, ne 82 anayasasından, benim durduğum yer bakımından, bu anayasalar arasında, esas itibariyle hiçbir fark yoktur. Kürdistan meselesi üzerinden baktığım için böyle söylüyorum. Ama 27 Mayıs anayasasının, daha doğrusu, bu anayasadan çok, o dönemde gelişen muhalefetin görünür hale gelmesidir ve darbeciler, bu gelişen muhalefeti, manipüle ederek, solcu bir Kemalizm vaazıyla onların önünü açacak bazı işler yapmışlardır. Bir diğeri de batı kampına NATO'ya verilen mesajlardır. Böyle bakıldığında 24 anayasası ya da 82 anayasası ile Türkiye için kıyasladığımızda zaman -Kürdistan için değil-, düşünce-örgütlenme özgürlüğünün önünü kısmen açtığını söyleyebiliriz. Kısmen açtığına söyleyebiliriz. Çünkü hiçbir zaman Türkiye Cumhuriyeti, örgütlenme ve düşünme özgürlüğünün önünü tümüyle açamaz. Bu, bu devletin var oluşundan kaynaklanan bir sorunudur. Ben böyle Türkiyeli solcuların, hatta bazı Kürt aydınlarının verdiği önem kadar, çokda önemli bulmuyorum doğrusu, 27 Mayıs anayasasını.
…
Bu, işte dört başı mamur jenosit projesi. Süregiden zamana yayılmış jenosidin, daha katı hale getirilmesi ihtiyacını dile getiren, bir rapor. 12 Eylül darbesinin, Kürdistan bakımından iki önemli nedeni var; yani bu darbenin, bu darbeye etki eden; birisi, ‘Dış Kürtlerdir’ gene.
79’da Humeyni İran’ından sonra, Doğu Kürdistan'da çok ciddi gelişmeler oldu ve Doğu Kürdistan'ın önemli bir kesiminde, fiili otonom yapılar ortaya çıktı. İran'ın bu krizinin uzun süreceği de varsayılarak, Türk devleti alarma geçti ve Doğu Kürdistan'da, Mahabad benzeri; yani, 1946 Kürdistan Cumhuriyeti benzeri bir yapının oluşması riskini gördü ve bence, 12 Eylül'ü tetikleyen en önemli bir faktör, budur.
İkincisi, aynı anda, hem Güney Kürdistan'da, hem Doğu Kürdistan'da, hem de Kuzey-batı Kürdistan'da ciddi bir ulusal hareketlilik oluştu. Bu benim, yani benim bildiğim kadarıyla, son yüz yılda, ilk defa üç parçanın birlikte ayaklanması ya da birlikte, ulusal hareketin güçlendiği bir dönem olması bakımından da, Türkiye Cumhuriyeti'nin tehdit etmiştir, Türkiye Cumhuriyeti bunu böyle algılanmıştır.
‘İç Kürtler’ bakımından da çok ciddi gelişmeler oldu, 70-80 arası yıllarda, sekiz-on tane siyasi partimiz kuruldu, illegal partiler, üç-dört tane geniş kitlelere dayalı, gençlik örgütleri kuruldu ve Kuzey-batı Kürdistan'da, belki, 60'lara kadar süren sessizlik, 60'larda yırtılmaya başlandı, 70'li yıllardan sonra, bu tümüyle yırtıldı ve ortadan kalktı.
-70’leri ve 80 darbesini sonra konuşalım.
-Tamam, anladım. Şimdi devletin elinde, jenosidal araçlar olarak gördüğümüz, bir tedip hareketleri var, bir de tenkil hareketleri var. Cumhuriyetin kuruluşundan beri sürekli bu jenosidal araçlar kullanılmış. 71 darbesi sırasında da artık yeniden, böyle tedbirlere başvurulması gerektiği vaaz edilmiştir, MİT raporunda.
Bunun o zaman yapılmamış olması, bizi yanıltmamalıdır, bu devletin belleğinde yer etmiştir, seksenden sonra da özellikle 90'lı yıllarda da, bu yaşama geçirilmiştir. Bunlar, Türk devletinin, Kürdistan'da sürdürdüğü zamana yayılmış jenosidin değişmez enstrümanlarıdır: Tehcir, tenkil ve tedip hareketleri.
Öbürü, yine aynı sistemin, ideolojik saldırılarıdır. Kürtlerin, yani 70'li yıllarda hala, Kürtlerin Türklüğü üzerinden propaganda yapılabiliniyor idi. O kadar yapılabiliyordu ki DDKO savunması, Kürtlerin varlığını ispatlamak üzerine kurulmuş bir savunudur. Çünkü sürekli; “Siz yoksunuz! Diliniz yok! Kürt yok!” deniliyor. Tepki olarak da DDKO’lular, işte; “Biz de varız! Dilimiz de vardır!” diyorlar. O bölümü de devletin İdeolojik aygıtlarını, harekete geçirecek, bir rapordur.
Kürtlerin, yani, Kürtlere Türklüğü dayatmamız, onları buna ikna etmemiz lazım. Hatta belki, o rapordaydı, tersine asimilasyon, onda mıydı, sonrakinde miydi, bilmiyorum. Yani Kürtlere, aslında; “Siz Türk’tünüz, yanlış olarak kendinizi Kürt olarak tanımlıyorsunuz.” demeye getiriyorlar.
Şimdi bu her iki; yani, devletin zor aygıtlarıyla, ideolojik aygıtları, hep birlikte çalışa gelmiştir. Zor aygıtları, sahayı ideolojik aygıtlar için elverişli hale getirir ve ideolojik aygıtlar da bu zor aygıtlarının yaptıklarını meşrulaştırarak, ideolojik sonuçlar elde etmeye çalışır.
…
Diğer bölümlerde de söyledim ama Türkiye İşçi Partisi'nin o kararını, Türkiye'deki legal sosyalist hareket açısından, ilk önemli açılım olarak değerlendirmek lazım. Türkiye İşçi Partisi'nin, Kürtlerle Kürdistan ile ilişkisi, esas olarak pragmatik bir ilişkidir. Özellikle 65 seçimlerinden sonra, Türkiye İşçi Partisi'nin, “Doğu Sorunu” olarak isimlendirdiği, Kürdistan ve Kürt meselesi hakkında, giderek bir şey söyleme ihtiyacı hissetmiştir. Argümentleri, Türkiye'nin birliği-bütünlüğü içinde, bu soruna, kısmı çözümler, önermek ya da kısmı çözümler, talep etmekle sınırlıdır. Bunun da üst söylemi, eşit vatandaşlık haklarıdır. Ama o kongrede alınan karar, bir ölçüde eklektik bir karardır ve TİP içindeki grupların, uzlaşması ile alınmış bir karardır. Özellikle, emek grubu ve doğulu sosyalistler grubunun, tartışıp uzlaşması ile alınmış bir karardır.
Benim bildiğim kadarıyla, Ruşen Aslan’ın yazdığı kadarıyla, genel idare kurulunun, bir tasarısı var; bu tasarı işte, Kürt halkından söz etmeden, daha bir genel olarak şovenizme-ırkçılığa karşı, bir tasarıdır. Doğulu sosyalistler grubunun, bir tasarısı var; o kabul edilen tasarıdan, daha bir Kürdi, bir tasarıdır.
Bu iki grup arası tartışmadan sonra, daha doğrusu genel idare kurulunun o tasarısıyla, doğulu sosyalistler grubu arasındaki tartışmalardan sonra, bir uzlaşma metni kabul edilmiş. Bu metin, doğulu sosyalistler grubunun metnine daha yakın ama -tam o da olmayan- bir metin. Onun için okuduğunuz metinlerde de belli oluyor. Yani aslında, TİP’in bakışı, bu meseleyi, eşitsiz gelişme yasasının yol açtığı, bir bölgesel dengesizlik olarak değerlendirmektedir. İlk satırlar onunla başlıyor. Devamında doğulu sosyalistler grubunun önermesi çıkıyor ki bunu sadece, bir bölgelerarası eşitsizlik olarak görmek, işte ırkçı-burjuva milliyetçiliğine teslim olmaktır, diye.
Önemlidir; yani, o dönemin koşulları içinde, legal bir Türkiye Partisi'nin; “Türkiye'de Kürt halkı vardır.” demesi, önemlidir. Biliyorsunuz, işte 79’daydı galiba, Şerafettin Elçi: “Ben Kürt’üm.” dediği zaman, bir olaya dönüşmüştü. Hatta Ecevit'e, yani birisi: “Ben Kürt’üm.” diyebilir diye, fetva vermişti. O dönemin, legal Türk siyaseti, Türkiye siyaseti açısından baktığımız zaman, önemli bir nokta ama dikkatlerden de kaçmamalıdır. Bunu daha çok, bir iktidarın yaptıklarına karşı, bir tepki olarak dile getiriyorlar. Türk Egemenlik Sistemi’ni ya da Türkiye Cumhuriyeti projesini eleştirip, ona karşı bir alternatif öne sürmüyor. Bu iktidarın anti-demokratik uygulamalarına örnekler olarak veriliyor, ona. İşin doğrusu doğulu sosyalistler grubu dediğimiz zaman da aslında, doğulu sosyalistler grubunun hazırladığı tasarı, bütün doğulu sosyalistler grubu tarafından kabul edilmemiş.
Özellikle TİP genel kurulunda, genel idare kurulunda yer alan doğulu sosyalistler, bu metni, keskin bulmuşlar. Onlar aslında, genel idare kurulunun, öne sürdüğü tasarıyı destekliyorlar. Ama ondan önce, -1970’tedir sanıyorum, kongreden öncedir- Diyarbakır'da doğulu sosyalistler grubunun bir toplantısı yapılır. Bu toplantıya mesela, Sait Elçi de katılır. Sait Elçi, Türkiye-Kürdistan Demokrat Partisinin lideridir. Ama doğulu sosyalistler grubunun toplantısına da katılıp, konuşma yapar. DDKO’lular ilgilidir, bu toplantıyla. Tam o dönemde, DDKO yöneticileriyle ilgili bir tutuklama furyası başlar. Onun için, o toplantıya katılması gereken, bir DDKO yöneticisi de son anda katılmaktan vazgeçer. Böyle karmaşık bir yapısı var, o doğulu sosyalistler grubunun.
Bildiğim kadarıyla, Tarık Ziya Ekinci, Kemal Burkay, doğulu sosyalistler grubunun tasarısını, keskin buldukları için itiraz etmişler. Ama bu geri kalan doğulu sosyalistler, bunun içinde, işte Ruşen Aslan var, Zülküf Şahin var, Mehdi Zana var, Mele Abdülkerim var, Mahmut Okutucu var, yani o doğulu sosyalistler grubu içindeki, ulusal duyarlılıkları gelişkin olan kesimin ısrarıyla, bu karar tasarısı çıkmıştır.
O dönem bakımından, illeri bir noktadır. Ama böyle, sosyalist bir açılım, devrimci bir açılım, olduğunu da söyleyemeyiz. Daha çok, Kürtlerle sürdürülen ittifakın, özellikle, TİP’in kitlesel dayanağı daha çok Kürdistan'da olduğu için, bu ittifakın bozulmaması, bu ittifakın sürdürülmesi adına, alınmış bir karardır.
…
Yani bildiğim kadarıyla, o dönem Kürdistan kamuoyunda olumlu karşılanmıştır. Kürdistan’ın ulusal, yurtsever, ilerici, devrimci kamuoyunda olumlu karşılanmıştır.
Türkiye siyaseti bunu, tepkiyle, öfkeyle karşılamıştır. Türkiye'deki diğer TİP’in dışına taşan, artık dışına taşan, örgütler tarafından da reformizmle oportünizmle eleştirilmiş, değerlendirilmiştir. Dünya kamuoyuna bir etkisi olup olmadığını, doğrusu bilmiyorum. Ama, saflar her zamanki klasik safları olmuştur.
…
TİP’in Türkiye tarafının, içselleştirerek kabul ettiği bir tasarı değildir, bu. TİP’in Türkiye tarafı, bunu Kürdistan’daki ittifak politikasının bir gereği olarak, kerhen kabul etmiştir. Onun için bu, sadece Behice Boran’la sınırlı değildir. Hatta dediğim gibi bazı doğulu sosyalistler de bu tasarıya, başlangıçta muhalefet etmişlerdir.
Bu sonra, Türkiye İşçi Partisi'nin bölünmesinde bir rol oynadı mı? Sanmıyorum. Çünkü 74 sonrası kurulan TİP, 71 öncesi TİP gibi Kürdistan'da yankı bulmamıştır. Bazı Kürdistanlı sosyalistler, mesela Kemal Burkay kurucu üyesi olduğu halde, 74 sonrası kurulan Türkiye İşçi Partisi, Kürdistan’da taban bulmamıştır.
Türkiye İşçi Partisi'nin kendi içindeki ayrılıkları, daha çok 71 öncesinde başlayan tartışmaların, 74’ten sonra, iyice netlik kazanmasıdır. Doğrudan bu karar tasarısı ile bir ilişkisi olduğunu sanmıyorum. Türkiye Komünist Partisi'nin müdahalesi var, Türkiye Komünist Partisi'nin, Türkiye İşçi Partisi ile ilişkileri çelişkileri var, sonra işte kurulan, bir Türkiye Sosyalist İşçi Partisi var. Diğer fraksiyonlar da illegal olanları, legal kurumları üzerinden, legaliteye geçenleri de artık, Türkiye partisi olarak kurulmuşlardır. Burada tabii en önemlisi, Kürdistanlı devrimciler, sosyalistler, artık ayrı örgütlenmeyi, temel ilke olarak benimsemişlerdir.
68-78 arasında bizim Türkiye solcularıyla tartışmamız, iki zeminliydi. Bir, Kürdistan sömürge olduğunun kabulü; iki, Kürdistanlı devrimcilerin, sosyalistlerin, ayrı örgütlenme hakkına saygı gösterilmesiydi. Bunu hiçbir Türkiyeli sosyalist örgüt, kendiliğince ya da kuramın buna açık olduğunu anlayarak, kabul etmemiştir. Ne zaman ki Kürdistanlı örgütler artık sahada bir gerçek halinde dönüşmüşlerdir, o zaman bunu, bir gerçek olarak kabul etmişler, gene olumlamamışlardır. Yani, Kürdistanlı Komünistlerin, sosyalistlerin, ayrı örgütlenmesini kabul eden, bir-iki tane çevre var, onun dışında genellikle, Türkiye solcuları, Kürdistanlı sosyalistlerin, devrimcilerin, ayrı örgütlenmesini milliyetçilik-bundçuluk olarak değerlendirmişlerdir. Ama bütün bu basınca rağmen, 74-78 arasında, esas itibariyle, Kürdistanlı sosyalistler, devrimciler, Türkiyelilikten kopmuşlar ve kendi Kürdistanî örgütlerini kurmuşlardır.