Fuat Önen posted on September 17, 2020 07:15
KÜRT SİYASETİNDE BAĞIMSIZLIKÇILIK İZMİR KONFERANSI
-3-
FUAT ÖNEN
Dünya düzeni
Arkadaşlar, dünya düzeni aslında çok eski bir kavram değil. 150 yıllık bir kavramdır. Globazisyonla ilgilidir, kapitalizmle ilgilidir, moderiniteyle ilgili bir kavramdır. 1910 yılında biliyorsunuz, Hilferding’in “Finans-kapital”i yayınlandı, 1916-17’de peş peşe Lenin’in “Emperyalizm”, Buharin’in “Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi” kitapları yayınlandı. Bütün buralarda 19.yüzyıl sonu için söylenen şudur:
Kapitalizm artık bir dünya sistemine dönüştü. Kapitalizm rekabetçi aşamadan tekelci aşamaya geçmiştir. Bu aşamanın belirgin özelliği sermaye ıhracıdır ve dünyanın bu kapitalist devletler tarafından paylaşılması da tamamlanmıştır. Dünyada artık paylaşılmayan bir bölge kalmamıştır. Şimdi dünya düzeni bu ihtiyaçtan kaynaklandı. Globalizasyonun birinci büyük dalgası da 1870’ler sonrasıdır. Özetle 1870 yılı hem Rudolf Hilferding hem Lenin hem de Nikolay Buharin tarafından özel olarak işaret edilen bir tarihtir. Niye 11.yy’da, 12.yy’da, !5.yy’da bir dünya düzeni ihtiyacı ve kavramı doğmadı da 19.yy’ın sonunda bir ihtiyacı doğdu? Bunun nedeni budur. Kapitalizm artık bir dünya sistemine dönüşmüştür, bir dünya sistemine dönüştüğü için de bu dünyaya bir düzen vermeleri gerekmektedir. İmparatorlukların böyle bir ihtiyaçları yoktur, çünkü imparatorluklar döneminde dünya zaten böyle globalleşmiş düzen belirleyici bir halde değildir. Bu ihtiyaç bundan kaynaklanmaktadır. Burada işaret etmek istediğim bir nokta da şudur:
Bütün bu analizlerde dünya olarak geçen sözcükler esas itibariyle Avrupa’yı ve Batı Avrupa’yı özellikle Batı Avrupa’yı kastetmektedir. Kapitalizmin egemen sistem olduğu dünya Batı Avrupa’dır. Ancak bu Batı Avrupalı kapitalist devletler dünyanın tümünü işgal edip, bölüp paylaştıkları için ve bu anlamda kapitalist sistem bir dünya sistemine dönüşmüştür. Dünya düzeni nasıl kurulacaktır, şimdi normal bir akıl şunu söyler. İşte bu en önde dünyanın küresel güçleri olan devletler, otururlar dünyaya adil, eşitlikçi bir düzen verirler, ama bu kapitalizmin emperyalizmin egemenlik ilişkisinin doğasına aykırıdır. Bu doğaya aykırı olduğu için de dünyaya bir düzen vermek için bir Dünya Savaşı çıkmıştır.
Bu Dünya Savaşının ana dinamiği şudur: O dönemin esas egemen gücü İngiltere’dir, hemen yanında giderek güçlenen bir Fransa var, geriden gelip bu tabloya itiraz eden bir Almanya var. Almanya’ya yanına zayıflayan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu ve çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’nu da alarak yeniden paylaşım talebiyle bir Dünya Savaşı başlatır.
Bu Dünya Savaşının 1918’de sona erdiği söylenir. Gerçekten 1918’de Dünya Savaşı sona erdimi? Eğer yine dünyayı Avrupa’dan ibaret kabul edersek, evet sona erdi, Avrupalı devletler Avrupa’da savaşmaya son verdiler. Ama İtalya, Libyanın derinliklerinde, Fransa Cezayir’in derinliklerinde, İngiltere Irak’ın-Hindistan’ın derinliklerinde savaşı sürdürmeye devam ettiler. Dolayısıyla Dünya Savaşı’nı 1918’de tümüyle bitmiş olarak algılamak doğru değildir. Bunun üst bölümü bitmiştir.Avrupalı devletler Dünya Savaşında her iki tarafı yöneten devletler anlaşarak Avrupa’da savaşı bitirmişlerdir. 1919 Paris Barış Konferansı’yla Cemiyet-i Akvam kurulmuş, Cemiyet-i Akvam marifetiyle de savaşın galipleri tarafından dünyaya bir dünya devletler sistemi dayatılmıştır. Bu devletler sistemi dünyanın olağan gelişimiyle kendiliğinden oluşmuş adil bir devletler sistemi değildir. Birinci savaşın galipleri tarafından dünyaya dayattırılan kolonyalist bir dünya devletler sistemi inşa edilmiştir Cemiyet-i Akvam marifetiyle. Burada konumuzla bağlantılı olarak temel mesele şudur:
Bu devletler üzerinden dünyada siyasi sınırlar çizilmiştir. Bir siyasi sınırlar manzumesi dayatılmıştır. Ve bu siyasi sınırlar, örneğin bölgemizi göz önüne aldığımız zaman, bu bölgedeki tarihsel-toplumsal sınırlarla uyumlu değildir. Zaten sınırları çizenler buradaki tarihsel-toplumsal sınırlara uygun bir sınır oluşturma ihtiyacında değildirler. Dünyadaki doğal kaynakları paylaşmak, petrol rezervlerini paylaşmak ve dünyadaki savaşın galiplerini esas alan nüfus bölgeleri üretmek için çizilmiş bir siyasi haritası vardır. Bu devletler üzerinden oluşturulan bir siyasi haritası vardır bunun. Cemiyet-i Akvam esas itibariyle kolonyalist bir kuruluştur. Milletler Birliği olarak adlandırıldığına bakmamak lazım. Cemiyet-i Akvam ya da Milletler Birliği mandaterlik’i bir hukuk olarak benimseyen bir kuruluştur. Ve bu örgüt marifetiyle oluşturulan birçok devlet vardır. İşte Arap coğrafyasında ondan fazla devlet kurulmuştur. Tarihsel bir geçmişi olmayan dönemi savaşın galiplerinin ihtiyaçlarına göre kurulmuş devletler vardır. O dönemin sosyalistleri de aslında Cemiyet-i Akvamı kolonyalist bir kuruluş olarak kabul ettiler ve çok ilginçtir, Kominterin herhangi bir komünist partinin Kominterin’e üye olması için öne sürdüğü 21 şart vardır, bu şartlardan biri de Cemiyet-i Akvam’ın sahte barış nidalarına itiraz etmesidir. Yani Cemiyet-i Akvam’a itiraz etmek 1926’lara kadar Uluslararası Sosyalist Hareketin temel prensiplerinden biridir. Ne zamana kadar sürmüştür derseniz, 1932’de Sovyetler Birliği de bu kolonyalist teşkilata Cemyet-i Akvama, üye olmuştur ve ondan sonra bu teşkilatın kolonyalistliği emperyalistliği hakkında herhangi bir bilgiye, herhangi bir açıklamaya rastlayamıyoruz.
Şimdi Arkadaşlarım, Kürdistan meselesinin 20.yy’da oluştuğu esas tablo budur.
Birinci savaşın galipleri, bölgeye bir devletler sistemi dayatıyorlar ve bu devletler sistemi içinde Kürtlere yer verilmiyor. Bunun yerine bölgede kurulan düzenin iyi işleyebilmesi için eskiden Safevililer ve Osmanlılar arasında bölünmüş olan Kürdistan; İran, Türkiye, İngiltere’nin Irak’ı ve Fransa’nın Suriye’si arasında bölünüp parçalanıp bu milletin kendi toprakları üzerinde devletleşmesi, bu devletlerarası sistem tarafından o dönemin dünya nizamı tarafından engellenmiştir.
Bizim esas Kürdistan meselesi dediğimiz budur. Burada tariflerin bozulması noktasıyla da ilgili olduğu için de şunu da söylemeliyim ki burada bir dizi barış anlaşması vardır. Ve son dönemde Türkiyeci dalganın Kürdistan Ulusal Kurtuluş mücadelesindeki yansımalarından biri de barışın fetiştirilmesidir. Her yer barış herkes barışçıl gibi bir tabloyla yüz yüzeyiz. Oysa devletler arası tarihte kayıt altına alınan barış anlaşmalarının çok büyük çoğunluğu kolonyalist barışlardır, emperyalist barışlardır.
Bunu Sevr ve Lozan üzerinden tartışırsak gördüğümüz şudur: İkisi de barış anlaşmalarıdır. Sevr Anlaşması da bir barış anlaşmasıdır, Lozan Anlaşması da bir barış anlaşmasıdır. Ama Türk Resmi Tarihi Lozan’ı göklere çıkarırken, Sevr’i yerin dibine batırmaktadır. Halbuki Sevr Anlaşması’nın kendisi zaten imzalandığı zaman kadük olan bir barış anlaşmasıdır. Biliyorsunuz, bu anlaşmaya ABD Başkanı onay verdiği halde ABD Senatosu bu anlaşmayı imzalamamıştır. Osmanlı temsilcileri bu anlaşmaya imzaladığı halde Osmanlı Sultanı bu anlaşmayı imzalamamıştır. Fransızlar bu Suriye-Türkiye sınırı konusunda Türkiye ile bir anlaşma imzalamışlardır. Dolayısıyla bu anlaşma zaten kadük bir anlaşmadır. Ama Lozan Anlaşması’nı göklere çıkarmak için bu anlaşmaya ciddi bir anlaşma muamelesi yapıyor Türkiye ve Türk Tarih Tezi. Ve bunu, yani Sevr’i yerin dibine batırıyor. Şimdi ikisi de barış anlaşması ve barış bu kadar çok savunulacak bir şeyse biri niye bu kadar kötü öbürü niye bu kadar iyi? Peki Kürt Ulus gerçekliği bakımından ve Türkiye Cumhuriyeti devleti bakımından bu iki anlaşmayı da eşit bir şekilde değerlendirmemiz mümkün müdür? Hayır mümkün değildir. Türk resmi tarihinin göklere çıkardığı Lozan Antlaşması bizler için ülkemizin parçalandığı, paylaşıldığı, bölüşüldüğü bir antlaşmadır. Peki o zaman barış niye bu kadar fetiş haline getiriliyor burada bir iki kısa belirleme yapmama izin verirseniz son dönemlerde bazı mitinglerde şu afişi görüyorsunuz “En kötü barış en iyi savaştan daha iyidir.” Peki, niye daha iyidir?Cevap çünkü insanlar ölüyor, ancak şunun üzerinden atlanıyor, en kötü barış bir sonraki savaşın tohumlarını atmaktır. Dolayısı ile siz kötü bir barışa ikna olduğunuz zaman kötü bir barış üzerinden uzlaşmaya çalıştığınızda savaş tehlikesini bertaraf etmiyorsunuz. Tam tersine yeni ve daha kanlı bir savaşın tohumlarını ekiyorsunuz. Birinci Dünya Savaşı'nı bitiren Versay Antlaşması böyle bir antlaşmadır. Almanya bakımından çok kötü bir barıştır ve faşizmin Almanya'da yükselişinin temel argümanlarının biride bu Versay Barış Antlaşması’dır. Barışı ve savaşı kendi somut varoluşlarından soyutlayarak fetişleştirmek hiç olmasa Kürt siyasetçilerinin, Kürt aydınlarının işi olmamalıdır. Çünkü Kürdistan'da barış ortamını ortadan kaldıran Koçgiri, Ağrı, Şex Said İsyanı, Dersim Savunması ya da PKK’nin 83-93 savaşı değildir. Kürdistan zaten bir savaş ortamındadır; işgal, kendisi zaten bir şiddettir ve işgali, savaşsız ne yapabilirsiniz ne de sürdürebilirsiniz. Dolayısı ile kuzeybatı Kürdistan'da esas savaş dinamiğinin Türk devletinin oradaki işgalci varlığı olduğunu görmemek, savaşın esas dinamiğini Kürtlere transfer etmek, Türkiyeci bir düşünüş sistemidir. Eğer kuzeybatı Kürdistan'da bir savaş ortamı varsa, bu savaş ortamına yol açan Türk devletinin burayı işgal etmesi ve işgal altında tutmasıdır. Barışı, buna itiraz etmeden kurgulamak kötü bir barış kurgulamasıdır. Ve bunun eşitlikçi, özgürlükçü bir barışla da hiçbir ilgisi yoktur. Benzer konu şiddetlen ilgilidir.