Eş dost telefon ediyor, mail yolluyor; referandumda evet demenin faziletlerini anlatıyor. Benzer görüşler televizyon ekranlarında popüler isimler tarafından tekrarlanıyor. Performans fena değil. Anlatılanlara bakılırsa, referandumda evet demek insanlığın bugüne kadar yarattığı bütün erdemleri sahiplenip bütün kötülükleri tokatlamak demek. Aksi yönde davranmak ise Ergenekon'un uşağı olmakla eş anlamlı.
Yine eş dost telefon ediyor, mail yolluyor; referandumda hayır demenin ne kadar hayati bir şey olduğunu anlatıyor. Onların tezlerini de medyadan izleme imkanı buluyoruz. Sıraladıkları gerekçelere bakılırsa, hayır demezsek Emperyalizmin uşağı olup cehennem ateşinde cayır cayır yanacağız.
Bir de boykot edelim diyenler var. Onların dikkat çeken yanları ise ikircimli halleri.
Ama en zor kümeyi benim ne düşündüğümü soranlar oluşturuyor. Çünkü soru çok kazık. Keşke benim de yukarıdakiler gibi basit, rahatlatıcı, güven verici ve kendinden emin bir cevabım olsaydı. Aşağıda neden olmadığını okuyacaksınız.
Rahatımın kaçmasına(!) sebep, yukarıdaki tavırlarla Türklerin ve Kürtlerin gerçeklikleri arasında bağ kurmakta sıkıntı çekmem. Elbette bütün Türkler ve bütün Kürtler aynı şeyleri yaşamaz, aynı şeyleri düşünmez ve aynı şekilde davranmazlar; bu nedenle ayırım koymaksızın “Kürtler” veya “Türkler” diye başlayan bütün tahliller gerçeği yansıtmaktan uzaktırlar. Buna rağmen ben de sırf kolaylık olsun diye “Kürtler” ve “Türkler” terimlerini kullanacağım. Özel durumlar haricinde, okur, bu terimlerle bir kısım Kürt ile bir kısım Türkün (genellikle de baskın durumdaki kesimlerin) kastedildiğini göz önünde bulundurmalıdır. Dille ilgili bu nottan sonra devam edersek, söyleyeceğim şudur: Türklerle Kürtlerin epeydir ortak bir gerçekleri yok. Ortak bir gerçeklik olmayınca tek bir tavrın, tutumun veya düşüncenin iki taraf için de aynı sonucu doğurması da her zaman mümkün olmuyor.
Önce şu farklı gerçeklikler meselesine bakalım. 1993-99 yılları arasında, birkaç istisna haricinde Türk aydınlarıyla PKK karşıtlığını karakterlerinin belirleyici halkası haline getirmiş Kürt muhaliflerinin pek fark edemedikleri bir şey oldu Türkiye'de: Kürtlerle Türklerin gerçekliği farklılaştı. O zamanlar, yani henüz bu süreç yaşanıyorken konuya dikkatleri çekmeye çalışmıştık. Fakat, “Ağar-Çiller politikası” diye adlandırılan politikanın Türklere bu armağanını o zamanlar pek anlatamamıştık. Şimdilerde Türk medyasının önemli figürleri hayretler içinde soruyorlar: “Yahu nasıl olur da kurşunlarla delik deşik edilmiş bir insanın görüntüsü bir tarafı yasa boğarken diğer tarafı coşku alemine sokabilir?” İşte farklı gerçeklik bu demek.
Yuvarlak hesap 2000'li yıllardan bu yana Türklerle Kürtler aynı şeye baksalar aynı şeyi görmüyorlar, aynı işi yapsalar aynı sonuçları alamıyorlar. Dörtyol'dakine benzer bir pogrom girişiminin Türklerle Kürtler arasında bibirine zıt beklentiler, duygular, düşünceler ve tutumlar uyandırması bunun ifadesidir. Türklere, Saddam Hüseyin'in bilmem kaçıncı sınıf bir karikatürü gibi görünen Abdullah Öcalan'ın, Kürtlere kutsal bir lider gibi görünmesi de aynı toplumsal fenomenin ifadesidir. Ortada bir gerçeklik yarılması var.
Normal koşullar altında fazla ürkütücü olmayan bu durum, yarılma ontolojik görünümler kazanmaya başladığında gerçek bir saatli bombaya dönüşüyor. Buna çılgınlık anının eşiği de diyebilirsiniz. Türklerle Kürtler arasındaki yarılma -ister üzülün, ister hayıflanın, isterse sevinin farketmez- bir süredir bu eşiğe doğru ilerliyor. Referanduma bakarken göz önünde bulundurulması gereken birinci nokta işte burasıdır.
Benim için aynı ölçüde önemli olan ikinci nokta ise Kürtlerin siyasal bir aktör olarak sahnedeki varlıklarının güvenceye alınmasıdır. Daha önce de sonuç alınamayan denemeleri olmuşsa da Kürtler 1980'lerin sonlarından itibaren siyaset sahnesine kendi adlarına kalıcı bir siyasal ve sosyal aktör olarak çıkmış durumdadırlar. [Sözün burasında, Kürtlerin kendi adlarına değil, emperyalizmin, gericiliğin, Suriye'nin, Baasçılığın, İran'ın, Ergenekon'un ya da başka birinin adına sahnede olduklarını iddia edecek okurlar olacağını biliyorum. Doğrudur, Kürtler de dahil şu anda sahnede gördüğümüz bütün büyük politik aktörlerin konspirasyonla ilgili veche veya vecheleri vardır; ancak bu aktörlerin hiç biri konspirasyonla izah edilemezler. Sosyolojik plan söz konusu olduğunda konspirasyon teorilerinin kahvehane muhabbetlerini tatlandırmanın ötesinde değeri yoktur.] Kürtlerin mevcut pozisyonunu daha ileri götürmek, bu mümkün olmuyorsa korumak, referandum konusunda karar verilirken üzerinde düşünülmesi gereken ikinci önemli kalkış noktasını oluşturur. Ve her iki noktadan da bakıldığında Kürtlerin menfaati Türkiye'de çatışan güçlerin yenişmelerinde değil, aralarındaki çatışmanın devamından yanadır.
Peki çatışan güçler kimlerdir? Aslında tam olarak öyle değildir, ama sırf kolaylık olsun diye bunları şimdilik “Hükümet” ve “Ergenekon” diye adlandıralım. Bu terimlerin içlerini doldurmak belki başka bir yazının konusu olabilir deyip dönelim referanduma.
Evetçi Kürtlerin önemlice bir bölümü, Ergenekon'a karşı Hükümet tarafı galip çıkarsa Kürtlerin pozisyonunun düzeleceğini düşünüyor. Bence doğru bir düşünüş tarzı değildir bu. Çünkü çatışma biterse Kürtlerin pozisyonu düzelmez; tersine, Türk devleti, tek bir komuta merkezi etrafında bütünleşmiş ve eline de bir İslam kılıcı almış olarak Kürtlerin karşısına dikileceği için daha da zora girer.
Böyle olmayacağını düşünmek için Hükümet'in demokrasiyi inşa etmek diye bir derdi olduğunu varsaymak gerekir. Oysa Hükümetin böyle bir derdi olduğunu gösteren bir işaret bulunmuyor. Onlar Türkiye'yi yönetmekle ilgilidirler. Demokrasiyle ise temsilciliğini yaptıkları kesimlerin taleplerinin işine yaradığı zaman ve ölçülerde ilgileniyorlar. Hatta orada bile tutarlı oldukları söylenemez. Konunun Kürt meselesiyle ilgili boyutuna gelince, yapmak istedikleri şey, artık çoktan aşılmış birkaç talep karşılığında Kürtlerin siyasi ve sosyal bir aktör olarak tasfiye edilmesinden ibarettir. Kanal 6'nın açılması gibi önlemler, iktidarda Ergenekon da olsaydı yapılacak olan işlerdi. Onlar iktidarda olsaydı şekli ve zamanlaması değişirdi, o kadar. Siz, mesela Ordunun Kürtçe kanal açıldı diye tank filan yürüttüğünü gördünüz mü? Kürt sorununu demokratik anlayışla çözmek demek, Ergenekoncuların genel çerçevesini çizmiş oldukları yol haritasını, o da ihtiyatı elden bırakmadan, izlemek demek değildir. Kürt sorununu, Kürtleri muhatap alarak çözmek demektir. Demokrasi bu değilse, başka nedir?
Öte yandan Hükümetin Kürtleri dışlayarak Kürt sorununu çözmeye çalışması, cehalete, acemiliğe vs. bağlanarak da izah edilemez. Hükümet, Kürt açılımını, başından beri ve bilinçli bir şekilde, bir siyasal ve sosyal aktör olarak Kürtlerin tasfiyesi üzerine kurmuştur. Sebep budur ve bu, Hükümetin Orduyla olan mutabakatının bir parçasıdır (bu mutabakatın bir parçası da Ergenekon davasıdır). Bir diğer deyişle Ordunun 1984'ten beri izleyegeldiği Kürt politikası, yani “PKK'yi bitirirsen Kürt sorununu da çözümüş olursun!” politikası, AKP'ye ihale edilmiştir. Karşılığında nelerin vaadedildiğini ise ortalık durulunca anlayacağız.
Bütün bunlar uzun tartışma konuları. Bunların referandum tartışmalarını ilgilendiren yanı ise şudur: Kürtler referanduma evet derlerse, Hükümet, bunu, Kürt sorununu Kürt aktörünü tasfiye ederek çözme politikasına Kürtlerin verdiği bir destek olarak anlayacak ve kullanacaktır. Hem içerde, hem de dışarda.
Böylece, Kürtlerin, referandum da dahil, güncel politikada dikkat etmeleri gereken iki şart ortaya çıkmış oluyor: 1) Merkezdeki çatışmanın devam etmesine katkıda bulunmak; 2) Kürt sorununun Kürtleri bir aktör olarak tasfiye ederek çözme politikasına destek vermemek.
Peki merkezdeki çatışmanın devamına katkıda bulunmak ne demektir?
Lafı gevelemeye gerek yok, Hükümet kanadı alta düştüğünde Hükümete, Ergenekon kanadı alta düştüğünde Ergenekon'a destek çıkmak demektir. Ondurmayacak, fakat rakibi tarafından ezilmesine de fırsat bırakmayacak ölçüde bir destek. İnce ayarlı bir destek yani
Kürtlerin ve Türkiye'deki demokrasi güçlerinin menfaati merkezin bugünkü bölünmüş ve çatışmalı halinin devamında olduğu müddetçe bu politika sürdürülmelidir. Unutmayalım ki bu çatışmanın devamı, mevcut koşullar altında, yukarıda bahsedilen çılgınlık anına sürüklenmenin önündeki en önemli engellerden biridir ve bu yanıyla hem Türklerin hem de Kürtlerin menfaatinedir. Bu çatışma sürmezse, PKK adına yapılan veya onun adına üstlenilen provokasyon eylemlerinin bazen birkaç saat, bazen de birkaç gün içinde deşifre edilip belgeleriyle, görüntüleriyle piyasaya serilmesi mümkün olmaz. Merkezdeki çatışan taraflardan biri galip gelsin, bu tür servisler “tık diye” kesilecektir. 1990'ları hatırlayınız, benzer olaylar o zaman da oluyordu, fakat merkezde ciddi bir çatışma olmadığı için bunların tamamı PKK'nin veya Kürtlerin üzerine yıkılıyordu. Bu kadarı bile bu çatışmanın devamının ne kadar hayati önemde olduğunu gösterir.
Burada önümüze iki tane önemli soru çıkıyor. Birinci soru şudur: Kürtler böyle bir politikayı hayata geçirebilecek pozisyona ve güce sahipler mi?
PKK'nin son savaş kararının Türk siyasetine etkilerine bakınız cevabın kesin bir evet olduğunu görürsünüz. Ama sadece bundan ötürü değil, önemli bir gelişme daha var: Ne Türkler şaşırsın, ne de PKK muhalifi Kürtler bir kez daha “bunu da nereden çıkardın” diye dudak büksün, Kürt sorunu Türkiye'de bir “milli sorun” olmaktan çıkmakta, bir “iç siyaset sorunu”na dönüşmektedir. Bu yeni durum kendini ilk kez 28 Şubat'la ortaya koymuştu. 2004'de Ergenekonun PKK'ye yaptığı savaş siparişiyle perçinlendi, merkezdeki son yarılma ve çatışmayla birlikte geri dönülemez bir noktaya taşındı. Bundan sonra Türkiye'de ne iktidar, ne de muhalefet Kürt kartını görmezden gelen bir siyaset izleyebilir. Kürtler söz konusu olduğunda bütün Türklerin bir tek cephede toplandıkları altın çağ geride kalıyor. Kürtler için de Türkler için de bir felaket anlamına gelecek türden bir çılgınlıkla önü kesilmezse bu gelişme durdurulamaz. Bunu bilelim. Bundan sonrasının nasıl gelişeceğini merak edenler için de 1961-1968 yılları arasında Irak'taki iktidar klikleriyle Baba Barzani arasındaki ilişkilere bakmalarını önerip ikinci soruya geçelim.
İkinci soru şu: Kürtler bu ince politikayı sürdürebilecek anlayış, ayar kabiliyeti ve iradeye sahip mi?
Cevabı zor bir soru; ama en azından PKK'nin, merkezdeki çatışmanın beslenmesi gerektiği gerçeğini gördüğünü düşündüren bazı belirtiler var.
Bu durum, bir umut yaratsa da böyle bir politikanın hayata geçirileceğinin garantisi yoktur. Çünkü ortada ters yönde işleyen çok ciddi yapısal engeller vardır. Bunların en başında geleni ise Abdullah Öcalan'ın durumudur. Tutsaklık, can derdi, oportünizm, sinizm gibi faktörlerin kurucu yapı taşlarını oluşturduğu bir pozisyondan kendine yol çıkarmaya çalışan bir lidere itaat etmenin faturasında yazılı kalemlerden biridir bu. Örneğin kamuoyunda kendisinin Ergenekon mensubu olduğu yolundaki suçlamalar belli bir yoğunluğa ulaştığında, Öcalan, Reşadiye eylemini vesile ederek suçlayıcıların önüne yem olarak PKK'nin dağdaki yöneticilerinden Duran Kalkan'ı atmakta tereddüt göstermedi. Öcalan'ın tipik bir “savaş ağası” pozisyonundaki Güney Kürdistan'daki kardeşi ise abisinin sözlerine balıklama dalıp bunu, Fetullahçı-şeriatçı establishmentin de katkılarıyla, PKK-BDP ikilisine karşı, şeriatla flört eden gelenekselci bir Kürt hareketi yaratma eyleminin ateşleyicisine dönüştürmek istedi. Küçük kardeşin lideri olmak rüyasını gördüğü bu hareketin, “Kanal 6” adı altında Hükümet'le Ergenekon'un ortak patronluğu altında zaten yürürlüğe konulmuş bir politika olduğunu göz önüne getirirsek, durumun karmaşıklığını anlar ve merkezdeki çatışmayı beslemeye niyetli olsalar bile PKK yöneticilerinin bu politikanın gerektirdiği incelik, dirayet ve esnekliği göstermede ne tür problemlerle karşılaşabileceklerini daha rahat tasavvur edebiliriz.
Gerçekten de zor bir iş. Kürtlerin acı gerçeği şudur ki, Öcalan, Türklerle Kürtler arasında devletin bütün taraflarının asgari rıza gösterdiği bir görüşme trafiği başlayıncaya kadar Kürtlerin boynundaki değirmen taşı olarak kalacaktır. Ama yapılacak bir şey yok. Çünkü PKK, 'iç birliğini korumak' ve 'Türk kapısını açık tutmak' diye adlandırabileceğimiz politikaların bedeli olarak bu değirmen taşını boynuna takmaya 1999 baharında kendisi karar vermiştir. Bunu inanarak mı, yoksa mecbur kaldığı için mi yapmıştır? Bu soruya verilecek cevabın bugünkü sonuç açısından hiç bir önemi kalmamıştır.
Dönelim referanduma. Referandumda nasıl tavır takınılmalı sorusuna cevap aranırken gözetilmesi gereken ikinci koşul, Kürtlerin AKP'nin Kürt politikasını reddettiğini göstermeyle ilgilidir demiştik. PKK-BDP ikilisinin temsil ettiği kanalı sevmeyebilirsiniz, Abdullah Öcalan'dan nefret edebilirsiniz. Fakat bunların hiç biri, Kürtlerin tek bir yapı etrafında birleşmiş oldukları için bugün siyasal ve sosyal planda bir aktör olarak hesaba katıldıkları gerçeğini reddetmenin gerekçesi olamazlar. Birleşmiş halde bir yerde durmak, durulan yer yanlış bile olsa, bazı koşullar altında bazı kazanımlar sağlayabilir. PKK-BDP kanalının durumu da böyledir. İçinde çok çeşitli renkler barındırmakla birlikte, bana göre de -aktüel planda değil ama tarihsel planda- Kürtlerin CHP'sini oluşturan bu kanal, muhalif Kürtlerin ezici çoğunluğunu bir arada toparlayan bir güç olarak son yirmi yıldır bunun çok çok ötesinde bir rol oynamıştır ve oynamaktadır.
“Apocu diktatörlüğün şerrinden hayır mı çıkar?” diyenler olacaktır. Hemen söyleyelim, evet, bazı koşullarda çıkar. Çünkü Kürtler öylesine koşullar altında yaşıyor ki, bu koşullar altında Kürt muhalefetinin mevcut bütünlüğünün bozulmasının tek bir sonucu olacaktır: Türkiye Solu'nun 1980 darbesinden sonra uğradığı akıbete uğramak. Yani küçücük parçacıklara ayrılarak politik ve sosyal planda hiç bir anlam ifade etmeyen grupçuklara bölünerek tasfiye olmak. Kürtlerden liderlerine ilişkin bilinç beklemek, Kürtlerin parçalanıp un ufak olmalarını istemenin gerekçesi olmamalıdır.
İşte bu nedenle Kürtler, referandumda, bütünlüklerini korumayı öne alan ve Kürtleri politik ve sosyal bir aktör olarak tasfiye etmek üzerine kurulu AKP politikasını reddettiklerini gösteren bir tavır takınmak zorundadırlar. Referandumdaki tavrı belirleyen iki koşul bunlardır.
Peki bu iki iş aynı anda nasıl gerçekleştirilebilir?
Böylesine parçalı bir duruma bütünlüklü tek bir taktikle cevap vermek gerçekten zordur. Bu zorluk içinde, konunun anılan boyutlarını göz önünde bulunduran her öneri makbule geçer. Şu öneri de onlardan biridir kanımca: Kürdistan'daki Kürtler Referandumu boykot ederken, Türkiye'deki Kürtler referandumda Evet oyu kullansınlar. Bu taktiğin birinci kısmı, Kürtlerin AKP'nin Kürt politikasını reddettiğini gösterirken; ikinci kısmı, merkezdeki çatışmayı devam ettirecek koşullara katkıda bulunacaktır. Zaten 12 Eylül referandumunun Kürtler açısından, pratik olarak, bu iki konu dışında fazla bir anlamı yoktur. Korkmayın; 12 Eylülle bir şey kaçmıyor, kaçmayacaktır. Kürt sorunu çözülünceye kadar daha çok referandumlar göreceğiz. Yeter ki merkezdeki çatışma sürsün ve yeter ki Kürtler kendi konumlarını dumura uğratmasınlar.
“Böylesini de hiç görmemiştik; aynı anda, nasıl hem Evet, hem de Hayır diyeceğiz?” diye soracak okurlar için de şunu ekleyeyim: Gerçeklik bu kadar kırılmış ve yarılmışken, taktiğin yekpare kalması gerçekten de zorlaşıyor. Öyle görünüyor ki ileride de buna benzer durumlarla karşılaşacağız. Belki de “post modern toplum”un siyasete kattığı yeniliklerden biridir bu. Yaşayıp göreceğiz.
2010-08-06/Stockholm
cemil_gundogan@yahoo.se
Kaynak:www.gelawej.net