-Bugünkü konuğumuz çok değerli yazar-siyasetçi Fuat Önen, konuğumuz olacak.
Tescilli ırkçı, Devlet Bahçeli, bir Ekim'de DEM Partisi'nin meclis grubunun önüne giderek, onlarla tokalaşarak, DEM Partilerle el sıkıştı ve bir hafta sonra da ki yaptığı basın açıklamasında da işi daha da ileriye götürerek: “Abdullah Öcalan üzerindeki, İmralı üzerindeki tecrittin kaldırılmasını ve tabii tek taleplerinin de Öcalan’dan örgütü tasfiye etmesini istiyoruz ve bunu da umut hakkı içinde değerlendiriyoruz.” Devamla Bahçeli: “Biz, bir iç düzenleme yaparak, Öcalan'ın, mecliste konuşmasını sağlamalıyız.” dedi.
Sizce, neden ve birdenbire bu ortaya çıktı? Nedenleri ne sizce? Nasıl görüyorsunuz? Nasıl yorumluyorsunuz bu süreci?
-Şimdi birincisi; bu, böyle bir günde, bir haftada ortaya çıkan bir olay değil. Benim tahminime göre, Ekim 2023’te, Hamas-İsrail çatışmasından sonra, muhtemelen Kasım ayında en geç 2024’ün başında girişimler başlamıştır. Niçin bundan sonra başladı? Çünkü İsrail-Hamas çatışması, bölgesel bir savaş riskini doğurdu.
Her ne kadar küresel aktörler; yani ABD-Rusya hatta bölgesel aktör olarak İran, bu savaşın yayılmasını engellemeye çalıştıysa da hala da çalışıyorlar. Ama savaşı başlatmak kolaydır. Savaş bir kere başladıktan sonra savaşın kendi dinamiği var. Türk Devleti de bu konuda hassastır.
Bölgede oluşan her riskli durumu; savaşı-çatışmayı, Kürdistan üzerinden okur Türk Devleti. Bölgede olası bir de stabilizasyonun Türkiye için bir beka meselesi olduğunu düşünüyorlar. Bu nedenle; ben, yani geçen yılın Kasım ayında ya da bu yılın başında başlayan bir süreç olduğunu değerlendiriyorum. Bize yansıması Erdoğan'ın meclisin açış konuşmasıyla başladı. Orada söyledikleri dikkat çekiciydi: “İsrail'in, Lübnan'dan sonra, göz dikeceği ülke bizim ülkemizdir.” dedi. Ve bir şey daha ekledi: “Bu nedenle, iç cephe’yi güçlendirmemiz lazım.” dedi.
Şimdi doğal gelişim içinde iç cephe'yi güçlendirmenin muhatabının CHP olması lazım. Yani geniş bir milli koalisyon düşünülür. Eğer Türkiye, gerçekten böyle bir İsrail tehdidi altındaysa, Türkiye partilerini hedeflemesi lazım. İç cepheyi güçlendirmenin muhataplarının onlar olması lazımdı. CHP'de bunu önce böyle anladı. Onun için meclise kapalı bir oturum yaptılar. Ama kapalı oturumdan sonra CHP lideri: Bize yeni bir şey söylenmedi.” dendi.
Şimdi Tayyip Erdoğan, hem devlet başkanıdır hem de başkomutandır. Bir ülkede devlet başkanı ve başkomutan, başka bir devletin saldırı tehdidi altında olduğunu söylerse, normalde bunun toplumda ciddi bir yankı bulması lazım. Siyaset erbabında ciddi bir yankı bulması lazım. Böyle olmadı. Çünkü aslında İsrail'in Türkiye'ye dönük doğrudan bir tehdidi yoktur.
Bunu Erdoğan da bilir, Bahçeli de bilir, herkes bilir bunu. Peki, orada tehdit olarak algıladıkları nedir? Algıladıkları şudur: “Eğer Gazze ya da Filistin-İsrail çatışması ya da Hamas-Netanyahu çatışması yayılma istidadı gösterirse ve ABD bu savaşın yayılmasına yol verirse, ilk elde bu savaşın hedefleri Suriye, Irak ve İran'dır. Bu üç ülkede Kürdistan'ın işgalcisi devletleridir. Yakın doğuda; devletler sisteminde, bir destabilizasyon olursa, bu Kürtlerin devletleşmesinin önünü açar.” diye düşünüyor Türkiye devleti. Böyle olduğu için de aslında kastettiği tehdit, Kürdistan'ın devletleşmesidir.
Savaş bölgeye yayılırsa ve her üç devlet destabilize olursa, Türkiye'nin bu savaşta hangi cephede yer alacağı henüz belli değildir. NATO ülkesidir. Avrupa Birliği aday üyesidir. Ama özellikle 2013'ten bu yana kurulan iktidar bloku; bu, üçlü bir iktidar blokudur: “MHP, AKP ve klasik devlet güçleri.” Çoğunlukla derin devlet denilen, devlet güçleridir.
Bu böyle bir tehdit algısıdır. Dolayısıyla muhatabın CHP olması gerekirken, Bahçeli üzerinden muhatabın Öcalan ve Dem Partisi olduğu ifade edildi. Şimdi buradan da anlıyoruz ki Türkiye Devleti'ni tehdit eden Kürdistan'ın devletleşmesi ihtimalidir ve Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesidir. Bu iç cephe çağrısına maalesef gerek Dem Parti gerek birkaç tane legal Kürt Partisi, anında olumlu bir tepki gösterdiler. İşte yeni bir açılım başlayacak, Türkiye demokratikleşecek falan diye tavır belirlediler. Burada planlanan bugünden yarına gerçekleşecek bir açılım süreci değildir. Bu sefer, yani bu; Türkiye Devleti'nin, Kürt siyasetine, bir ölçüde Kürdistan'a doğrudan müdahalesidir. Bunu bir siyasal saldırı olarak da değerlendirebiliriz. Hedef; Yakın Doğu’da, Kürdistan'ın devletleşmesini engellemek, şayet bu engellenemiyorsa, bunu Türkiye'nin dışında tutmaktır. Onun için de Kuzeybatı Kürdistan'daki Kürt siyasetini, iç cephenin bir unsuru haline dönüştürmektir. Şimdi biz devrimciler, ulusal kurtuluşçular, bağımsızlıkçılar Türkiye'deki iç cephenin bir unsuru değiliz, olmamalıyız!
Birincisi, bu iç cephe çağrısı daha çok egemen sınıfların kitleleri kendi etrafında yeniden toparlaması, yeni bir rıza üretmesi amacına dönüktür. Devrimciler buna kökten karşıdırlar. İkincisi, Kürdistan, Türkiye'nin iç cephesi değil, tam tersine karşı cephesidir. Kürdistan Ulusal Kurtuluşları, bağımsızlıkçıları onun için bu iç cephe çağrısının muhatabı olmamalıdırlar.
Biz Türkiye'nin içinde değiliz. Türk Devleti Kürdistan'ın içindedir. Ve Türk Devleti'nin Kürdistan'daki içindeliği işgalci ve jenosidal bir karaktere sahiptir. Böyle olduğu için buna itiraz etmek lazım. Yoksa işte her seferinde olduğu gibi ha gene buradan bir şeyler çıkabilir, biraz rahat nefes alabiliriz gibi oportünist-reformist, siyaset tarzına itiraz etmek lazım. Eğer Erdoğan ve Bahçeli kendilerine bir iç cephe kurmak istiyorlarsa; muhatapları CHP, DEVA, İYİ Parti ve öteki partilerdir. Çünkü Türk Devleti'nin iç cephesi, Türk sistemini savunan partilerle gerçekleştirilebilir. Buna Kürdistanlıları davet etmek, Kürdistan hakikatini ortadan kaldırmaya çalışan bir girişimdir. Bunu reddetmek lazım.
Bunları söyledikten sonra şunu söyleyeyim: “Şimdi, Türkiye'de siyaseti, devlet siyasetini değerlendirirken, iki şeyi birbirinden ayırmamız lazım. Birincisi, iktidarın siyaseti; ikincisi, devletin politik duruşu.”
Her ne kadar Tayyip Erdoğan, son yıllarda bu ikisi arasındaki farkı azaltsa bile, bu ayrımın üzerinden atlamamak lazım. Bunu şunun için söylüyorum: “AKP ve MHP'nin önümüzdeki seçimle ilgili bir takım hesapları olabilir. Yeni anayasa tartışmaları için DEM’in desteğine ihtiyaç duymuş olabilirler. Bunlar, Türk siyasetinin iç meseleleridir. Benim bugün programda tartışacağım, bu Türk siyasetinin iç meseleleri değil.”
Devlet aklıyla yapılan bir operasyondur bu operasyon. Operasyonun hedefi; Kuzeybatı Kürdistan'daki siyasal örgütleri, siyasal mücadeleyi Türkiye'deki iç cephenin bir parçasına dönüştürmektir.
Algıladıkları tehdit de İsrail'in, Türkiye'ye saldırması değildir. Bu zaten söz konusu değildir. Yani İsrail, hem Gazze'de, hem Hizbullah'a karşı Lübnan'da, aslında yavaş yavaş teklemeye başlamıştır. Yani, karadan Lübnan'a girişi başaramadılar.
Bir yıldan fazla bir süredir hala Gazze'deki çatışmalar devam ediyor. Böyle bir durumdayken İsrail'in Türkiye'ye saldırması ya da saldırma hedefi olması akla ziyandır. Öbür taraftan; İsrail, Orta Doğu'daki ABD'dir ve NATO tarafından desteklenmektedir. Türkiye de bir NATO ülkesidir.
Böyle düşünüldüğü zaman da İsrail'in Türkiye'ye dönük bir saldırısı ya da savaş açması akla ziyandır. Gerçekte böyle bir şey yoktur. Bunu hem Türk kamuoyunu, hem de Kürt siyasetini, iç cepheye çekmek için planlıyorlar. Şimdi bu; bu seferki saldırı, 2012-13-15’teki saldırıların benzer yanları olmakla beraber, farklılıkları da var.
Bu sefer Kürdistan'ın diğer parçalarını da hedeflemektedir Türkiye. Yani öyle gözüküyor ki Güneybatı Kürdistan'daki oluşumu; ya Esad'ın ordusunun bir parçası haline getirmek, eğer bu mümkün olmasa Türkiye'nin himayesine almaya çalışacaklardır. Güney Kürdistan'a dönük ayağı, henüz netleşmiş değildir. Güney Kürdistan'daki seçimlerden önce Bölge Başkanı Nêçîrvan Barzani'yi, Ankara'ya çağırdılar.
Çok büyük olasılıkla bunu da tartıştılar. Güney Kürdistan'daki siyasal aktörlerden buna dönük bir açıklama yapılmadığı için henüz bilmiyoruz. Ancak birkaç yıllık olacağı varsayılan bu projenin hedefinde; doğrudan, Kürdistan'ın üç parçası var ve eğer savaş İran'a yani ABD eliyle İran'a kadar genişletilirse, ben; onu, şu anda çok güçlü bir ihtimal olarak görmüyorum. Doğu Kürdistan'la ilgili de projeleri var.
Şimdi şu ana kadar gelişen olaylarda benim anladığım; geride bıraktığımız sekiz ay, dokuz ay, bir yıllık süre içinde, İmralı'yla Kandil arasında görüşmeler sürmüştür. İmralı'yla Rojava arasında da görüşmeler sürmüştür. İmralı'yla Avrupa arasında da görüşmeler sürmüştür. Ancak öyle gözüküyor ki bu görüşmelerde henüz çözülemeyen bazı sorunlar var.
Bunun içinde Erdoğan doğrudan çıkmamakta, Devlet Bahçeli üzerinden saha yoklaması yapmaktadır. Eğer İmralı üzerinden Kandil ve Rojava'yla Avrupa kanadıyla olan sorunlar çözülürse ya da çözülme ihtimali belirirse, ancak o zaman Erdoğan piyasaya çıkacaktır. Dolayısıyla Devlet Bahçeli'nin gayr-i ciddi yaklaşımlarını, bir tarafa bırakıp, Türk Devleti'nin Kürdistan'ın tüm parçalarına dönük bir siyasal saldırısı olduğunu anlamamız ve buna karşı Kürdistani devrimci bir tutum almamız gerektiğini düşünüyorum. Geride bıraktığımız 15 günlük sürede, Kuzeybatı Kürdistan'daki Kürt partilerinden; sadece DEM’den değil, DEM dışı legal Kürt partilerinden de gelen sesler, böyle bir devrimci yaklaşımdan uzak olduklarını göstermektedir.
Umut ediyoruz ki hiç olmazsa yakın tarihten dersler alınır. Şimdi bir diğer nokta da şudur: “Bu projenin esas nedeni, Türkiye'deki iç siyasal çatışmalar değildir. Ya da PKK'nin, Türkiye ve Kuzeybatı Kürdistan'da, Türk devletini zorlaması sonucu oluşmuş bir şey de değildir.”
Daha çok yani iç siyasetle ilgili bazı hesaplar olmakla beraber, daha çok dünya ve bölgedeki savaş durumuyla ilgilidir. Aslında 2012’de başlayan İmralı süreci de Suriye'deki savaşla ilgiliydi. Ve o zaman İmralı’dan beklenen, İmralı'nın hem Kandili hem Batı Kürdistan'daki güçleri, Türkiye ile ittifaka zorlaması, Esad karşıtı bir cephe oluşturmasıydı. Bunun içinde maalesef, yine Kürdistan yönetimi de vardı.
Fakat bu süreç; 2013'te, Mısır'daki darbe ile bozuldu ve PKK ile Rojava'daki güçler, Türkiye cephesine geçmediler. İran; Arap-Suriye cephesinde kalmakta ısrar ettiler. Şimdi de bu, önce Erdoğan'ın, sonra Bahçeli'nin açıklamalarıyla başlayan ve henüz Kürt tarafına hiçbir ciddi proje önermeyen bu saldırıda, dünyadaki ve bölgedeki gelişmelerle ilgilidir. Kısaca bu bölümü de özetleyip nokta koyayım.
-Lütfen.
-Evet. Şimdi günümüzde yaşadığımız Üçüncü Dünya Savaşı’dır. Birinci Dünya Savaşı’nda ve İkinci Dünya Savaşı’nda; Kürtler, devletleşme fırsatını kullanamadılar. İyi değerlendiremediler.
Çok yoğun bir baskı altındaydılar. Dünya nizamı ve bu nizamın dayandırıldığı devletler sistemi, Kürtlerin devletleşme hakkını gasp ettiler. Bu Üçüncü Savaş diğer iki savaştan farklıdır: “Cepheler çok açık değildir, kaygan bir zeminde gelişmektedir ve batılı güçler, kendi aralarında savaşmamaktadırlar.”
Dünyanın süper güçleri, doğrudan karşı karşıya gelmekten kaçınıp; dünyanın, neredeyse Avrupa dışındaki her tarafında, bir savaşı sürdürüyorlar. Yani bu önce Balkan cephesiyle başladı. Sovyet sisteminin çözülmesi üzerinden -işte oradan- on altı tane devlet çıkarıldı. Orası düzenlendi.
Sonra Afganistan'a kaydı. İşte Irak'a geldi, Suriye'ye geldi, Libya'ya gitti, Tunus'a gitti, Mısır'a gitti. Bütün bu alanlarda, dünyanın bütün önemli emperyalist güçleri savaş halindedirler. Ama kendileri doğrudan savaşmak yerine, üçüncü taraflar üzerinden savaşı sürdürmektedirler.
Yani bugün; Batı Kürdistan'da ve Suriye'de, Amerika Birleşik Devletleri var, Rusya var, İran var, Türkiye var, İngiltere var, Fransa var yani neredeyse bütün dünya, Suriye'nin içinde. Bütün dünya, Lübnan'ın içinde, bütün dünya Güney Kürdistan'ın içinde, Irak'ın içinde, Libya'nın içinde. Yani bu Üçüncü Savaş’ın önemli bir özelliği; 1919 ve 1945'te kurulan nizamların dağılmış olması ve şu anda dünyanın yeni bir düzen peşinde olmasıdır. Yeni dünya düzeni dedikleri şey, -girişte senin belirttiğin gibi- aslında bir yenidünya düzeni yok.
Bir yeni dünya düzeni oluşturmak için sürdürülen, bir Üçüncü Dünya Savaşı var. Şimdi, bütün büyük savaşlarda, birkaç tane temel mesele var. Birincisi, egemenlik kavgasıdır. Dünyada kimin hegemon olacağına karar vermek kavgasıdır. Dünyayı yeniden paylaşmak hedefidir. Ve yine bütün dünya savaşlarında, enerji kaynakları ve enerji yolları savaşın temel hedeflerindendir. Çünkü savaşan güçler, enerji kaynaklarını ve enerji yollarını kontrol altına alabildikleri ölçüde, dünyada hegemonya sağlayabilirler.
Kürdistan tarih boyu, enerji yollarının kavşağındadır. Hem enerji kaynağıdır hem de enerji yollarının kavşağındadır. Son dönemde iki tane büyük enerji yolu projesi var: Biri, Çin'in sürdürdüğü bir kuşak, bir yol projesi, ona ipek yolu projesi deniyor. Diğeri, ABD ve Hindistan'ın, İsrail üzerinden Akdeniz'e açılan baharat yolu projesidir.
Şimdi bu savaş, bölgedeki devletler sistemini destabilize ederse, Kürdistan'ın devrim dinamikleri ayaktadır. Ve bu savaşta, Kürdistan devrimiyle Kürdistan devletleşecektir. Türkiye'nin esas korkusu budur.
Türkiye her iki projenin de dışında kalmıştır. Yani İpek Yolu Projesi'nin de Baharat Yolu Projesi'nin de dışındadır. Bunu engellemek için bir kalkınma yolu projesi oluşturdular. İşte Irak'la görüştüler, Katar'la görüştüler. Bu sefer de Güney Kürdistan'ı baypas etmeye çalıştılar.
Bu da yürümedi. Dolayısıyla Kürdistan siyaseti; bölgeye-dünyaya, bu bakış açısıyla bakmalıdır. Bu yeni proje; yani bu yeni projenin arka planı, esas olarak budur.
Kürt tarafı şundan vazgeçmelidir; işte, zindandakiler serbest bırakılsın. Zaten Türk kanunlarına göre zindandakilerin büyük çoğunluğunun serbest bırakılması lazım. Avrupa mahkemelerinin kararına göre Öcalan'ın serbest bırakılması lazım. Umut hakkının tanınması lazım.
İşte Kürtçe bazı yerlerde öğrenim dili olmalıdır. Bu taleplerle bu devasa savaş alanında, siyasal aktör olmanın imkânı yoktur. Siyasal aktör olmak, devletleşme hedefiyle Kürdistan devrimini programatize etmekle mümkündür. Bu oyunu bozacak olan da Kürdistanlı bağımsızlıkçılar ve devrimciler olacaktır.
Yoksa mevcut siyaset sınıfı artık Kürdistan devriminin önünde bir engel haline gelmiştir. Devasa bir Kürdistan devrimini savunmak yerine; işte zindandaki şu bırakılsın, bu bırakılsın. İşte böyle olursa bizi de biraz rahatlatır. Yok, kayım atanmaz. Bu, Kürdistani siyasi partilerin, Kürdistani devrimcilerin programı olamaz diyorum ve burada bırakıyorum sana sözü.
-Kürdistan devrimi dediniz. Önemli bir noktaya vurgu yaptınız. Hafta içerisinde Mazlum Abdi’nin yaptığı bir açıklama vardı. Şey dedi işte: “Kobani direnişinde; karşı devrim güçleri, Kobani'ye saldırdığında, Kobani direnişinde, bütün partilerimiz, Güney Kürdistan'da ve Diasporada ve Kuzey’de çok güçlü bir katılım ve destekleriyle biz, orada(Kobani’de) çeteleri yenilgiye uğrattık.” dedi.
Şimdi sizin tanımınıza uygun olarak, bu önümüzdeki süreçte, Kürdistan devrimi ayağa kalkacağına göre Kürdistan bölgeleri arasında, güçlü bir ittifakın ortaya çıkma ihtimali var mıdır bu süreçte? Olabilir mi?
-Böyle bir ittifak olmalıdır. Çıkacak mıdır, çıkmayacak mıdır bilmiyorum. Şu anda egemen siyasal anlayış, Kürdistan devrimini programatize eden bir anlayış değildir. Bir, dar parçacıdırlar. İki, merkezi iktidar, devletleşme hedefinin güçlü olması gerekirken, daha çok alt-iktidar, parti iktidarları anlayışı egemendir. Ancak, savaş değiştiricidir. Umut edilir ki Kürdistan'daki egemen siyaset sınıfı bunu algılayabilsin. Ve parti iktidarlarını ya da mevcut devlet sınırları içindeki çözümü aşıp, Kürdistan Devrimi'nin programında anlaşabilmeleridir.
Çünkü ittifak var, ittifak var! Yani eğer, mevcut devlet sınırlarını temel alan; işte, bu devletlerin demokratikleşmesini hedefleyen ya da kültürel özerklik talebinde bulunacak bir ittifak, Kürdistan Devrimi'nin önünü açmak yerine, önünü kapatan ittifaklar olur. Dolayısıyla biz ittifak çağrısı yaparken, bunun ancak Kürdistan Devrimi'ni düşünerek, Bağımsız Birleşik Demokratik Kürdistan hedefiyle öne sürmeliyiz. Yoksa yani; eğer Kuzeybatı Kürdistan'daki siyasal partilerimiz, başta DEM olmak üzere, Erdoğan'ın: “İç cepheyi güçlendirelim.” çağrısına uyarlarsa ve bunun üzerinde bir ittifak oluşursa; bu ittifak, Kürdistan devrimini engellemeye dönük bir ittifak olacaktır.
Rojava'da temel problemimiz, artık Kürdistan teritoryasının değil, Kuzeydoğu Suriye teritoryasının hedeflenmesidir. Bu çok ciddi bir handikaptır. Güneybatı Kürdistan'da demografik yapı önemli ölçüde aşındırılmıştır. Kuzeydoğu Suriye denilen yer, 8-9 milyon civarında insan barındırır ve bu bölgede yaşayan Kürtlerin sayısı, bir buçuk milyon civarındadır.
Dolayısıyla; yani, Mazlum Kobani'nin, öncelikle Güneybatı Kürdistan'ı, Kuzeydoğu Suriye içinde eritmekten vazgeçmesi beklenilir. Ve Türkiye tarafından gelecek Suriye ordusunun bir parçası olmak veya Türkiye'nin himayesini kabul etmek seçeneklerini red ederek, gerek Güney Kürdistan'la, gerek Doğu Kürdistan'la, gerek Kuzeybatı Kürdistan'daki devrimci çevrelerin birliğini sağlamaya çalışmalıdır. Yoksa geçen seçimlerde görüldüğü gibi Mazlum Kobani, Kürdistan Demokrat Partisi'ne karşı, YNK'yi desteklerse; bu, Kürdistan devrimini önünü açan bir tutum değildir. Yani esas mesele, Kürdistan meselesidir.
Bu, Kürdistan meselesinin, Türkiye'ye taşmış hali olarak, bir Kürt meselesi vardır. Türk Devleti'nin maksimum programı; bu Kürdistan meselesini, Kürt meselesine dönüştürmek, Kürt meselesini de Kürtçe meselesine dönüştürmektir. Oysa Kürdistan meselesi, dünyadaki bütün diğer milli meseleler gibi toprak ve iktidar meselesidir.
Şimdi, bu Ankara'daki patlama da önemliydi. Yani Güneybatı Kürdistan'la ilişkisi bakımından önemliydi. Ben bu patlamanın doğrudan Bahçeli ve Erdoğan'ın yeni açılımlarına karşı bir eylem olduğunu düşünmüyorum. Çok muhtemelen daha önceden planlanmış bir eylemdir. Ancak Türk Devleti'nin buna karşı tepkisi, bir gecede Güneybatı Kürdistan'da, 32 noktayı bombalaması, 8-10 kişi arasında insanın ölmesi, onlarca da yaralanan olmasıydı.
Bu saldırı, sadece askeri hedeflere dönük bir saldırı değildi. Elektrik istasyonları, petrol istasyonları hatta hastaneler, bu saldırıların hedefiydi. Aynı şekilde Güney Kürdistan'a dönük de saldırıları devam etti.
Öyle gözüküyor. Dün gece Gare bölgesine topçu atışları ve havadan bombardımana başlamışlar. Yirmi yedi tane saldırıdan söz ediliyor. Bunu da doğru anlamamız lazım. Biliyorsun, eskiden savaşlarda hala devam eden bir taktiktir bu. Topçu atışı, sahayı yumuşatmak içindir. Yoğun bombardıman da böyledir. Yani İsrail'in; Lübnan'da, Filistin'de yaptığı o’dur. Zemini yumuşatma hareketidir.
Buradan Güneybatı Kürdistan'a Mazlum Kobani'ye verilen mesaj şudur. İmralı'dan kotaracağımız projeye itiraz etmeyin. Yoksa sizi yaşatmayız. Gare’ye dönük operasyonda da aynı mesaj verilmektedir.
Dolayısıyla savaş mantığıyla artık; yani, savaşın eski tanımı geçerlidir: “Savaş, siyasetin zor araçlarıyla sürdürülmesidir.” Kürt-Kürdistani siyasetin de, bölgede ve dünyada, olup bitenleri bu mantıkla izlemeleri ve bu mantıkla değerlendirmeleri lazım. Burada işte barışıl çözüm, burada birbirini ikna etmek-uzlaşmak ggibi argümanlar; Kürtleri, fikri açıdan silahsızlandırmaya yol açar.
Dünyada süren bir 3. Dünya Savaşı var. Kürdistan; bu savaşın, yakın doğu cephesinin merkezi ülkesidir. Her dört parçasıyla savaş halindedir.
Bunları bence böyle değerlendirmek lazım.
-Peki, hocam, değindiniz ama Hamit Baldemir şöyle soruyor, size diyor ki: “Peki, Kürdistan bağımsızlıkçıları; bu durumda, bu oyunu bozmak için ne yapmalıdır? Somut öneri veya projeniz var mı? Varsa nedir?” diye soruyor. Kısaca değinirseniz.
-Yapılması gereken, Kürdistan devrimcilerinin ciddi bir devrimci örgütü oluşturmaya çalışmalarıdır.
-Evet.
-Bunu gerçekleştirinceye kadar devrimci duruşlarından asla taviz vermemeleridir. Yani şu anda bizim, gündemi değiştirebilecek, ortalığı dağıtabilecek, ne bir temsil kabiliyetimiz, ne bir kitlesel gücümüz var. Ama bir duruş gücümüz var. Devrimci duruşu öne çıkarmamız lazım.
Ve bu devrimci duruş etrafında örgütlenmeye hız vermemiz lazım. Kürdistan'daki bütün diğer siyasal grupları çok sert eleştirsek de bu devrimci duruşa davet etmemiz lazım. Yani siyasal birlik temelinde eleştirilerimizi yönetmemiz lazım. Asla duruşlarımızdan, ilkelerimizden vazgeçmememiz lazım.
Benim, bizim durduğumuz yerde, şu eski düstur hala geçerlidir: “Ya devrim, savaşı önler ya da savaş, devrime yol açar.” Şu anda bu dünya savaşını sürdüren devletlerde güncel bir devrim beklemiyorum ben. Amerika Birleşik Devletleri'nde, İngiltere'de, Fransa'da bölgedeki üç emperyal güç; İsrail'de, İran'da, Türkiye'de böyle güncel yani güncelleşen bir devrim beklentimiz yok.
Bu, bundan sonra olmayacak anlamına gelmez. Ancak, benim gördüğüm kadarıyla: Bölgede ve belki de dünyada, devrimci dinamiklerin en fazla faal olduğu ülke Kürdistan'dır. Maalesef; egemen siyaset tarzı, egemen siyaset sınıfımız, bu gerçekliğin uzağındadır. Ama doğrular inatçıdır ve biz de bu doğruları inatla savunmaya, bütün diğer grupları da bu duruşa çağırmaya devam etmeliyiz. derim.
-Peki, hocam tam da bu noktada da şunu sormak istiyorum: “İsrail meselesine değindiniz ama bir tarafında, şimdi özellikle Türkiye Cumhuriyeti ve onun ideologları, onların etkisi altında olanlar, bu dönemde Kürdistan'ın devletleşmesinin ikinci bir İsrail olacağı gibi saçma sapan bir propaganda yapıyorlar. Bu konuda ne söylemek istersiniz?”
-Tabii önce, birinci İsrail'in neresi olduğunu anlamamız lazım. Türkiye Cumhuriyeti Devleti birinci İsrail'dir. Türkiye Cumhuriyeti'nin; akıl hocaları, ideologlarının önemli bir kesimi, Yahudi kökenlidirler. Ve dünyadaki tüm Yahudiler, Mustafa Kemal'i ve Türkiye Cumhuriyeti'ni, kendilerinin kabul etmektedirler.
Dolayısıyla; bunu söyleyen Türk siyaset erbabı, önce bir bu birinci İsrail'le hesaplaşmaları lazım. İkincisi, 1948’den-1991’e kadar; bölgede, dünyada, İsrail'in en güçlü stratejik ortağı Türkiye'dir: “Askeri, ekonomik, siyasi.” Bizler, 60'lı 70'li yıllarda, Filistin'in devrimci mücadelesini savunurken, Türkiye'deki bütün sağcılar ve Türkiye Devleti, bize karşıydı. Türkiye Cumhuriyeti ile İsrail arasındaki ilişkilerin bozulmasının nedeni, Kürdistan'dır.
Sovyetlerin çözülmesinden sonra Türk Devlet aklı alarme oldu. 1. Körfez Savaşı'ndan sonra, uçuşa yasak bölge ilanında sonra, işte: “ABD, Batı ve İsrail'i, Kürt devleti kurmaya çalışıyorlar.” dediler. 2002'den 2013'e kadar, ABD patronajında oluşturulan AKP iktidarları, İsrail'in stratejik müttefikleri idiler.
2013'ten bu yana, özellikle; Fethullah cemaatiyle AKP arasındaki çatışmalardan sonra, -bir de daha önemli olarak- Mısır'daki Sisi darbesinden sonra, Erdoğan, İsrail mühipliğini bırakıp; bu sefer, klasik devlet güçleri ve MHP ile beraber, İsrail karşıtı bir propaganda geliştirdiler. Bu propaganda daha çok iç kamuoyuna dönüktü. İsrail’in, çelik ithalatinin önemli bir kaynağı Türkiye'dir ve geçen seneye kadar bu sürmekteydi. Hala Türkiye ile İsrail arasında, üçüncü devletler üzerinden, ticaret yürütüldüğü, Türkiye'deki siyasal partiler tarafından iddia edilmektedir.
Geçen hafta, İstanbul'da düzenlenen bir fuarda, İngiltere'nin İsrail'e silah ihtiyacını karşılayan bir şirketi de katıldı, orada bir gazeteci: “Bunların burada ne işi var?” derken de onu yaka paça polisler dışarı attı. Dolayısıyla; Kürtleri-Kürdistan'ı, ikinci bir İsrail olarak niteleyenler, alçaktırlar! Kendi gerçekliklerini gizleyip, on yıllarca İsrail mühipliklerini gizleyip: “Orada ikinci bir İsrail kuruluyor.” demektedirler.
Şimdi Kürdistan'la İsrail arasında, kurulacak olan Kürdistan Devleti'yle kurulan İsrail Devleti arasında, bir paralellik, bir benzerlik de yok. Kürtler hala, Kürdistan'ın çoğunluğunu oluşturan bir millettir. Oysa Filistin'de İsrailliler, yani İsrail diye bir bölge yok zaten. Orası Filistin'di. Orada Araplar da vardı, Hıristiyanlar da vardı, Yahudiler de vardı.
1948’de, ABD ve Sovyetler Birliği'nin uzlaşmasıyla kurulan bir devlettir İsrail Devleti. Daha sonra; bu, ABD'nin, bölgedeki esas müttefiki haline dönüştü ama hala Britanya'nın, Fransa'nın, diğer batılı devletlerin de İsrail hamiliği devam etmektedir. Kürdistan böyle bir yer değil. Bize, ikinci İsrail diye saldıran, egemen Türk ideologları ve siyasetçileri, önce bu birinci İsrail'le hesaplaşsınlar; sonra eğer olacaksa, üçüncü İsrail diyebilirler Kürdistan. Ama önce, birinci İsrail'le hesaplaşmaları lazım.
-Evet. Zaten hocam, ilk Osmanlılardır, Yahudilere o bölgede, Filistin toprakları üzerinde, toprak satanlar. Onun için siz de izah ettiniz.
Şimdi hocam, bize ayrılan sürenin yavaş yavaş sonuna doğru geliyoruz. Ama şimdi Kürdistan dedik. Doğu Kürdistan, Rojava, Kuzey. 20 Ekim'de de Güney Kürdistan'da bir seçim oldu. Bu seçimi nasıl değerlendiriyorsunuz? Gözlemleriniz nedir?
-Doğrusu ben bu seçimlerde katılma oranının çok daha düşük olacağını varsayıyordum. Yani %50 hatta %50'nin altına bile düşebileceğini sanıyordum. Ancak, YNK ve PDK, birbirlerine çok ağır saldırılarda bulunarak, kitleleri mobilize etmeyi başardılar. Ve %70'in üzerinde bir katılım oranından söz ediliyor.
Her iki partinin de otuz yıldan sonra, bir muhasebe çıkarmaya ihtiyaçları var. Mesut Barzani’nin, seçim kampanyasının başında söylediği sözleri var: “Bir tek parlamento, bu parlamentoyu kutsal hale getireceğiz, önemli kılacağız, işleteceğiz.” dedi. “Tek bölge, yani Güney Kürdistan teritoriyası tek bölge olacak.” dedi.Tek askeri güç, yani Birleşik Peşmerge Ordusu ve her türlü yasa dışı işlere karşı, ciddi bir mücadele”. Şimdi bu her dört madde, yıllardan beri, Güney Kürdistan dostları, Kürdistanlı devrimcilerin, onlardan bekledikleri şeylerdi. Ama Mesut Barzani şunun cevabını vermedi. Bu bölgede 12 yıl başkanlık yapmış biri olarak, 30 yılda, niye bunu sağlayamadılar? Bunda kendi mesuliyetleri nedir?
Bu yapılmadan, Güney Kürdistan'da, bizim beklediğimiz ölçüde bir ilerleme olmasını mümkün görmüyorum. Bu birincisi. İkincisi; yani, büyük olasılıkla yeni hükümet, yine YNK ve PDK'den oluşacak. Hiç olmasa bu sefer, önemli kadrolarını parlamentoya keşke gönderselerdi, göndermiyorlar. Parlamentoya, önemsiz kadrolarını gönderiyorlar. Çünkü parlamentoyu işletmiyorlar. Yani bu partilerin merkez komitesindekileri parlamentoya gitmiyor.
Parlamentoyu aktive etmeleri lazım. Kurulacak hükümetin bir ulusal programının olması lazım. Bir tarafın Türkiye'yle öbür tarafın İran'la ilişki kurmasına son vermelidirler. Eğer bu devletlerle reel politik zorunluluklardan dolayı ilişki kurmak gerekiyorsa, ikisi birden ulusal bir politika ile ilişki kurmaları lazım.
Çünkü Türkiye ve İran, kendi aralarındaki çekişmeyi, bizim üzerimizden sürdürüyorlar. Yani PDK daha çok Türkiye'ye yakın bir siyasal konumlanmada, YNK, PKK ile beraber daha çok İran'a yakın bir konumlamada. YNK ve PDK'nin, artık bunun böyle yürümeyeceğini anlamalarını bekliyoruz. Yani bir ulusal ekonomi, bir ulusal politika, bir ulusal dış politika ve Kürdistan'ın diğer parçalarına ilişkin devrimci bir duruş gerekli bize.
Bunlar yapmazlarsa, bunları yapacak bir devrimci örgüt çıkacaktır. Çünkü: “Kürdistan'ın devrimci dinamikleri; devletleşelim, Kürdistan devrimini gerçekleştirelim!” diye bağırıyor. Bunlar; bazen Irakçı, bazen İrancı, bazen Türkiyeci siyasetlerle, bugüne kadar geldiler ama bence artık bunun sonu gelmiştir. Ya bunu fark edip, uygun bir politik zemin oluştururlar ya da eninde sonunda Güney Kürdistan halkı, direngendir. Yüz yıllık bir direniş geleneğine sahiptir: “Bu ulusal çıkarlara ters politik partileri, tasfiye edeceklerdir.” diye düşünüyorum.
-Peki, hocam teşekkürler ama bizi bu saate kadar sabırla dinleyen, yorumlarıyla, -siz de daha sonra okuyacaksınız- beğenileriyle bize güç veren, omuz veren bütün izleyicilerimize teşekkür ediyoruz. Bir ricamız var. Lütfen Denge Kürdistan'a abone olun ki bu sesleri daha geniş kitlelere yayabilelim. Hocamızın söylediği gibi Kürdistan Devrimi yolunda önemli adımlar atabilelim.
Bir büyük teşekkür de sevgili hocamıza. Değerli hocam, çok kıymetli, değerli, yol gösterici, öğretici bir program oldu. Size de bize zaman ayırdığınız için teşekkür ediyoruz. Yeni programlarda birlikte olmak umuduyla saygı ve sevgilerimizle sizleri uğurluyoruz.
-Ben de çok teşekkür ediyorum ve o düsturu tekrarlıyorum: “Ya devrim, savaşı önler ya da savaş, devrime yol açar.” Kürdistanlı devrimciler, bunu çok iyi anlamayıp, buna göre hazırlanmalıdırlar. Denge Kürdistan'ın da giderek daha çok Kürtçe programlar yapmasını diliyorum.
Kürdistanlılara Türkçe hitap etmek durumunda kaldığımız için de mahcubuz. Herkese selamlar, sevgiler, başarılar diliyorum. Çok teşekkür ediyorum.
-Biz teşekkür ederiz.