Anti sömürgeci olmak mı, Türkiye’nin muhalif hareketi olmak mı?
Nurullah Timur: Cumhur ittifakı'nın içerisinde bir MHP var. Millet ittifakının içerisinde de İYİ parti var.İYİ parti bu son hafta tavrını açıkladı. HDP bu sistemin dışında kalmalıdır, dedi. Yani, Kürt partisi değil, Kürtlerin oy verdiği bir partiye karşılar. Yoksa sorun orada değil, orası bir Kürt partisi değil, zaten HDP kendisi söylüyor. Ben Türk partisiyim diye. Kürtlerin oy verdiği bir partiye bile henüz Türkiye'de bir tahammülün olmadığını görüyoruz. Şimdi böyle bir konumda, mesela biz geçen hafta, Sayın Mesut Tek’i ağırlamıştık. Mesut Tek şöyle bir şey söylemişti: Demişti, bazen tercihler İyi ile kötü arasında olabilir. O zaman iyi tercih edebiliriz. Bazen de tercihler kötü ile daha kötü arasında olabilir. O zaman da tercihimize ona göre yapabiliriz. Şimdi bu, Cumhuriyet ittifakı, Millet ittifakı, HDP nin tavrı, kayyumlar, bunlarla ilgili ne derssiniz?
Fuat Önen: Şimdi orada temel mesele şudur: Kürt siyaseti, Kürdistani siyaset, Türkiye'nin muhalif bir hareketi midir? Yoksa, Türkiye'ye karşı bir hareket midir? - Burada kararlı olmak, açık olmak lazım. Bize göre, Kürdistani siyaset, Türk devletinin Kürdistan'daki varlığına son vermeye çalışan ve Kürtlerin devletleşmesini gerçekleştirmeye çalışan, bir siyasi harekettir. Türkiye'deki bir muhalif hareket değildir. Esas sıkıntı burada da bu pozisyonların karıştırılmasından ya da bilerek karıştırılmasından geliyor.
Şimdi karşımıza iki cephe var. Biz kürdistan'dan baktığımız zaman, bu iki cephenin önce ortak özelliklerine bakarız. Bu iki cephe de Kürdistan'daki işgali sürdürmeye kararlı, zamana yayılan jenosidi farklı biçimler ile de olsa sürdürmeye kararlı, iki cephedir. Yani aslında, tek cephedir.
Kürdistan meselesi bakımından, buraya baktığımızda, aslında ortada iki cephe yok. Bir tane cephe var. O da Kürdistan'daki işgali ve zamana yayılan jenosidi sürdürmeye çalışan, siyasi partilerden oluşmuş iki ayrı kümedir. Ama tek cephedir. Kürdistan'dan baktığımızda, Kürdistan meselesi üzerinden baktığımızda, benim gördüğüm budur.
Şimdi, tercihimiz iyi ile kötü arasında değil de kötü ile daha kötü arasındadır. Tabii herkes kendi siyasal pozisyonuna; teorik, ideolojik gerekçeler bulabilir. Ancak, bizim şuna bakmamız lazım; yani, 1950'den bu tarafa 70 yıllık bir parlamenter sistemden söz ediyoruz ve Kürtler, kanaat önderleri üzerinden, siyasal partileri üzerinden, bu seçimlere katılmıştır. 50-60 arasında Demokrat Parti’yi çoğunlukla desteklemişlerdir. Örneğin 27 Mayıs Anayasası denilen, anayasaya karşı oylar, daha çok Kürdistan'da çıkmıştır ve Kürdistan'da bu itirazın sloganı da “Hayırda Hayır Vardır.” şeklindeki bir slogan idi. Daha sonra; işte, 70-80 arası döneme bakıyoruz, Cumhuriyet Halk Partisi desteklenmiştir. Kötünün iyisi olarak, ya da daha az kötü bir siyasi parti olarak, Cumhuriyet Halk Partisi desteklenmiştir. Kürdistan'ın dağlarına taşlarına “Karaoğlan Geliyor.” diye devrimcilik adına yazılar yazılmış, sloganlar döşenmiştir. Sonra, Özal desteklenmiştir. Özal, “Bende de Kürtlük olabilir.” demiş. Yani sanki işte, astımdan söz ediyor, “hani bende de biraz astım var.” der gibi, bende de Kürtlük var demiş. Şimdi bunun çok büyük bir aşağılama olduğunu görmeyen, Kürt okumuşları, Özal'ın Kürtlerden yana bir tutum aldığına dair bir işareti olarak görmüşler ve daha az kötü olan Özal'ı desteklemişler. Sonra sahaya SHP çıkmış, SHP desteklenmiş. Bu arada bir parantez ile 71 öncesi TİP deneyimimiz de var. Onu bunlardan farklı bir yere koyup, doğruluğunu yanlışlığını, ayrıca tartışmak lazım. Ondan sonra Erdoğan desteklenmiştir. Erdoğan 2005'te, “Kürt sorunu vardır, bu benim de sorunumdur.”demiştir. Kürt okumuşları, bunda da çok büyük bir nimet görmüşler, daha az kötü olmak bir tarafta, bunun iyi bir şey olduğunu, söylemişler.
Şimdi Türkiye'deki muhalif bir hareket olarak düşünmeye başladığınız zaman, Mesut Bey'in söylediklerini anlamak mümkündür. Ama Kürdistan'dan baktığımız zaman, bu siyasal tutumumuza gerekçe olamaz, olmamalıdır. Burada bir tane kötü var, Türk devletinin Kürdistan'daki İşgalci-jenositçi varlığıdır. Bu kötüdür. Bu kötünün şu ya da bu versiyonu, bizim destekleyebilececeğimiz, bizim hoş görebileceğimiz, bir şey değildir. Bizim kötülüğümüz ,kötü gördüğümüz budur. Bu devlet Kürdistan'dan çıkmalıdır.
Şimdi Türkiye'de bu devlet Kürdistan'dan çıkmalıdır, demek bir yana Kürtlerin ulus-ülke hakikatini kabul eden, bir siyasi parti var mıdır? Yani bazı sol partilerin programında bu var, ama onun dışında, Türk siyaseti olarak baktığımız zaman böyle bir eğilim var mıdır?
-Yoktur. Böyle baktığımız zaman, Türk siyasetinde zaten demokrat bir parti yoktur. Yani hem jenosidi savunacaksan hem demokrat ve sosyal demokrat gözükeceksin ve Kürt siyaseti de “Yav sosyal demokrasi liberal demokrasiden iyidir.” ya da “Sosyal demokrasi, faşizmden daha az kötüdür.”deyip, onun peşine sürüklenecek. bu Kürdistani bir tutum değildir.
Burada temel mesele şudur; ben, birkaç konuşmamda, yazımda ona işaret ettim. Kürt siyasal hareketinde, çok ciddi bir “Kırılma Noktası” var: Bu 1945’tir. O zamana kadar, Kürdistan'daki siyasi örgütler, dünyadaki bütün diğer ezilen ulusun siyasi örgütleri gibi ayrılıkçıydılar. Programları ayrılıkçıydı, talepleri ayrılıkçı idi. Ama 1945’te Sovyetler Birliği’nin de etkisiyle, Kürdistan Demokrat Partilileri kurulmaya başlandı ve Kürt siyaseti, ayrılıkçı olmak siyasi tutumundan vazgeçti. Ayrılıkçı tutumu geri çekti. Bunun yerine, mevcut devletler içindeki, çözüm konseptlerini ürettiler. Biliyorsunuz, 1945'ten neredeyse 1990'a kadar Kuzey-batı Kürdistan'daki 70-90 parantezini hariç tutarsak, Kürdistani siyaseti içindeki temel tarz-ı siyaset, otonomist siyaset tarzı idi. Sadece ayrılıkçılığı bir tarafa bırakmadılar, Kürdistan'ın Birliği meselesini de geri çektiler. Parçacı bir çözüm anlayışı, egemen oldu. Parçacı bir çözüm anlayışına yöneldiğin zaman da bunun çözümü; işte, o devletin mevcut sınırları içindedir.
Şimdi, 90’dan bu yana otonomizm, federalizme evrildi. Güney Kürdistan'daki deneyimin de etkisiyle, özellikle 2000'li yıllardan sonra. Ama, PKK ve çevresinde tam tersi bir huruç hareketi başladı. Ayrılıkçılıktan, federalizmi, otonomizmi de bir kenara bırakarak Türkiye'yi demokratikleştirmek gibi abuk sabuk bir Paradigmaya yönelindi. Yani, örneğin; Güney Kürdistan, otonomistlikten federalizme, oradan bağımsızlıkçılığa evrilirken, Kuzey Kürdistan'da bunun tersi bir süreç işlendi, yürüdü. Bağımsızlıkçılık'tan federalizme, otonomizme ya da PKK HDP çevresinde görüldüğü gibi bunları da reddeden, Türkiye'nin demokratikleştirilmesi paradigmasına, geçiş yapıldı.
Şimdi bundan sıyrılmak gerekir. Ayrılıkçılık; sömürgelerde, ulusal kurtuluş mücadelelerinde, temel normal siyaset tarzıdır. Eğer, bugün, Kürdistan'da bu temel normal siyaset tarzı, anormal ya da ayrıksı bir hale dönüşmüşse, bu; sömürgeciliğin, beynimizde yarattığı tahribatların sonucudur.
Dünyanın neresine bakarsanız bakın, eğer; bir yerde bir işgalden söz ediyorsanız, sömürge koşullarından söz ediyorsanız, buna karşı mücadelenin olağan formudur, ayrılıkçılık.
-Yani sonuçta, ne diyoruz? -Bu devlet, buradan çekilmelidir, Biz devletleşerek kendi kendimizi yönetmeliyiz. Olağan siyaset formu budur. Şimdi bu, geri çekildiği ya da terk edildiği için, bu ikisini aynı kefeye koymuyorum. Yani bazı yerlerde, bu geri çekilmiştir, Sonra ileri sürülmek üzere, ama bazı yerlerde de bu terk edilmiştir. Bu böyle olduğu için biz, kendimizi Türkiye siyasetinin bir parçası olarak algılıyoruz. Yani ağzımızdan ya da yazılarımızdan, her ne kadar Kürdistan-Kürdistanilik falan geçiyorsa da aslında, kendimizi Türkiye siyasetinin bir parçası olarak görüyoruz, bir parçası olduğumuz bu Türkiye siyasetinin de demokratikleşmesine çalışıyoruz. Bundan; bence, vazgeçilmelidir. Bu doğru yol değildir.
Seçim dediğiniz şey, dünyanın her tarafında devletlerin meşruiyet güncellemeleridir. Yani, bu bazı yerlerde 4 yıldır, 5 yıldır, sandık konur, halk sandığa gider oy kullanır ve şöyle bir sanı oluşur, halk yöneticilerini seçti, halk kendi kendisini yönetiyor. Dünyanın her tarafında, bu burjuva demokrasisi dediğimiz sistemlerde, seçim budur. Bir tür rıza üretimidir. yani egemen ilişkiler için, ezilenlerin safında rıza üretme mekanizmasıdır, seçim dediğimiz şey. Türkiye'de bunu Ayrıca tartışabiliriz, Türkiye'deki Kürt azınlık-ulusu konusu bakımından ayrıca tartışabiliriz, Onların seçimdeki tutumlarını ayrıca tartışabiliriz. Zaten orada da bir temel problemimiz var, Türkiye'deki Kürtler, Türkiye'deki Kürtler olarak, siyaset yapmıyorlar. Ya Türk olarak siyaset yapıyorlar ya da Kürdistani siyasete destek siyaset yapıyorlar.
Şimdi on milyonluk bir kitleden söz ediyoruz. Bu on milyon insan, Türkiyeli azınlık Kürt Ulusu olarak da siyasal mücadele sürdürebilir. Bu mücadelede de Kürt olmaktan kaynaklanan haklarını gerçekleştirmek için mücadele ederler. Şimdi,mesela, İstanbul'da dört milyona yakın Kürt var. Bu Kürtler her seçime katılıyorlar, Millet Cephesi'nde ya da Cumhur ittifakında fark etmez. Fakat hiçbiri, Kürt olarak katılmıyor bu seçimlere. Oysa, İstanbul'daki Kürtlerin, İstanbul Kürt toplumu olarak, İstanbul Kürt topluluğu olarak, temel haklarını formüle edip, bu haklar üzerinden Türkiyeli siyasi partilerle tartışmaları, gerek görüyorlarsa da anlaşmaları ya da ittifak kurmaları lazım.
Mesela, bu talepler nelerdir? Eğer yerel seçime katılıyorsanız, dersiniz ki belediye meclisi üyelerinin, beşte biri Kürt olmalıdır. Kürt görülmelidir değil, Kürt olmalıdır. Kürt olarak belediye meclisine gelmeli ve belediye meclisinde Kürt grubu olmalıdır. Diyelim ki böyle bir taleple gidebilirsiniz. Ya da işte, okullar açılmalıdır. Kürtçe okullar açılmalıdır, yani Kürtçe'nin temel eğitim dili olduğu okullar açılmalıdır. Kürtçe kurslar açılmalıdır. Her durumda 5'te birlik kontenjan talebiyle gidilmelidir. Yani biz Kürdüz, İstanbul'daki Kürt topluluğuyuz. Bu temel üzerinden siyaset yapıp, Türkiye siyaseti içinde yer alabilirler. Benim bakımımdan bunda bir sorun yok. Ama Kürdistan'dan böyle bakmak, işgalciliği görmemektir. Kürdistani siyasetin temel görevi, Türk Devleti'nin, Kuzey Batı Kürdistan'daki bütün kurum ve kuruluşlarını, işlevsiz hale getirmektir. Siz bunu, işlevsiz hale getirdiğiniz ölçüde, devletleşebilirsiniz. Siz Türkiye'deki meclise, parlamenter göndermek yerine Kürdistan'da DeFacto bir ulusal parlemento kurduğunuz ölçüde, kendiniz kalabilirsiniz, bunu yapmayın! Türkiye parlamentosunu ve Ankara’yı çözümün adresi olarak gösterdiğiniz zaman, Ankara'nın Kürdistan'daki işgalci varlığını örtmüş oluyorsunuz, niyetiniz ya da söyledikleriniz ne olursa olsun. Kürdistan'da ve Kürdistanlıların, Türkiyelileri gibi seçimlere katılmasını savunuyorsanız, niyetiniz ne olursa olsun, bu devletin Kürdistan'daki İşgalci varlığını örtmüş oluyorsunuz. Ona meşruiyet kazandırıyorsunuz. Kürt halkı içinde, işgalciliğe rıza üretimine katkıda bulunuyorsunuz.
Sonuç itibariyle, HDP değil, diyelim ki diğer Kürt partileri, PAK, PSK, HAKPAR seçimlere gittikleri zaman, halka ne diyecekler? İşte “Biz, Ankara'ya gideceğiz, bu meseleyi Ankara'da gündeme getireceğiz, bu meselenin çözümü için, Ankara parlamentosunda mücadele edeceğiz.”diyecekler.
-Siz kürt halkına bunu söylediğiniz zaman ne yapmış oluyorsunuz?
-Niyetinizden bağımsız olarak ne yapmış oluyorsunuz?
Türk devletinin, bu temel mekanizması olan, seçim mekanizması üzerinden, halk içinde işgale karşı rıza üretiyorsunuz. Bunlardan bence uzak durmak lazım. Şimdi biz bunları söylediğimiz zaman; işte, bizi de etkiliyor. Önemsiz sayamayız, Türkiye'deki demokrasi ya da seçimleri ,ya da parlamentoyu, diye itirazlarla karşılaşıyoruz. Doğrudur, bizi etkiliyor, bizi ilgilendiriyor. Biz ilgisiz değiliz, sadece ilgimizin yönü farklı. Biz, başka bir taraftan ilgileniyoruz, bununla. Bizim temel meselemiz, Türk devletinin arızalarını gidermek değil ki. Bizim temel görevimiz, Türk devletini, Kürdistan'da işlevsiz hale getirmektir.
Bakın mesela, İsrail'de sanıyorum 1-1,5 milyon Arap, İsrail'in Arap vatandaşları var, İsrail bunları Arap vatandaşı olarak kabul eder. Bunların iki tane partisi vardır ve birinin 6 diğerinin 4 olmak üzere sanıyorum 10 tane de parlamenterleri var, İsrail parlamentosunda. Onlar, hem İsrailli, İsrail vatandaşı Araplar olarak, kendi haklarını koruyorlar, hem de Gazze'deki, Batı Şeria'daki mücadeleye de destek oluyorlar. Şimdi Kürdistan’da, biz bunlardan çok uzağız. Yani, Türk devletinin seçimlerini, kendi seçimlerimiz olarak görüyoruz. Bunu yapmakla, biz yanılmıyorsak da halk içinde böyle bir yanılsama oluşturuyoruz. Bunun sonu yoktur. Bence; Kürdistani siyaset, temel pozisyonlarını terk etmeden, açık-alan siyaseti sürdürmelidir. Bazı arkadaşlarımız, legal alanı tercih ediyor olabilirler. buna benim bir itirazım yok. Ben açık alanı tercih ediyorum. Ama ister legal alanda, ister açık alanda, siyaset; siyasal mücadele sürdürülsün, temel normlardan vazgeçmeden, bu siyasal duruşu, sergiliyebilmek lazım. Bundan vazgeçildiği zaman; biz, biz olmaktan çıkıyoruz.
Birkaç nokta da; işte, başkanlık sistemi, parlamenter sistem için söyleyeyim. Yani bu ikisi de, iki ayrı, yani aynı devlet biçiminin, iki iki ayrı versiyonudur. İşte bazı burjuva demokrasisilerinde başkanlık sistemi var, bazılarında yarı başkanlık sistemi var, bazılarında parlamenter sistem var. Kimisi güçlendirilmiş parlamenter sistemden söz ediyor. Biz, bunlara takılmamalıyız. Yani öyle bir başkanlık sistemi tasavvur edersin ki Türkiye devletinin şimdiye kadarki, bütün parlamenter deneyimlerinden çok daha ileri, çok daha demokratik olabilir. Öyle bir parlamenter sistem tasavvur ve tahayül edersin ve gerçekleştirirsin ki, dünyadaki en kötü başkanlık sisteminden, daha az demokratik olur.
Burda biz, içeriğe bakmalıyız. Yani şimdi, Devlet Bahçeli'nin anayasa önerisi kötü de, İYİ Parti ve CHP'nin anayasa önerileri, Kürdistan meselesi bakımından, ondan daha mı az kötüdür? Yani İYİ Parti özellikle, Türkiyeciliği kendisine şiar edinmiş, bir partiyi(HDP) bile, siyasal muhatap almamakta kararlı gözüküyor. CHP. “Gizli bir aşk yaşayalım.” diyor. Yani, “Benimkiler, yani Türkler seninle flört ettiğimi görürlerse, işte bana namussuz.”derler. Onun için, “Bu aşkımızı gizli tutalım.”diyorlar.
Şimdi, bunların hazırlayacağı anayasa, bizim temel hedeflerimiz bakımından, Bahçeli'nin anayasından ne kadar farklı olacak? Birincisi, o Demirel'in deyimidir; “Biz bu anayasanın dibacesine karşıyız.”diyordu, 27 Mayıs Anayasası için. Şimdi mesela, anayasanın ilk dört maddesini hiç kimse tartışmıyor. Şimdi, bu ilk dört madde tartışılmadan, önümüze getirilen her tür yeni anayasa önerisi, geridir, gericidir, işgalcidir, jenositçidir.
Peki Millet ittifakı ya da Cumhur ittifakından herhangi bir parti, bu anayasanın dibacesini değiştirelim diyor mu?
-Hayır demiyor. Anayasanın dibacesi olduğu gibi kalacak, olduğu gibi kaldıktan sonra, gerisi teferruattır. Şimdi, çok uzattım galiba kesmeye çalışayım.
Bizim temel meselemiz; Türkiye neden bir hukuk devleti değildir?diye sormamızdır.
-Çünkü hukuk devleti olamaz, çünkü işgalin hukuku yoktur, işgalin hukuku zordur! Şİmdi mesela, Türk devletinin -hadi Kürdistan'ı bir tarafa bırakalım- Libya’da İdlib'de yaptıklarının hukukla ne ilgisi var? Hukuk bir tarafa, kanunla da bir ilgisi yok; yani, kanuni bir devlet de değil Türkiye Devleti. Bir zorba devlettir! Şimdi Afrin'de, Serêkanıyê’de, Gırêsıpıyê’de demografya değişikliği üzerinden, etnik temizlik yapan bir devlet var. Şimdi bunun hukuku nedir? Bunun hukuku tanktır, toptur, uçaktır, ihadır, sihadır, bunun dışında hukuku yok ki ! Güney Kürdistan'da birazdan geleceğiz oraya herhalde, 30-35 tane askeri yerleşke oluşturmuşlar. Bunun hukuku yoktur, bunun kanunu da yoktur. Türk devletinin, Kürdistan'daki varlığı hukuksuzdur, kanunsuzdur ve gayri meşrudur. Çünkü işgalcidir ve jenositçidir.
Bu temel noktalardan vazgeçmeden, Türkiye siyaseti içi değişimlere tartışmalara ilgi göstermeliyiz. Bunlardan vazgeçip, ilgi gösterdiğimiz zaman, karşıtı olduğumuz sistemin yeniden üretilmesine katkıda bulunuruz, deyip, buradan noktalıyorum.