Güneyli Kürtler, Saddam Hüseyin rejiminin, 2003 yılında yıkılmasından sonra, sahip oldukları yurtlarının yüze 40’ını, Türk, Arap ve Fars koalisyonunun baskınıyla kaybettiler.
Türkler, gerilla gücünü bölme taktiği ile kuzeyde Barzan bölgesine saldırırken, Kürt karşıtı koalisyonun ana gövdesi de 16 Ekim gece yarısı Kerkük’e saldırdı. Türkler, bu saldırıda Türkmen kılıklı olarak, işgal birliklerinin ön saflarında yer aldılar.
Güney yönetiminin güçleri (Peşmerge) ise hücum haberleri üzerine, daha düşmanı görmeden, bozguna uğramış ordu olarak mevzilerini bırakıp kaçmış, ağırlık yapan Kürdistan bayraklarını da yer atmışlardı. Düşmanları, o bayrakları çiğneyip yakarak ilerlemiş, Kerkük’te dikili Peşmerge heykelini de zafer meşalesi niyetine ateşe verip, etrafında yamyam dansına başlamışlardı.
Halbuki, 25 Eylül referandumu sürecinde, Türkler, Fars ve Araplar Amerika’nın kurtardığı Kürdistan topraklarını sarmala aldıklarında, Dubai kumarhaneleri ve İstanbul sefası müdavimlerinin de dahil olduğu yüksek koro, “kanımızın son damlasına kadar" diye başlayan cümlelerle direniş naraları atıyorlardı.
Ama direniş anı gelip çattığında, çıplak ayak, partal, yırtık giyitler içinde gelip Romalı komutanların ruhunu da kıskandıran kaşhanelere yerleşenler dahil, hiç kimse yoktu, ortalıkta. Güneşli havaların “merxasları" buharlaşmış, güz bulutlarına karışmışlardı.
Oysa, Kürdistan modern tarihi, kanlı, irinli savaş meydanları, soykırım alanlarını hiç kılan bir yıkıma uğramıştı. Kırımlardan sonra, enkazın altından doğrulup özgürlük ateşlerini yeniden yakmak mümkündü. Ama umudun söndüğü yerde…
11 aylık ömürden sonra, Mayıs 1946‘da Farisiler tarafından canı alınan Mahabad Kürt Cumhuriyetiden sonra, bu defa Kürtlerin avucuna doğup ete, kemiğe bürünerek büyüyen devlet olma umudu, düşmanlarının ayakları dibine seriliverdi.
Akla ziyan öngörüsüzlük, bir adım öteyi göremeyen akıl, mantık, zeka yoksunluğu ile…
Ama, bu sonucu yaratanlar hiç üstlerine alınmıyorlar. Zeka düşüklüğü halleriyle, halleriyle, bir kere daha “cingöz kurtarıcı" rolünde sahne ışıklarının altında duruyor, bizlere “o yaptı, bu sebep oldu" masalı anlatıyorlar.
Çünkü, felaket müsebbibi olarak çekilmeyi anla düşünmediler. Onurlu insanın, hesap verme şekli olan intiharı ise kimsecik düşünmedi. Hesap isteyen bir güç, mevki, makam da asla olmadı. Denetleyen niyetleri bile yaşatmadılar. Onun için, “tavuklar diyarı" yerine koydukları bir bölgenin tek horozu onlar kaldılar. Bazıları, 150 yıldan beri, sülale boyu yeniden kurtarıcıdır.
Hiç utanıp sıkılmadan, bu yolda yürümeye devam edeceklerdir. Bu kez, yıkımın gerekçesi olarak, Batı’nın seyiriciliğini gösteriyorlar.
Oysa, Batı dedikleri Amerika’dır. Amerika ise 2003 yılında kurtarılmış, Anayasası hazır edilmiş bir yurt teslim ettiler. Yönetecek kadro adaylarını götürüp eğittiler; sonra geri getirdiler.
Ama onlar, bir süre sonra, Türklerin gazına gelip, Amerika’ya topuk gösterdiler. Yeni efendilerin himayesine geçince, Amerikan‘nın modern bir yapılanma umuduyla teslim ettiği ülkede, Arap şeyhliklerini de aratan, her aile ve kliğin kendi ordusu, adalet aygıtına sahip olduğu bir garabet düzeni kuruldu.
Türklerin düşmanı Kürtler, onların da düşmanı oldu. Türkler tarafından aranan Kürtleri barındırmıyor, yakaladıklarını teslim ediyorlardı. En büyüklerinden “bir Güneyli büyük" Türk Generaline (Necati Özgen) “baba nasihati olarak, Türklerle ters düşmüyor, ayrıca onların yanında PKK ile mücadele ediyoruz“ diyor, ödül olarak “aferin" alıyordu. Aynı kişi, daha fazla aferin için, Türklerin düşmanı Rojava’nın sınırına hendekler kazıtıyor, kapıları kapatıp ambargo uyguluyor, yeri ve sırası geldikçe Türk saflarında hücumlar tazeliyor, Peşmerge Şengal’de cinayetler işliyordu.
Öte yandan, Ekonomik tezgahlar Türklerin avucunda, 16 Ekim gecesi Farsların ele geçirdiği petrol kuyularının vanası Türklere teslimdi. Ankara resmen ilan edilmemiş talimat alma merkezi, Kürtlerin ülkesi sömürge toprakları olarak, zamanı gelende el konulmak üzere, Türk askeri üsleriyle donatılıydı. (Nitekim, bu satırları yazdığımız sırada, Türk medyası ordularının işgale giriştiğini haber veriyordu. İşgal gerekçesi olarak da, üslere giden yolları güven altına almak gösteriliyordu.)
Şimdi, Amerika’yı suçlamak kolay. Ancak, başlarına gelecekleri, çok önceden anlatmaya çalışmış, hatta Türklerin yüklediği petrol tankerine de el koymuş, ama uyandıramamışlardı, onları. Sonunda olan olmuş, ülkelerini teslim ettikleri Ankara rejimi Perslerin çocukları ve Araplarla bir olup tepelerine binmişlerdi.
Bir halkın ülkesiyle birlikte geleceğini ona buna peşkeş çekenler, şimdi yeniden bulunmaz kurtarıcı kesilmek için, dışarıdan müssebip ve sorumlu arıyorlar.
Bunlar belki, “tavuklar diyarı" yerine koydukları ülkede, herkesi kandırıp “tek horoz" olmaya devam edebilirler. Ama tarihi kandıramazlar.
Tek komuta merkezine bağlı ordusu, hukuki düzeni, ulusal birliği olmayanlar, ülkelerini Ortadoğu kanlılarının kucağına attılar. Bunun böyle olacağını, beş yaşındaki çocuklar bile biliyordu. Ama bunların zekası, güç matematiğini, kanlı elin entrikalarını kavramaya yetmiyordu.
Kürt halkı, kafalarının hesabına kurban gittiler. Ülkelerinin yarısına yakınını kaybedip, 2003’ün seviyesine düştüler.
Onun için, suçlu bellidir. Şu ya da bu iç grup, dış ülke kabahatli, değil olamaz.
Tarih, 16 Ekim gece yarısı, bütün kararlarını sahibi olan, merkez gücünü temsil eden hizaya dizip yargıladı, hükmünü verdi bile:
“Başkasını bırak, suçlu sensin!.."
385
YENİ ÖZGÜR POLİTİKA