Bir önceki yazımda(*) bir tarafta Türklerle Kürtler, diğer tarafta Türklerle Türkler arasında geçtiğimiz birkaç onyılda yaşanan ayrışmaların ulaştığı duruma değinmiştim.. Avrupai Türkler, Asyatik Türkler ve Kürtlerden oluşan üç ayrı topluluğun doğuşuna yol açan bu ayrışmalar, kuşku yok ki politik alanı da yakından etkiliyorlar. Aşağıdaki yazıda, bu yeni durumun politik alana muhtemel etkilerinden ilkini, siyasal alanda kültürel çerçevenin artan önemini ve bununla bağlantılı bazı sorunları ele almaya çalışacağım.
Yeni dönemde siyaseti yakından etkileyecek gelişmenin biri, kültürel çerçevenin siyasal alanda eskisine oranla daha fazla öne çıkacak olmasıdır. Esasen bu cümleyi gelecek zaman kipinde kurmaya gerek yok, çünkü siyaset bir süreden beridir zaten küçümsenmeyecek ölçüde bu çerçevede yürüyor. Türkiye’deki merkezin Avrupai Türkler ve Asyatik Türkler olarak bölünmesi bunun işaretlerinden biridir. Önümüzdeki dönemde bunun belki daha fazla görünür hale gelmesi söz konusu olabilir. Biraz karikatürleştirmek pahasına durumu şöyle ifade edebiliriz: 1960’lar ve 70’ler dünyasında nasıl, ilgili-ilgisiz her şey sınıfsal terimler üzerinden ifade ediliyor idiyse, bugün de ilgili-ilgisiz birçok şey kültürel terimler üzerinden ifade edilmektedir, edilecektir. Bu da siyaset alanıyla ilgilenirken kültürel çerçeveye daha fazla dikkat edilmesi gerektiğine işaret eder.
Ne var ki bazı gelenekler, böyle bir dikkati göstermek bakımından sorunludurlar. Türk Solu bu geleneklerden biridir örneğin. Türk Marksistleri, kültürel çerçevenin sosyal hareketlerin oluşumuna olan etkilerine başından beri gerekli ilgiyi göstermemişlerdir.
Sorun bu kadarla sınırlı kalsaydı belki çok dikkat çekici olmayabilirdi. Çünkü başka ülkelerin Marksist hareketlerinde de tesadüf edilebilen bir durumdur bu. Fakat Türk Marksist hareketine öncülük eden kadroların, kabaca 1960’ların sonlarına dek uzatılabilecek bir döneme kadar, eğer ailesel arka plan itibarıyla değilse, mutlaka gelecek projesi itibarıyla Avrupai Türklere yakın bir kültürel profil çizdikleri düşünülürse, bu ilgisizlik biraz tuhaflaşmaya başlar. Bu örneği tartışmalı bulacak okurlara, Rumeli kökenli sosyalistlerin, Türk sosyalist hareketinin kurucu kadrolarıyla ilk sempatizanları arasında önemli bir ağırlık oluşturduklarını hatırlatabilirim. Üstelik bu dönemde Rum, Ermeni ve Yahudi kökenli komünistlerin hareket içindeki temsil düzeyi de görece yüksekti. “Bu örnek çok eski bir döneme ait, o durum geçmişte kaldı” diye düşünülebilir. Ama öyle değil. Çünkü Türk solunun tarihindeki en kitlesel dönem olan 1970’lerde dayandığı en önemli toplumsal gruplardan biri Alevilerdi. Kısacası, ister kuruluşa gidin, ister bugüne gelin farketmez, kültürel çerçevenin sol üzerindeki etkisi gayet barizdir. Ama Türk solu hem belirgin kültürel özellikler taşıyan bir sosyal zemine dayandı, hem de kültürün siyasetle ilişkisini ıskalayan bir bakış açısına sahip olageldi. Terslik veya çelişki işte burada.
Türk Marksistlerinin buradaki terslik üzerine yeterince düşünüp yazdıkları herhalde söylenemez. Nitekim geçmişte bu ilgisizliğin bazı sonuçlarına katlanmak zorunda kaldılar. Örneğin Kürt hareketinin, 1970’lerin ortalarında, Türklerle Kürtlerin bir arada yaşadığı birkaç sınır ili dışındaki bütün Kürdistan’da Türk Solunu göz açıp kapamadan tasfiye edebilecek başarıyı göstermesinde, bu ilgisizliğin de katkısı vardı. Kültüre referans yapan bir hareketin bir sosyal hareketle aynı sahada top oynayabileceği düşünülmemişti bile. Türk Marksistlerinin Kürt hareketini tanımlamak amacıyla geliştirdiği kavramlara bakın durumu daha rahat anlarsınız: “feodal faşist” (Halkın Kurtuluşu adlı Türk soluna mensup bir grubun dönemin Apocularını nitelemek için icat ettiği terim), “emperyalizmin ekmeğine yağ sürenler”, “işçi sınıfını bölenler” (neredeyse bütün Türk Marksistlerinin Kürt hareketine ilişkin kullandığı ortak tanım), “sosyal-emperyalizmin beşinci kolları” (Perinçek ekibinin tanımlarından) ... Sınıfsal terimlerinin dışına taşabilen bir sosyal hareketin Türk Marksistlerinin gözünde göründüğü biçimler bu tür şeyler olabilmişti. Bunun sadece sosyal-şovenizmle veya sadece örgüt merkezciliğiyle ilgili bir durum olmadığı açık.
Brezilyalı siyaset bilimci Evelina Dagnino, Latin Amerika solunun kültürle politika arasındaki ilişkilere bakışında yaşanan değişiklikleri incelediği bir makalesinde, Latin Amerikalı Marksistlerle ilgili olarak da benzer tespitler yapıyor. Demek ki sorun bize özgü değilmiş. Dagninino’nun bir diğer dikkat çekici tespiti ise A. Gramsci gibi bazı düşünürlerin eserlerinin 1970’lerin ikinci yarısından itibaren bu ülkelere girmiş olmasının, kültürle siyaset arasındaki ilişkilere dair soldaki yanlış tutumun aşılmasının nedenlerinden birini oluşturduğudur. Biri dışında Latin Amerika ülkelerini tanımadığım için tespitin doğruluğu hakkında bir şey söyleyemeyeceğim; ama eğer araştırılırsa, Türkiye için de böyle ilginç ve beklenmedik bazı nedenlerle karşılaşacağımızı tahmin edebilirim.
Hakkını yememek lazım, Türk Marksistleri içinde sosyal harekette kültürel çerçeveyi önemseyen bir damar da vardı. Bu marjinal damar Birikim çervresinden oluşuyordu. Fakat onlar da solun geneli için geçerli bazı nedenlere ilaveten Kürt sorununun el yakan niteliğinden ötürü bu bakış açısını Kürt meselesine uygulayabilecek kadar genişletemediler. Kürtler, bütün bedelini, santim santim ve deyim yerindeyse kan ve hapisle ödeyerek Kürt sorununu kamuoyunda görece risksiz biçimde tartışılır kılıncaya kadar, daha çok İslam’la iligili egzersizler yapmakla yetindiler. Dolayısıyla onlardan da fazla bir hayır çıkmadı.
Peki önümüzdeki dönemde ne olacak?
Kanımca solun seçenekleri basittir. Ya kültürel çerçeveyi daha fazla gözeten yeni bir bakış açısı geliştirecekler, ya da bir süre daha “Bu iş niye olmuyor?” diye kara kara düşünerek geceleri koyun saymaya devam edecekler.
Ne var ki, kültürel çerçeveyle ilgili bu sorun sadece Türk soluyla sınırlı değildir. Çoğunlukla Marksist bir geçmişe sahip olan günümüzün liberalleri de benzer problemlerden muzdariptirler. Onları geçtik, bizzat kendisi kültürel çerçeve içinde şekillenmiş bir hareket olan Kürt muhalefeti de bu sorundan muaf değildir. Kürtlerdeki alt kimliklerle (mesela Alevilik, Yezidilik veya Kırmanclık/Zazalık kimliğiyle) mutasavver üst Kürt kimliği arasındaki ilişkilerin Kürt hareketi tarafından ele alınış biçimlerine bakın, durumu daha açık biçimde görürsünüz.
Kürt hareketinin iç hiyerarşisinde yaşanan değişmeler (ki süreklidirler) anılan kimliklere bir paralellik oluşturmadığı müddetçe, yani örneğin harekette statü kaybetmek veya harekette daha yüksek statüye erişmek, Alevilik, Sünnilik, Yezidilik, Kırmanclık/Zazalık veya Kurmanclık gibi kültürel kavram ve kategorilerle belirlenmedikçe veya tesadüfen bunlarla çakışmadığı müddetçe sorunsuz duran bu ilişki, böyle bir çakışma oluştuğu veya bir çakışmanın oluştuğu hissini veren durumlar ortaya çıktığı anda renk değiştirmeye başlar. Nitekim Kırmanclar/Zazalar, 1980’lerin ikinci yarısından itibaren Kürt hareketi içindeki pozisyonlarını yitirmeye başladıklarında başta diaspora olmak üzere kıpırdamalar da başladı. Ve bu kıpırdamaların en azından bir kısmı, kendilerini, tanıdık bir yolla, kültürel bir çerçeveye bürünerek ifade etti (“Zazalar Kürtlerden ayrı bir ulustur” tezi). Kürt hareketinin önemlice bir bölümünün bu gelişme karşısındaki tavrı, hiç de kültürel çerçevenin siyasal mücadele içindeki rolünün farkında olan bir hareketten beklenen bir tavra benzemiyordu: Bu bir ajan faaliyetidir!
Peki Kürt hareketi neden böyle davrandı? Gerçekten de Zazacılığın, Dersimciliğin vb. bir ajan faaliyeti olduğuna inandığı için mi?
Hiç kuşkusuz Kürt hareketi içinde buna inanan insanlar vardı. Çünkü devletin, “Zazacılık” üst başlığıyla ifade edilen oluşumlara katkıları, özellikle 1990’ların başlarından sonra rahatlıkla gözlenebilir nitelikteydi. Fakat ajanlar hemen her yerde vardırlar ve hemen her türlü oluşumu devlet lehine yönlendirmek ve kullanmak için çaba harcarlar. Ajanların cirit attığı bu alanlara Kürt hareketi de dahildir. Ama buradan hareketle kimsenin aklına Kürt hareketinin bir ajan faaliyeti olduğunu iddia etmek gelmiyor. Çünkü biliyoruz ki, bir sosyal hareket, sırf ajanlar öyle istiyor diye oluşmaz, kazara oluşsa bile bu hareketi besleyecek başkaca dinamikler yoksa varlığını sürdüremez. Dolayısıyla Kürt hareketinin reaksiyonunu sadece bu yöndeki kanaatlere bağlamak açıklayıcı olmaz.
Tarih boyunca kendilerini etnik planda Kürtlükle tanımlamış olan bir topluluğun, ansızın Kürtten başka bir şey olduğunun iddia edilmesinin doğurduğu doğal tepki veya yeni bir sorunu ele alırken sıkça tanık olunan, pakete dahil acemilik türünden faktörleri eledikten sonra elde kalan nedenlere baktığımızda, bunlardan birinin de sosyal hareketlerin kültürel çerçeveye olan ilişkisine dair kavrayış yetmezliği olduğunu görürüz. Kendisini kültürel bir çerçevede ifade etmiş olan Kürt hareketi, başkasının da bunu yapabileceğini aklına bile getiremediyse bir kavrayış yetmezliğinden söz etmek, Kürt hareketine haksızlık sayılmaz. Bugün dahi Dersim’deki Dersimciliğin veya Zazacılığın, Maoculuktan veya Kemalizmden kalma bir bozulma veya çürümüşlük olduğuna inanan çok sayıda Kürt aydını vardır. Ama Dersim’deki Maoculuğun ve hatta Kemalizm olarak adlandırılan bazı fenomenlerin, en azından bazı boyutları itibarıyla kültürel çerçeveye dair ifadeler olabilecekleri üzerine fikir egzersizi yapabilen fazla Kürt aydını yoktur. Bütün bunlar, kendisi kültürel çerçevede gelişmiş bir hareketin de pekala kültürel çerçevenin siyasete etkisi üzerine tutarlı bir kavrayışa sahip olamayabileceğine dair bir örnek oluşturuyor.
Sonuç olarak şunu belirtmek gerekir ki, muhalif hareketlerde toplumsal problemleri ele alırken kültürel çerçeveyi yeterince hesaba katmama tavrı varlığını sürdürürse önümüzdeki dönemde gelişecek birçok şeyi anlamak ve doğru tavır takınma imkanı daha da daralacaktır. Bu noktada Alevilik sorun yaşanacak ilk alanlardan biri gibi görünüyor örneğin. Türk-İslam senteziyle karakterize olan Asyatik Türklerin iktidardaki yeni pozisyonu, eskiden başka ifade biçimlerini tercih eden bazı toplumsal eğilimlerin yarın karşımıza daha açık Alevici ifadeler içinde çıkmalarına yol açabilir örneğin.
Kültürel çerçeveyle bağlantılı ve yakın gelecekte siyaseti daha açık biçimde etkileyecek olan gelişme ise, Türkiye’deki merkezin artık Avrupai Türkler ve Asyatik Türkler şeklinde ikiye bölünmüş olmasıdır. Merkez bir kez kutuplaşınca çevredeki hiç bir gücün merkezle olan ilişkisi artık eskisi gibi kalamaz. Avrupai Türklerle Asyatik Türkler arasındakai ayrışma ve çekişme görece kalıcı bir nitelik taşıdığından Kürt hareketinin merkezle olan ilişkisi de bu yeni duruma uygun yeni biçimler kazanacaktır. Gelecek yazıda, bu konuyu ele almaya çalışacağım.
2010-10-31
Cemil Gündoğan
______________________
(*) Değişik Internet sayfalarında yayımlanan “İki Ayrı Türk Ulusu mu?” başlıklı 23.10.2010 tarihli yazı