×
Îro dîsa li ser gorra te bûm !
admin
Îro dîsa li ser gorra te bûm !
Zinarê Xamo Salek dîsa pir zû derbas bû ! Aslan, sal dîsa zû derbas bû, me hew dît 9ê adarê hat jî. Ez û Hêvî îro dîsa bûn mîvanê te. Tu rastiyê dixwazî min ji bîr kiribû. Lê do ne pêr, nizanim çawa bû, wek heft kes ji min ra bibêjin, ”ma qe...

Li himberî êrîşên dagirkeran em hêza xwe bikin yek
admin
Li himberî êrîşên dagirkeran em hêza xwe bikin yek
Welatê me Kurdistan ji derveyî îradeya gelê me bi çar perçeyan ve hatîye perçe kirin. Eve nêzîkî sed salîye ku Tirkîye, Îran, Iraq û Sûrîye , di meseleya  Kurdistanê de hemû pirs û pirsgirêkên di navbera xwe de datînin alîyekî û bi hevdu re pla...

Radio Ashti
admin
Radio Ashti
Sipasdarê birayê Haci KardoxiAştî û Radio Ashtî me, sipasdarê dost û hevalên ku bi sebir 4 saetan li me guhdarî kirin û em bi tenê nehiştin im. Mixabin derfet nebû ku bersîvên temama pirsan bidim. Em di têkoşîna rizgarîya neteweyî de bi hev re n...

19 sal zû derbas bûn
Zinare Xamo
Sal zû derbas dibin, min hew dît salek din jî derbas bû û wa ye dîsa 9ê nîsanê hat. Erê pismamo, 19 sal di ser wefata te ra derbas bûn. Îro dîsa ez û Hêvî bûn mîvanên te. Lê vê carê em ne bi tenê bûn, Mumtaz Aydin Roza Kurdî, Erdal Kurdman, ez û Hêvî...

Xwezî gorr bihata zimên
Zinare Xamo
Xwezî gorr bihata zimên
Aslan, sal zû derbas dibin, me tew nedît 18 sal çawa derbas bû. Îro ez û Hêvî dîsa bûn mîvanê te. Li ber serê te me bi hesreteke kûr û bi xemgîniyeke mezin rojên borî yad kirin. Me bîstekê qala te kir. Hêvîyê got, qey qismet û nesîbê te ev ax, ev gor...

Dewleta Tirkîyê, li sê parçeyê Kurdistanê şerekî tûnd û dagirkerane dimeşîne.
Fuad Onen
Dewleta Tirkîyê, li sê parçeyê Kurdistanê şerekî tûnd û dagirkerane dimeşîne.
Dewleta Tirkîyê, li sê parçeyê Kurdistanê şerekî tûnd û dagirkerane dimeşîne.Dewleta Tirkîyê, li sê parçeyê Kurdistanê şerekî tûnd û dagirkerane dimeşîne. Li gorî rayedarên Sîstema Serwerîya Tirk, ev şer ji bo wan mijara bekayê (mayin-nemayinê) ye. H...

Me îro silavek da gorra hevalekî pir ezîz !
Zinare Xamo
  Mehmet Aslan Kaya 17 sal berê di rojeke wiha da di 51 saliya xwe da ji nişka ve, bêyî ku kesî nerehet bike, bêyî ku haya kesî pê xe wek çirayekê vemirî û çû gerdûneke din. Mirina wî ne malbata wî tenê, bi sedan, bi hezaran kesên ev kurdê fed...

Mirinê pir zû tu ji nav me bir lê navê te nemir e
Zinare Xamo
Mirinê pir zû tu ji nav me bir lê navê te nemir e
Min got pismam sal zû dibuhirin, 16 sal derbas bûn. Hemû dost û hevalên te, zarokên te dersa matamatîkê dida wan, xortên te alîkariya wan dikirin hemû mezin bûne û di civata Swêd da hatine der û meqamên muhîm, ji bo gelê xwe xebatên pir baş dikin. &n...

Xusûsîyetên Rojhilata Nêzîk
Fuad Onen
Xusûsîyetên Rojhilata Nêzîk
Di sîyeseta Kurdistanê de du problemên esasî hene. Yek jê, taleba desthilatîya navendî lawaz e, taleba jêr desthelatîye, bi tirkî ”alt îktîdar” ew taleb xurt e. Lê taleba desthelatîyên navendî lawaz e. Sedemek ji, ku sernîvîsa vê panelê j...

Serxwebûna Kurdistanê
Fuad Onen
Serxwebûna Kurdistanê
Sîyeseta partî, rêxîstin,saziyên bakurê Kurdistanê dev ji hedefa serixwebûnê berda ye. Ji delva hedefênserxwebûnê, otonomî, federalî an demokrasî te parastin. Di vir de anormalîyekheye. Yanî îro ji her demê betir taleba serxwebûn û yekîtîya Kurdistan...

Page 1 of 6First   Previous   [1]  2  3  4  5  6  Next   Last   
28

-Konu Şêx Seîd dediğimiz, bir dini lider olmasına rağmen, dini olmayan seküler kürtlüğe ait, yani dinle sınırlı olmayan ama bütün Kürtleri kapsayan bir hareketin öne çıkan figürü. Bir reaksiyon muydu Şêx Seîd ve onu takip edenlerin çıkışı, yoksa bir örgütlenmenin yüzeye çıkan bir kısmı mıydı? Kürt uluslaşma sürecinin bir ürünü müydü? Buyurun söz sizde.

- Ümit Özdağ, Devlet Bahçeli, Fatih Altaylı, bunların ağızlarında salyalarla Şêx Seîd Efendi’ye saldırmalarını çok önemsemiyorum. Sonuçta kendi meşreplerine uygun bir dille konuşuyorlar. Ondan da önemlisi; Türkiye Komünist Partisi’nin Diyarbakır il örgütünün yayımladığı bildiriydi. Burada iki şey önemli: Hem adı Türkiye Komünist Partisi adı, hem de bu partinin, Diyarbakır il örgütü; yani tamamının Kürdistanlı olduğu bir ilden, Şêx Seîd’e karşı,  Cumhuriyeti savunan bir bildiri yayımladılar.


Egemen Türk düşüncesinin, bu tip akıldan-izandan yoksun saldırılarını anlamak için; 1918-1923 savaşını, doğru değerlendirmek lazım. Arada aykırı muhalif sesler çıksa da Türk siyasal düşüncesi; 1918-1923 savaşını, ulusal Kurtuluş savaşı, milli demokratik devrim, milli mücadele kavramlarıyla değerlendiriyor.

En son; yani, Türkiye’deki komünist entelektüeller arasında ciddi bir yeri olan Sungur Savuran, bir devrim olarak milli mücadele adında, bir kitap yayımladı. Bu kitapla ilgili eleştirel bir röportaj, bu ayın sonuna doğru yayımlanacak.

Şimdi burada temel olan şu, 1918-1923, işte: “Yedi düvele karşı verilmiş bir savaş mıdır? Daha doğrusu; 1918-1923, batılı devletlerle bir savaş mıdır?” Türk siyasi düşüncesi bunu böyle görüyor. Aslında bu böyle değil.
Yanılsamanın temel kaynağı şudur: “Herkes, 1918’de dünya savaşının bittiğini kabul ediyor, işte dünya savaşı bitti.” İngiltere-Fransa, Osmanlı İmparatorluğu'nun bazı bölgelerine yerleştiler. Onun için bunlara dönük (İngiltere ve Fransa’ya karşı) bir anti-emperyal savaştan söz ediliyor. Oysa öyle değil!

Aslında 1918-1923, Birinci Dünya Savaşı’nın devamıdır. Evet, 1918’den sonra Avrupalı devletler arasında, bir silahlı çatışma çıkmadı. Avrupa'daki devletler-arasındaki savaş, 1918’de bitti ama dünya Avrupa’dan ibaret değil!

Dünya Savaşı; aslında, ondan sonra da epey bir zaman sürdü. Şekil değiştirerek sürdü. Artık savaşın tarafları İtilafla İttifak kuvvetleri değildi. İtilaf kuvvetlerinin kendi aralarında sürdü; işte, İngiltere-Fransa'yla Sovyetler Birliği arasında sürdü.

Türkiye için söylersek, aslında Birinci Dünya Savaşı, 1939’da bitti. Yani, İkinci Dünya Savaşı başladığı zaman bitti. Neden derseniz? 1926’da, Musul dedikleri Güney Kürdistan meselesi, İngiltere ile ancak 1926’da kapandı.

İskenderun Livası denilen bölge; aslında, Arapların bölgesi olduğu kabul edilmişti Fransa'yla Türkiye arasındaki 1921 anlaşmasında. Sadece orada, küçük bir Türk azınlığı var. Bunların dil, kültür hakları korunacak diye bir madde var ama bu ancak 1939’da Türkiye tarafından ilhak edildi.

Dolayısıyla; 1918-1923’ü, dünya savaşının devamı olarak değerlendirilmediği müddetçe, doğru sonuçlar çıkarılmaz. 1908’den 1918’e kadar, Osmanlı İmparatorluğun esas yönetici gücü, İttihat ve Terakki’dir.
1918-1923’teki çatışmaları yöneten de aynı kadrolardır.

Bir farkı var, 1918 Mondros mütarekesinden sonra, ittihatçı kadroların çoğu savaş suçlusu olarak arandıkları için İstanbul'u terk etmişlerdir. Kimisi yurt dışına; yani, Avrupa'ya çıkmış, kimisi Ankara'ya, Sivas'a, Erzurum'a ya da işte İzmir bölgesine gitmiştir. Dolayısıyla eğer, 1918-1923 savaşını yöneten güç, yine İttihat Terakki kadrolarıysa, burada bir anti-emperyalist mücadeleden söz etmek mümkün değildir. Çünkü Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu da emperyalist bir devlettir. Burada biliyorsun, bu emperyalizmin Lenin öncesi kullanımıyla Lenin sonrası kullanımı arasında bir fark var.

Lenin öncesi anlamıyla; yayılmacılık anlamında, güçlü bir devletin, kendi sınırlarının dışındaki hegemonya arayışı olarak aldığımız zaman, savaşın her iki tarafı da emperyalist kamplardır. İttihat Terakki de bu kamplardan birinin esas güçlerinden biri olan Osmanlının yönetici kadrosudur. Aynı kadrolar, 1918-1923 de yönetiyorlarsa, buradan anti- emperyalizm çıkarmak akla ziyan bir şeydir. Çünkü aynı emperyalist kadrolardır.

Şimdi bunların zaman zaman Sovyetlerle ilişkileri öne çıkarılarak, Türkiye solu tarafından hatta Sungur Savran: “Lenin de mi Kemalist’ti?” diye abuk sabuk bir soru soruyor.

Yani Sovyetler Birliği zaten 1922’ye kadar, ancak bu devlet yerine oturabildi, Sovyetler Birliği ancak oluştu. O dönem, Rusya Sovyet Sosyalist Federe Cumhuriyeti var. Ve yoğun saldırı altında, bu yoğun saldırı altında, Almanya'yla da ilişkiler arıyorlar. Enver Paşa ile de arıyorlar, Mustafa Kemal’le de arıyorlar. Şimdi bana sorarsanız; Rusya Federasyonu’nun bu politik yönelimi yanlıştır, doğru değerlendirmemiştir. Zaten 1923’ten sonra da anlaşıldı ki, baskın çıkan, sonuç alan, İngiliz politikası oldu. Sovyet politikası olmadı. Yani Sovyetler, Kemalistleri destekledi diye bundan bir anti-emperyalizm çıkarmak da mümkün değildir.

Peki, savaş kimler arasında oldu? Aslında başlangıcında, bir çeteler savaşıdır. Osmanlı ordusu dağılmıştır. Bir Kazım Karabekir'in kontrol ettiği bir askeri kesim var. Mesela Mustafa Kemal, merkez orduyu, Koçgiri başkaldırısını ezmek için kurmuştur. Ve bu merkez ordu da yetmemiştir işte Topal Osman çetelerini de getirmişlerdir.

Savaş kimler arasında olmuştur? Bu çetelerin, -bu çeteler de önemli- bu çetelerin büyük çoğunluğu, asker kaçağı. Yani, bir kaynakta 3 milyona yakın asker kaçağı olduğu söyleniyor o yıllarda. Askerden kaçanlar, daha sonra 1918’den sonra da firar eden İttihat Terakkici paşalar, çeteler şeklinde örgütleniyorlar. Bu çeteler; Karadeniz'de, Pontuslarla savaşıyorlar. Kilikya'da, Ermenilerle savaşıyorlar. Koçgiri’de Kürdistanlılarla savaşıyorlar.

Bu her iki alandaki savaş da devletin egemen kesiminin, diğer uluslara, ulusal azınlıklara dönük, etnik temizliğe dönük, jenosidal faaliyetlerdir. Bu jenosidal faaliyetten de bir ulusal kurtuluş mücadelesi çıkmaz.
Aslında, Mondros Mütarekesi, Osmanlının elde kalan coğrafyasında, memnuniyetle karşılanmıştır.

10-15 yıl süren savaş sonunda, millet hem açtır, hem sefildir, hem, herkesin can kaybı vardır. Mondros’u olumlu karşılamıştır. Bu yüzden zaten, 1918-1923’e Türk halkının katılımı yoktur. 1921’den sonra, düzenli ordu toparlandıktan sonra, bu düzenli ordunun sürdürdüğü çete faaliyetleridir. Mesela; İngiltere, Kilikya’ya girdiği zaman, Kilikyalılar onları sevinçle karşılıyorlar. Fransa’ya devredildikten sonra da orada, Fransa'ya karşı bir direniş yoktur. Ne zaman ki Fransa göçertilmiş Ermenilerden bir askeri tümen oluşturur, o zaman çatışmalar çıkar.

Yani demek istediğim şudur ki; 1918-1923’te, ne ittihatçı Kemalist paşaların, ne de daha sonra, Türk halkı denilen halkın, emperyalizme karşı bir duruşu da yok, bir mücadelesi de yok. Şimdi bunu baştan yanlış kurdukları için ulusal kurtuluş, milli demokratik devrim ya da burjuva demokratik devrim diye kurdukları için bu devrime karşı her başkaldırıyı, ihanetle, gericilikle, iş birlikçilikle suçluyorlar.

Oysa temel varsayımları yanlış. Yani esas emperyalizmle işbirliği içinde olanlar, ittihatçı ve daha sonra Kemalist kadrolardır. Fransa'yla daha 1921’ de, sınır anlaşması, dostluk iş birliği anlaşması imzalayan, Ankara Meclisi’dir. İngiltere ile anlaşma yollarını arayan, Ankara Meclisi’dir. Şimdi onu devrim olarak saydıkları için bütün bunları mubah görüyorlar. Oysa ortada bir devrim mevrim yok. Birinci emperyalist paylaşım savaşının devamıdır. Onun bir cephede devamı olarak değerlendirmek lazım. Buna karşı çıkanlar da bu oluşturulan ve diğer ulusları ortadan kaldırmaya çalışan jenosidal Türk egemenlik sistemine itiraz ederek başkaldırıyorlar.

Dolayısıyla; gerek, Türkiyeli ilericilerin, sosyalistlerin, komünistlerin gerek, kendisine demokratım, ilericiyim diyen herkesin, desteklemeleri gereken, İttihatçı Kemalist bloku değil, bunlara itiraz edenlerdir. Bunlardan biri de 1925 Kürt ayaklanmasıdır.

1925 Kürt ayaklanması, Şêx Saîd hareketi değildir. Bunun arkasında İstiklal Komitesi var. Yaygın kullanıldığı şekliyle Azadı örgütü var. Önceden planlanan bir başkaldırıdır ama İstiklal Komiteleri ’nin iki önemli kadrosu; Cibranlı Xalıt Beg ve Yusuf Ziya Beg şehit edildikten sonra, daha önce de zaten Şêx Seîd Efendi’yle ilişkilisi var bu İstiklal Komitesi’nin. İş başa kalınca, Şêx Seîd Efendi, bu başkaldırıya önderlik etmek durumunda kalmıştır.

Türk resmi tezi ve genelde Türk siyasal düşüncesi; buna, Kürdistan'da bir ulusal ayaklanma adını verememek için akla hayale gelmedik şeyler yapıyorlar. Bu, Kürdistan'da bir ulusal ayaklanmadır. Ulusal hedefli bir ayaklanmadır. Şêx Seîd Efendi’nin dini bütün bir Müslüman olması, bir tarikat lideri olması, bu gerçeği değiştirmez. Çünkü bu modern önderlikli kadrolar tarafından planlanmış bir başkaldırı hareketidir. Bunu Şêx Seîd’ in kişiliğine indirgemek yanlıştır ama onun kişiliğine indirgeseniz de bu, Türk jenosidal sistemine karşı bir ulusal başkaldırıdır.

Şimdi, Türk siyasal düşüncesinin, senin saydığın Fatih Altaylı, Ümit Özdağ, Devlet Bahçeli gibilerinin saldırmalarını anlıyoruz. Ama yani saldırıyorlarsa da hiç olmazsa namuslu saldırsınlar. Evet, 1925 ayaklanması sizin cumhuriyetinize karşıdır. Bu anlamda biz düşmanız. Yani siz; bizim ulus ülke hakikatimizi ortadan kaldırmaya çalışıyorsunuz, bu düşmanlıktır. Buna karşı çıkan; gerek Şêx Seîd Efendi, gerekse diğer bütün Kürt ulusal liderleri ve gerek bizler, bu düşmanlığa karşı çıkınca, biz de size düşmanlık yapacağız. Bu bir düşmanlık hukukudur. Yani Kürt milletinin Türk devletiyle hukuku, düşmanlık hukukudur.

Kürt siyasetinin de bunu kabul etmesi ve ikide bir barış, kardeşlik, birlikte yaşama hikâyelerinden kurtulması lazım. Bu çok açık bir düşmanlık hukukudur. Gün itibariyle; bugün, Türkiye devleti, Kürdistan’ın üç parçasında, sert bir işgalci savaş sürdürüyor. Şimdi düşmanlık bu değilse, düşmanlık nedir? Bugün, Türk devletinin Afrin’de yaptıklarıyla İsrail’in Gazze de yaptıkları arasında nitelik olarak bir fark yoktur.

Türk devleti Afrin'de, %98’i Kürt olan Afrin'de, etnik temizlik yaparak, Kürt nüfusunu % 20-30’a indirmiştir. Zeytin ağaçlarına varıncaya kadar, talan etmişlerdir. Bu düşmanlık hukukudur. Bu hukuk üzerinden konuşurlarsa bir itirazımız olmaz. Ama vatan haini, işbirlikçilik ya da işte ağzı bozuk cümleler, düşmanlıkta da olmaz; yani, makul onurlu bir düşmanlıkta bunlar olmaz.

Vatan hainliği meselesine gelince, önce bir vatanı tarif etmek lazım.
Şimdi Türkçe ‘de, benim bildiğim diğer dillerde, bu kadar karmaşa yoktur. Mesela Kürtçe ‘de biz, welat diyoruz. Güneyliler nîştiman diyorlar. Bir tane adı var vatanın. Türkçe'de vatan var, memleket var, yurt var, ülke var, bunlar yetmiyor, ana vatan var, o da yetmiyor, yavru vatan var.
Şimdi başka dilde vatanı isimlendirmek için bu kadar çok sözcük olur mu, olmaz mı bilmiyorum ama Türkçe de bunlar var. Niye bunlar var? Çünkü Türklerin bu coğrafyada vatanı yok.

1918-1923 döneminde Türklere ait bir toprak parçası, bir vatan yoktur, imparatorluk artığıdır. Osmanlı, Türk milleti değildir. Osmanlı bir dynasty’dir, yani yönetici bir ailedir. Osmanlı kendisini Türk saymaz, Türkleri de kendinden saymaz. Dolayısıyla burada bir Osmanlı ülkesi yok, hatta Osmanlı döneminde, Osmanlıyı tarif ederken Memalik-i Osmani derler. Yani birçok memleket var. Ben bütün bu memleketlerin imparatoruyum. Adres İstanbul’dur. İstanbul’dan da Türkler için bir ülke çıkmaz yani. Dolayısıyla o dönemde zaten Türklerin bir vatanı olmadığı için hangi kavramı bulurlarsa onu kullanıyorlar. Anavatan, yavru vatan, memleket, ülke vesaire.

Şêx Seîd Efendi’ye geldiğimiz zaman, Şêx Seîd Efendi’nin ülkesi var. Şêx Seîd Kürdistanlıdır. 1925 ayaklanmasına katılanların tamamı Kürdistanlıdır. Bunların içinde Süryani olur, hatta Türk olur, Arap olur, bunun hiçbir önemi yoktur. Sonuçta Kürdistanlıdırlar. Bir vatanı var ve hiç kimse Şêx Seîd in kendi vatanına ihanet ettiğini iddia edemez. Tam tersine kendi vatanını kurtarmak için mücadele etmiştir. Siz, kendi devletinizi, bizim de vatanımız sayma keyfiyetini, nereden buluyorsunuz? Türkiye dediğimiz bir devletin adıdır. Türkiye adında bir ülke ve bu devletin vatandaşlarından oluşan bir millet yoktur. Osmanlı gibi Türkiye'de bir devletin adıdır. Benim bu devlete karşı olmam, bu devletle çatışmamı vatana ihanet olarak değerlendiremezsiniz ki. Bu dönemdeki, bütün Kürt başkaldırılarının, son kertede temel isteği nedir? Bu devlet buradan çekilsin. Biz kendi kendimizi yönetelim. Şimdi bunun vatana ihanetle bir ilgisi olabilir mi? Bu vatanperverliktir, vatan hainliği değildir.

İş birlikçilik meselesine geldiğimiz zaman, yani az önce kısmen değindim.
İngiltere'nin, 1925 Kürdistan ayaklanmasına destek verdiğine dair bir tek belge yoktur. Hatta İsmet İnönü hatıratında bunu teslim eder. Yani: “Bütün araştırmalarımıza rağmen, İngilizlerin desteklediğine dair hiçbir kanıt belge bulamadık.” der.

Araştırmacılardan biri, o dönem İngiliz diplomatlarından birinin, Londra'ya gönderdiği bir raporu kaç yıl önce yayınlanmıştı. Şimdi elimde yok, ama özeti şu. O Konsolosluğun analizi şu şekilde, diyorlar ki: “1925 ayaklanmasının arkasında Türk devleti var, Türk devleti, Kürtleri ayaklandırarak Güney Kürdistan’ı ele geçirmeye çalışıyorlar.”

Dolayısıyla burada, ne Türkiye var, ne İngiltere var. Kürdistan dinamiklerinin ortaya çıkardığı bir ulusal hareket var. Buna düşmanlık yapabilirsiniz ama küfretmeye hakkınız yok ve o dönem, İngiltere ile iş tutan Kemalistlerdir.

Dolayısıyla; o yıllarda, Fransa, Türkiye'yi desteklemiştir 1925 ayaklanmasında. Hatta Kuzeybatı Kürdistan ile Güneybatı Kürdistan arasında geçen, bir demiryolu hattından, Fransızların izniyle oradan silah mühimmat göndermişleridir.

Eğer Kürdistan'da bir devlet olsaydı ve bu devlet, Türkiye Cumhuriyeti tarzında ilişkiler olsaydı, biz o hükümete iş birlikçi derdik. Ama böyle bir şey yok. Kaldı ki, bir ulusal ayaklanma, savaştığın sömürgeci güce karşı, başka devletlerden de yardım alabilir. Bunun iş birlikçilikle bir ilgisi yoktur. Ne zaman o iş birlikçilik olur? Biz o anlaşmalara bakarız. Burada ülkeyi satan, milli servetleri peşkeş çeken, bir ilişki türü varsa, ona da biz karşı çıkarız. Buna Türk siyasilerinin karşı çıkmaya hakları yoktur. Eğer bu tarzda iş birlikçilik arıyorlarsa, 1920’den 2023’e kadar bütün iktidarları -bu çerçevede bakılınca- işbirlikçidirler. Yani siz kendi işbirlikçilerinizle uğraşın. Bizde olursa biz onlarla mücadele ederiz.

Bütün mesele; Türk devletinin jenosidal karakterini gizlemek ve burada kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin, aslında, bir emperyalist proje olduğunu gözlerden ırak tutmaktır. Bunun için bize saldırıyorlar.

Birinci Dünya Savaşı başladığı zaman; Avrupa'da, hem Almanya- Avusturya-Macaristan bloğu, hem de İngiltere-Fransa-Rusya bloğu, savaştan sonra bir Türk devletinin, yani Osmanlı Devleti’nin, ortada kalmayacağı kanaatindeydiler. Her iki şıkta da eğer Almanya savaşı kazanırsa; Almanya, Osmanlıyı göçertecekti. İngiltere-Fransa ve Rusya üçlüsü galip gelirse de onlar göçerteceklerdi. Bunu değiştiren, 1917 Ekim Devrimi oldu. Birinci faktör budur.

Ekim Devrimi; savaşan, yani antant kuvvetlerini bölen, bir devrimdir. Aslında Rusya, Birinci Dünya Savaşının galibidir. Ama Rusya Federasyonu, kurulduğu zaman, bu savaştan kendisine gelecek olan bütün ganimetleri reddetti. Bütün gizli antlaşmaları deşifre etti ve 1918’den sonra, savaş Rusya'yla İngiltere -yani Rusya federasyonuyla İngiltere- arasındaki bir savaşa dönüştü. Bu savaşa dönüşünce -burada da 1921-1922 yılı önemlidir- 1922’ye kadar batılılar, Ekim Devrimi’nin bir macera olduğunu düşünüyorlardı ve eninde sonunda bunun yıkılacağını var sayıyorlardı.

Özellikle Almanya devrimi bastırıldıktan sonra -ama 1921’de Denikin orduları yenildi- 1922’de, eski çarlık Rusya'sına bağlı cumhuriyetler de Sovyetleşerek, Sovyetler Birliği’ni oluşturdular.

Bu olduktan sonra artık dünya, yani batı dünyası, Sovyetler Birliği'nin bu dünyadaki ilk sosyalist devletin, kalıcı olduğu sonucuna ulaştılar. Bu sefer temel çelişkileri, Sovyetler birliği ile oldu. Sovyetler Birliği’nin batıya yayılımını engellemenin bir yolu da bu Osmanlı coğrafyasından geçiyor.

1922’den sonra; İngiltere giderek Sovyetler Birliğine karşı, burada bir tampon devlet olmasını, kendi emperyalist çıkarlarına uygun gördü. Aynı anda, Sovyetler Birliği de İngiliz saldırısına karşı, burada bir Türkiye Cumhuriyeti’nin kendisi için bir tampon bölge olacağını düşündü. Dolayısıyla bu zıt kutuplar Türkiye Cumhuriyeti konusunda aynı düşünceye ulaştılar. Şimdi aslında Türkiye Cumhuriyeti böyle bir tarihsel tesadüfün sonucudur.

Bir diğer, kolaylaştırıcı faktör; İngiltere'nin, hem Fransa'nın, hem İtalya'nın, yani İtalya’ya vadedilen topraklara kendisinin el koymasıdır. Biliniyor, Sykes-Picot Antlaşmasına göre; Musul, Kerkük, Güney, Kürdistan, aslında Fransızlara kalıyordu. Akdeniz de Ege de İtalyanların nüfus bölgesiydi. Aslında; Yunanlıların, Türkiye'ye girişine işgal demiyorum. Türkiye'ye girişi; İngiltere’nin, İtalya’ya o bölgeyi, özellikle Ege Denizi’ni İtalya’ya bırakmamak isteğinin sonucudur. Orada bir oyalama hareketidir. Sonrasında da Yunanistan’ı desteklemekten vazgeçmiştir.

Dolayısıyla; bu projenin, emperyalist bir proje olmasının bir diğer temel nedeni de şudur: 1918 Paris konferansı var. Bunun sonrasında işte Milletler Birliği ve bölge için bir devletler sistemi oluşturulmuştur. Şimdi, bu devletler sisteminde, Kürdistan'a yer yoktur. Bunun nedenleri var, uzun bir konudur girmiyorum ama.

Birinci savaşta; Ruslar, Ermenileri desteklemiştir. Fransızlar, Ermenileri desteklemiştir, İngilizler Rumları desteklemiştir.

Bu ortalıkta, Kürtleri kendisine alternatif gören bir emperyalist güç yoktur. Ve üstelik Güney Kürdistan'da Şêx Mahmut Berzenci'nin İngilizlerle savaşı da vardır. Böyle olduğu için bu devletler sisteminde, Kürdistan'a yer vermemenin bir yolu da Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmaktır.

Şimdi mesela; 1926’da, İngiltere ile Türkiye niye anlaştılar? Bu aslında 1925 ayaklanmasından çıkardıkları sonuçtur. Türkiye şunu anladı: Yani Kuzeyde 1925 ayaklanması gibi bir ayaklanma varken, Güney Kürdistan zaten, İngilizlere-Osmanlılara karşı; işte, Şêx Ubeydullah Nehri’den beri, Şêx Ebdullselam Barzani’den beri, savaşkan bir çizgi izliyorlar. Bunu da katarsak; biz, Kürdistan’ı yönetemeyiz. Onun için Güney Kürdistan’ın, İngiltere'de kalması, Türkiye Cumhuriyetinin yararına gözüktü.

Aynı mantık, İngiltere'de de var. İngiltere de 1925 ayaklanmasından aynı sonucu çıkarmıştır. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti, zaten emperyal bir devlettir. Kuruluşunda da emperyal bir devlettir. Ve üst emperyal devletlerin projesinin bir parçası olarak kurulmuştur. Onun için daha çok ben, alt-emperyal devlet tanımını kullanıyorum Türkiye için.  Bir emperyalist projedir. Demin elde olmadığı için kaynak gösteremediğim bölüm, onun için önemlidir. İngiltere de Türkiye'den değil ama Kürtlerin ayaklanıp, Musul’u onlardan almasından çekiniyorlar. Chester'a geldiğimiz zaman, biraz daha söz ederiz ondan.

Türk devletinin, 25 ayaklanmasından en çok korktuğu, modernist damarla dini damarın, birlikte başkaldırmasıdır ve ondan sonraki uygulamalarına bakıyoruz: 1925 ayaklanmasından hemen sonra, 1925 Ekim-Kasım olabilir. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasına dair kanun çıkardılar.

Şimdi egemen Türk düşüncesi ve bunun Kürdistan'da da Türkiye'nin çoğunluğunda da kendisini sol sayan kesimler, bu yasayı; işte, gericiliğe karşı, ilerici bir laik yasa olarak değerlendiriyorlar.

Oysa bu yasanın hedefi, Kürdistan'daki İslami örgütlenmedir. Yani tekke ve zaviyelerin kapatılmasına dair kanun, irticaya karşı modernist bir kanun değildir. Hatta bir 15 yıl önce, Mazlum Der e gittim, işte: “Gelin bu kanunun iptali için birlikte çalışalım.” dedim. O zaman TEVKURD’de idim. Mazlum Der deki arkadaşlar şaşırdılar: “Sosyalist-devrimci biri, bu yasayı niye iptal edelim diyor?” diye. Çünkü bu, kolonyalist bir yasa! Onlar, 1925 ayaklanmasından çıkardıkları derslerle, o yasayı çıkardılar.

İşin bir diğer yanı da şudur: Dünyanın her tarafında, ulusal kurtuluş mücadelelerinde; dindarlar, hep yer almışlardır ve hep önde yer almışlardır. Bu Latin Amerika’da da böyledir. Bu Afrika’da da böyledir. Bu Orta Doğu’da da böyledir. Dünyanın her tarafında bu böyledir. Çünkü ulusal kurtuluş, bir ulusun kurtuluş mücadelesidir. Dünyada; sadece dindarların, sadece komünistlerin, sadece liberallerin, başarıya ulaştırdığı, bir ulusal kuruluş mücadelesi yok ki!

Ulusun kurtuluşu mücadelesi ise bu ulusun, bütün bileşenlerinin içinde yer alacağı, bir ulusal kurtuluş hareketidir. Hatta bu ulustan olmayan, o ülke toprağında birlikte yaşayan herkesin katılacağı, bir ulusal harekettir. Yani Güney Kürdistan'da, Doğu Kürdistan'da, Kuzeybatı Kürdistan'da, Ermeni, Süryani milletinden ve dininden olan insanlar da işte, Kürdistan Demokrat Partisinde, sosyalist hareketlerde de yer almışlardır. Bu işin tanımı gereği böyledir. Ulusal mesele dediğimiz; bir toprak ve iktidar meselesidir. Bu topraklar üzerinde yaşayan herkesin, birlikte yürütmesi gereken, bir mücadeledir ve hedefinde de devletleşmek vardır.

Dolayısıyla; Şêx Seîd Efendi’nin, bir Nakşibendi şeyhi olması,
kesinlikle bu ulusal harekete ya da bu hareketin ulusal karakterine bir zarar vermez, tersine zenginleştirir. Türk devleti de bunu gördüğü için atağa geçmiştir.

-Mamoste, isterseniz konuyu, bağlayıp toparlayalım. Sizin de vaktinizi böyle çalmamış olurum. Sözü, Chester tavizlerine getirmek istiyorum, nedir bu tavizler?

-Lozan konferansının durakladığı bir dönem var 1922 sonu 1923 Nisan’ına kadar. O dönemde yapılan iki faaliyet var: Bir, İzmir İktisat Kongresi, yanılmıyorsam Şubat 1923’tür.

Bir de bu ABD’yle imzalanan Chester anlaşması. İzmir İktisat Kongresi’nde, bu kongrenin temel mesajı: “Biz kapitalist bir sistem inşa edeceğiz. Batı’yla ilişkilerimizi, en üst noktaya çıkarmak istiyoruz.
Batılı sermayeye ihtiyacımız var. Batıdan gelecek sermayeye özgür şartlar oluşturacağız.” Bu, Batı kampına verilen genel bir mesajdır.

Çünkü 1922’ye kadar, batıda da Kemalistlerin, ittihatçıların, Sovyetler Birliği’nin ilişkileri ve bir de arada bir bunların, sol görünümlü çıkışları var. Hem Mustafa Kemal’in, hem Enver Paşa’nın: “Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme, bizi yutmak isteyen kapitalizme karşıyız.” falan diye beyanları var. Her ikisinin kurduğu komünist partiler var. Enver Paşa, Bakü’de, bir komünist örgütlenmeye gider. Daha sonra Mustafa Suphiler oraya gidince, o Komünist Parti’yi, Türkiye Komünist Fırkasına dönüştürürler.

Bir de Mustafa Kemal’in kurdurduğu bir Türkiye Komünist Partisi var. Çok ilginçtir; 1920 Doğu Halkları Kurultayı’na Türkiye'den, hem Enver Paşa taraftarları, hem Mustafa Kemal taraftarları, hem de Türkiye Komünist Fırkası davet edilir.

Bu aslında tuhaf bir şeydir. Yani Komünterin, o dönem politikalarını tartıştığımız zaman, bunu daha çok gündeme getiriyoruz. Bu nedenle, İzmir İktisat Kongresi :”Bakmayın siz bizim, Sovyetlerle ya da söylediğimiz bu sol görünümlü cümlelere bakmayın. Biz kapitalist bir sistemi inşa edeceğiz ve yabancı sermayeye açık olacağız.” gibi mesajlar üzerine yapılmış bir kongredir. O kongreye de sadece İstanbul-İzmir-Ankara tarafından katılımcılar katılmış ama mesele kimin katıldığı, ne yapıldığı değil, mesele bildirilerdedir. Yani mesajdadır. Mesajla: “Biz kapitalistiz ve emperyalizmin işbirliğine açığız.” Esas mesajı budur.

Chester anlaşmaları, sanırım ilk 1908’de başlar. Chester, petrol şirketlerinin temsilcisidir. Konsorsiyonumları var onların. Osmanlı- Amerikan kalkınma şirketidir ama onun içinde de birçok taraflar var. Bu da Lozan kesintide iken; yani, Lozan görüşmelerine ara verilirken, yeniden başlamasına birkaç gün kala, ABD ile böyle bir anlaşma imzalanıyor.

Bu anlaşmanın esası, 4400 km uzunluğunda bir demir yol hattı inşa edilecek. Bu demiryolu hattının her iki tarafında, 20 kilometrelik arazinin kullanımı bu şirketlere ait olacak. Gerek şimdi petrol çıkarılmış, gerekse illerde de çıkan petrol olursa; yetki, bu şirketin olacaktır. Dolayısıyla madeni, petrolü, ağacı ormanın hepsinin kullanımı, 99 yıllığına bu şirkete veriliyor ancak -oraya gelinceye kadar da ondan sonra da- esas çatışma, Amerika-İngiltere ve Fransa arasında sürüyor. Çünkü bunun kapsamında iki tanesi Karadeniz’de, bir tanesi Akdeniz’de almak üzere üç tane liman inşası var. Trabzon, Samsun ve Ayas’tı, sonra adını Yumurtalık olarak değiştirdiler.

Şimdi Ayas'taki liman, Fransızların işine gelmiyor. Çünkü o bölge Fransa'nın nüfuz bölgesi. Samsun Trabzon'dakiler de orada bir nüfuz bölgesi oluşacak ABD’nin ve hedefinde de Musul petrolleridir.

Burada üç tane güzergâh var: Birincisi, Sivas'tan başlıyor Xarpet yani Elazığ, Ergani, Diyarbakır, Bitlis üzerinden Van'a gidecek hatlardan biri bu. Bir diğeri, Diyarbakır yakınlarında bu hattan koparak
Musul, Kerkük, Süleymaniye'ye kadar uzanacak. Bir diğeri de işte Ayas’a uzanacak bir demir yolu hattıdır.

Şimdi 1923’e gelindiğinde; artık, Musul dedikleri Güney Kürdistan’ın, İngiltere'de kalacağı anlaşılıyor Lozan’ın bitiminden sonra.

Bu Amerika’da da tartışmalara yol açıyor. Amerika'da da standart OIL şirketidir sanıyorum, onun, Musul'da çalışmaları var. Yani, Musul petrolünden hisse almış standart Oil şirketi, o şirket de buna itiraz ediyor, bu Chester anlaşmasına itiraz ediyor. Sonuçta; ABD, bakıyor ki yani hem İngiltere ve Fransa'yla karşı karşıya gelecek, hem de odağında Musul var. Musul İngiltere'ye kaldı. Sonuç itibariyle, anlaşmaya imzalıyorlar ama bu anlaşmanın gereklerini yerine getirmiyorlar. Sanıyorum 1923’ün sonunda, Kasım ya da Aralık’ta, Ankara meclisi de bu anlaşmayı feshediyor.

Şimdi burada şunu da söyleyeyim; yani bu anlaşmaya bakarak, Kemalistlerin vatana ihanet ettiğini söyleyemeyiz. Çünkü bu güzergâhın hiçbiri, Türk yurdu değil. Yani bu güzergâhta işte, Kürdistanlılar var. Yukarıda Pontuslar var, işte Lazika bölgesi var. Güneyde, Hatay-İskenderun sancağı bölümü var. Bunların hiçbiri yani bu güzergâhın hiçbiri, Türk yurdu değil. Dolayısıyla biz Chester'a bakıp, Türkleri vatana ihanetle suçlamıyoruz. Çünkü kendi vatanları değil. Bizim vatanımıza düşmanlık edip, ABD’ye pazarlıyorlar. Yoksa kendi vatanlarına ihanet etmiyorlar. Burası onların vatanı değil. Amerika'ya peşkeş çektikleri topraklar, Türklerin vatanı değil, sonuçta bir alt-emperyalist güç; öbürü, emperyalist güçler, emperyalist güçler arasındaki çıkar anlaşmalarıdır.

Biz onlardan daha makul bakıyoruz; bunu, kendileri bakımından makul sayıyoruz. Onlara da Chester'dan dolayı: “Vatana ihanet ettiniz.” falan demiyoruz. “Hayır, bu bizim vatanımız. Siz bizim vatanımıza düşmanlık ettiniz.” Kendi vatanınız olmadığı için bu bir vatana ihanet meselesi değildir.

ABD’yle geliştirilen ilişkilerin iki önemli nedeni var: Birincisi; ABD, Birinci Dünya Savaşının sonunda aktive oldu. Yani İngiltere ve Fransa gibi savaşın tarafı değil. Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu ile ve onun devamı olarak Türkiye Cumhuriyeti ile ABD arasında, bir savaş yaşanmadı. Bunun için ABD’nin daha makul davranacağı; işte devlet bağımsızlıklarına çok fazla karışmayacağı, kanısını taşıyorlar. İkincisi, Birinci savaştan sonra, İngiltere de Fransa da savaştan dolayı ağır kayıplar yaşadılar. İngiltere'de de Fransa'da da çok fazla para yok ama Amerika Birleşik Devletleri’nde çok fazla para var. Çünkü onlar, çok masraf etmediler.

Üçüncüsü, Sivas Kongresi’nden başlayarak Kemalistler arasında, Amerikan mandası taraftarları var. Bunu en fazla dile getiren Halide Edip Adıvar’dır. Mustafa Kemal'in de Amerikan mandasına yatkın olduğu söylenir. Daha Sivas kongresinden bu yana, bu nedenlerle ABD’ye çok fazla imtiyaz veriyorlar.

ABD’den beklentileri, Lozan görüşmeleri sırasında, -ABD zaten katılımcı değil, gözlemci üye, Sovyetler Birliği de öyle, O da gözlemci üye ama- orada sıkı temaslar var. Eğer bu Chester imtiyazlarını verirsek, ABD Lozan'da bizim pozisyonumuzu destekler beklentisindedirler. Öyle bir sonuç da alamıyorlar aslında. Ama beklentileri bu. Lozan anlaşması da bitiyor. Zaten eğer ortada Musul yoksa bu kadar çok yatırım yapmak anlamlı değil. Onun için işte dediğim gibi bitiyor.

Şimdi, bu demir yolları meselesi, Chester'dan başlamış değil. Yani 1898’de İngiltere'nin sanıyorum; 460 km, Fransa'nın 1200 km, Almanya'nın da 1020 km demir yolu ağları var. Bir de Almanların, Berlin-Bağdat demir yolu projesi var.

Birinci savaşta, bu Chester projesi kesintiye uğruyor. 1918’den sonra bu Berlin-Bağdat demiryolu projesi, artık çöktüğü için bu sahaya, yeni talip lazım. Bu yeni talip de Türkiye Cumhuriyeti bakımından en uygun olanı, Amerika Birleşik devletleridir. Onun için yaklaşık 160000 km karelik bir alanda bir alanın kullanımı, Amerika Birleşik Devletleri’nin bu Chester işte Osmanlı Amerikan kalkınma şirketine verilmiştir.

Bu neyi çürütür? Bu 1918-1923 savaşının, işte bilmem anti-emperyalist olduğu, emperyalizme karşı olduğu, ekonomik bağımsızlığı sağladığı şeklinde ki Türk siyasal düşüncesinin, sağlı sollu Türk siyasal düşüncesinin bu tezlerini çürütür Chester projesi.

Devlet kurmanın bedeli nedir? Ve devlet kurmanın bedellerinin içerisinde uluslararası güç aramak ve yerine göre taviz vermek var mıdır?

Şimdi tabii orada taviz sözcüğü önemlidir. Ve bir de bu kurucu aklın yapısıyla ilgili bir meseledir. Yani mesela, kurucu akıl, o ülkenin ticaret burjuvazisi ise bu mümkündür. Birçok ulusal kurtuluş mücadelelerinde bunu görüyoruz. Çünkü özellikle 19.-20. yüzyıldaki ulusal kurtuluş mücadelelerinde, gelişkin bir kapitalizm yok. Ya küçük burjuva önderlikli devrimci hareketleridir, komünizan hareketleridir ya da işte gelişmekte olan küçük burjuvazi, ticaret burjuvazisi, sanayi burjuvazisi varsa onların önderlik ettiği devletleşmelerdir. Bu büyük ölçüde ona bağlıdır.

Şimdi taviz de ulusal kurtuluşu başarıya ulaştırmak için belirleyecek tavizler, bana kalırsa, ulusal kurtuluş felsefesine aykırı olmamalıdır. Yani, çünkü ulusal kurtuluş aynı zamanda, o ülkenin yeraltı yer üstü servetlerine sahiplik edip, onun halkın hizmetine sunmaktır.

Dolayısıyla, bunu aşan tavizleri; ben, ulusal kurtuluş bakımından doğru görmem, kendi durduğum yer bakımından doğru görmem. Bu, o ulusal kurtuluş mücadelesini desteklememek anlamında değildir. Kendi bulunduğum dünya görüşüm bakımından, durduğum yer bakımından, onu doğru bulmam.

O sınırlar içinde elbette ki yani şimdi sen, bir devletle ilişkiyi kuracaksan, ondan yardım alacaksan, dünyada hiçbir devlet, kendi çıkarlarının ötesinde bir faaliyete girişmez. Yani bugün Amerika Birleşik Devletleri, Güney Kürdistan'daysa, Batı Kürdistan'daysa, Kürtlere olan aşkından dolayı orada değildir. (ABD)Yakın Doğu-Orta Doğu programında, Kürdistan'da kalmaları gerektiğine karar vermişler. Bu onların çıkarlarına uygundur. Ha oradaki Güney Kürdistandaki siyasal partilerimize, şimdi işte hükümetimiz, meclisimiz de bunun bilincinde olarak ama ulusal kurtuluş felsefesine de halel getirmeyecek tarzda ilişkilenmelidir bence. Özellikle Güney Kürdistan söz konusu olduğunda; biz, Türkiye'yle ilişkilerini zaman zaman ulusal kurtuluş felsefesine aykırı ilişkiler olarak görüyoruz. Genel olarak ilişkilenmesini değil, özel tarzdaki ilişkilerini bu bakımdan eleştiriyoruz.

Genelde; siyasette iki şey önemlidir: “Bir prensipler, bir de realite.”
Prensipleri olan fakat realiteden uzak olan bir siyasal mücadelenin, başarı şansı yoktur. Realiteye takılı kalıp, prensipleri görmemek de eninde sonunda, ülke topraklarını yeniden, bu sefer başka tarzda emperyalistlerin, sömürgecilerin kullanımına sunmak olur. Bizim durduğumuz yer bakımından prensipler önemlidir. Ulusal kurtuluşun prensipleri de önemlidir.

-Mamosta, çok teşekkürler.

-Ben teşekkür ediyorum Mehmet Ali.

-İyi akşamlar sağ olun.

-İzleyicilere de sabırları için teşekkür ediyorum. Umarım verimli bir konuşma olmuştur. Sağ olasın görüşmek üzere Mehmet Ali.

Rojeva Kurdistan TV

Posted in: Tirki

Comments

There are currently no comments, be the first to post one!

Post Comment

Name (required)

Email (required)

Website

ÇÖZÜM SÜRECİNDEN SÖZ EDEBİLMEK İÇİN TARAFLARIN BİRBİRLERİNİ TANIMALARI LAZIM
Fuat Önen
ÇÖZÜM SÜRECİNDEN SÖZ EDEBİLMEK İÇİN TARAFLARIN BİRBİRLERİNİ TANIMALARI LAZIM
. Kuzeybatı Kürdistan’daki legal Kürt siyaseti çok kötü bir sınav verdi yani henüz ortada devlet tarafından çizilen bir çerçeve olmadan sırasıyla ”muhatap biziz, muhatap biziz, bizi de muhatap alın” diye sıraya girdiler. Oysa bu mes...

YA DEVRİM, SAVAŞI ÖNLER YA DA SAVAŞ, DEVRİME YOL AÇAR.
Fuat Önen
YA DEVRİM, SAVAŞI ÖNLER YA DA SAVAŞ, DEVRİME YOL AÇAR.
Bölgede ve belki de dünyada, devrimci dinamiklerin en fazla faal olduğu ülke Kürdistan'dır. Maalesef; egemen siyaset tarzı, egemen siyaset sınıfımız, bu gerçekliğin uzağındadır. Ama doğrular inatçıdır ve biz de bu doğruları inatla savunmaya, bütü...

Modernite
Fuat Önen
Modernite
Buradan bir devrim çıkmaz. Önce onu söyleyelim. Bu bir karşı-devrimdir! Kime karşı, karşı devrim? Osmanlı İmparatorluğu'nun bakiyesinde kalan ezilen uluslara karşı bir karşı-devrimdir. Türkiye'deki Sosyalist - Komünist Harekete karşı, bir kar...

TÜRK DEVLETİ'NIN KÜRDISTAN'A DÖNÜK SINIR SEFERİ
Fuat Önen
TÜRK DEVLETİ'NIN KÜRDISTAN'A DÖNÜK SINIR SEFERİ
Kürdistan'daki savaş, esas savaş dinamiği, işgalci-sömürgeci devletlerdir. Bu çok uzun süren, bir işgal olduğu için zaman zaman bu geriler, zaman zaman tırmandırılır. Ama savaş durumu, işgal sürdüğü müddetçe devam eder. 2015, özellikle Temmuz'...

DÜNYA NİZAMININ DAĞILMASININ KÜRDISTANA ETKİLERİ
Fuat Önen
DÜNYA NİZAMININ DAĞILMASININ KÜRDISTANA ETKİLERİ
Bundan sonraki dönem için ben: “Bağımsız Birleşik Kürdistan'ı hedefleyen devrimci partilerin, örgütlerin daha fazla güçleneceğini, Kürdistan’ın bütün parçalarında, özellikle; Kuzeybatı Kürdistan’da da bağımsızlıkçı düşüncenin da...

KÜRDİSTAN TARİHİNDE, 1925 HAREKETİ
Fuad Onen
KÜRDİSTAN TARİHİNDE, 1925 HAREKETİ
1925 ayaklanması dini bir hareket miydi, milli bir hareket miydi? Bunu (bu tartışmaları) yapanlar, esas itibariyle kolonyalistlerdir. Bu hareket milli bir harekettir. Dini motifleri yaygın olarak kullanılmıştır. Hareketin öncüsü, Nakşibendi şeyhidir....

KÜRDİSTAN DEVRİMİ, SÜREKLİ DEVRİM OLMAK ZORUNDADIR
Fuat Önen
KÜRDİSTAN DEVRİMİ, SÜREKLİ DEVRİM OLMAK ZORUNDADIR
Bir parçada başarı kazanmak Kürdistan meselesini çözmez. O başarının kalıcı olması için bir sürekli devrim anlayışına sahip olmamız lazım. Yani Güney Kürdistan'da, bir federal yapı olunca, Güney Kürdistan kurtulmuş olmuyor. Kürdistan meselesi, bi...

KÜRDİSTAN'DA DEVRİMCİ SİYASET
Fuat Önen
KÜRDİSTAN'DA DEVRİMCİ SİYASET
Lenin'in bir sözü var: “Zincirde öyle bir halka var ki o halkayı tuttuğun zaman, bütün zinciri kontrol edersin.” Kuzeybatı Kürdistan için söylersem: “Bu halka, devrimciler örgütünün oluşturulmasıdır.” Bu oluşturulmadığı...

AYRILIKÇI YAZILARIN İKİNCİ CİLDİ ÜZERİNE
Metin Sandalci
AYRILIKÇI YAZILARIN İKİNCİ CİLDİ ÜZERİNE
Bu denli kesin tanımlamalar üzerinden oluşmuş siyasal hedef ve perspektiflerin teorik-pratik etkisi, ikili bir görevle karşı karşıyadır. Bir taraftan yenilgi ve yılgınlıklardan oluşmuş egemen siyaset tarzının etkilerini yıkmak, diğer taraftan devrimc...

Ayrılıkçı Yazılar-2 Kitabı Üzerine Bir Değerlendirme
Nefel Gün
Ayrılıkçı Yazılar-2 Kitabı Üzerine Bir Değerlendirme
Bu kitapta “Bağımsız Kürdistan hayaleti[1]”nden korkanların, bu korktuklarını başlarına getirmek için oluşturulması gereken, devrimciler örgütünün benimsemek zorunda olduğu, teorik ve pratik hat çizilmektedir. Zaten kitabın alt başlığının...

Page 1 of 26First   Previous   [1]  2  3  4  5  6  7  8  9  10  Next   Last   
123movies