1915 Soykırımının Zihinsel ve İdeolojik Arka Planı
Teşkilat-ı Mahsusa‘nın da Sarıkamış harekatında özel operasyonlar için harekata geçirildiğine ve bundan böyle Irkçı-Turancı Osmanlı politikasının vurucu gücü olarak önemli bir yer tuttuğuna tanık olmaktayız. Harekat başlar başlamaz İttihat-Terakki‘nin önde gelen isimlerinden ve Teşkilat-Mahsusa‘nın siyasi şeflerinden Dr. Bahattin Şakir‘e çeteler oluşturarak Kafkasya‘ya girmesi için asker tahsis edilmişti. Kafkas cephesinde yapılacak kontr-gerilla hareketini Bahattin Şakir‘in yanı sıra Bab-ı Ali baskınının ünlü silahşörü Yakup Cemil ve Alman subaylardan Lange örgütlemekteydi. Çete faaliyetlerinin organizesi için İstanbul‘dan Erzurum‘a gelen Bahattin Şakir öyle coşkuludur ki, gelirken yol kavşaklarına “Turan‘a buradan gidilir” diye ok işaretleri ve levhalar koydurmuştu.
Resmi tarih yazıcıları Sarıkamış bozgununu, çoğunlukla “Sarıkamış Felaketi!” diye nitelendiriyorlar. Bazı yazarlar “Sarıkamış Dramı” (A.Müderrisoğlu), bazıları “Sarıkamış Cinayeti” (Hasan Amca) olarak nitelendirirken; 9. Kolordu Kurmay Başkanı Bnb. Şerif (Köprülülü) ise “Sarıkamış İhata (Kuşatma) Manevraları ve Meydan Muharebeleri”[304] olarak adlandırmış. Resmi tarihçilerin bile, 90 bini aşkın askerin soğuktan donarak, hastalık veya açlıktan kaybedildiğini kabul etmelerine rağmen, Cumhuriyet döneminde “şehitlerin anısına” yaptırılan anıtta şöyle yazmaktadır; “Birinci Dünya Harbinde, 1914 Senesi Aralık Ayında Yapılan Meydan Muharebesinde Vatanları uğruna ölen Aziz Türk Şehitlerinin Yüksek Hatıraları İçin”... (305)
Ermeniler dolayısıyla Doğu cephesinin her an Rusların eline geçebileceğini, bu yüzden bir an önce Gürcistan’ın işgal edilerek, Azerbaycan’a ulaşılmasını hesaplayan Başkomutan vekili [306] Enver Paşa, acele zafer peşindedir. Daha savaşa girmeden çok önce Almanya’nın özendirdiği Turan hayalleri, Azerbaycan’a ulaşılarak Orta Asya’daki Müslümanlara ulaşılacağı kurguları, onları büyülemiştir. (307) İttihad-Terakki’nin Türkçü ideologu Ziya Gökalp bu düşünceyi şöyle sloganlaştırmıştı: “Düşmanın ülkesi viran olacak, Türkiye büyüyüp Turan olacak!”
Osmanlı ordusundaki Alman nüfuzu sayesinde Almanya‘nın hemen tüm politik istekleri kolayca uygulanabilmektedir. Alman politikacıları, Osmanlı Devletinin savaşa sokulmasından hemen sonra 14 Kasım 1914 günü İslam Halifesi sıfatıyla Sultan Reşat‘ın tüm Müslümanlara hitaben bir “Cihat Çağrısı” yapmasını sağlamışlardı. Böylece Hilafet otoritesine bağlı oldukları umulan Kafkasya, Orta Asya, Afganistan ve Hindistan‘daki tüm Müslümanların ayaklanarak İngiliz ve Rusları geriden vurabilecekleri düşünülüyordu. Alman Genelkurmay başkanı Moltke, 5 Ağustos 1914‘de Dışişleri bakanlığına gönderdiği bir yazıda Hindistan, Mısır ve Kafkasya‘da isyanlar çıkarılmasının büyük bir önem taşıdığını belirterek, Türkiye ile yapılan anlaşmanın bu konunun gerçekleştirilmesi ve İslam fanatizminin harekete geçirilmesi için Dışişleri Bakanlığına uygun ortam yarattığını (308) bildirmektedir. Ne var ki “Kutsal Savaş” çağrısı beklenen etkiyi yapmamış, ne Rusya ne de İngiltere‘nin sömürgelerindeki Müslüman halklar ayaklanmamıştı. Aksine, Arap milliyetçileri İngiltere‘nin Osmanlı İmparatorluğuna müdahalesini, kendileri için de bir kurtuluş yolu olarak görmeye başlamışlardı. İttihat-Terakki, bütün Müslümanları Hilafet bayrağı altında toplayacağım derken, yüzyıllardır Osmanlı yönetimindeki Arapları da kaybetmektedir. Asya Müslümanları Cihad çağrısına kulak vermek bir yana, Rus ve İngiliz ordularında sırf Müslüman askerlerden oluşan birlikler savaşmaktaydı Osmanlılara karşı.
Osmanlı-Alman işbirliğinin Pan-İslamist kurguları Kanal Seferi’nde çöllere, Pan- Türkist düşleri de Sarıkamış‘ta karlara karışmış oldu.
Ali İhsan Sabis, Enver Paşa’nın Almanların çabuk zafer kazanacağını umduğunu, hemen saldırıya geçilmezse zaferden pay almanın güçleşeceğine inandığından Genelkurmaydaki itirazlara rağmen saldırıyı başlatmış olduğunu öne sürer.[309] Kafkasya cephesinin hazırlıksız ve aceleyle açılmasının bir başka önemli nedeninin de Polonya topraklarında Rusya ile çarpışan Almanya‘nın yükünü hafifletmek, Rusların Polonya cephesinden Kafkasya‘ya güç kaydırmalarını sağlamaya yönelik olduğu söylenebilir. Almanların kurmay subaylarıyla harekata üst düzeyde katılmış olmaları Kafkas cephesine verdikleri önemi göstermektedir. Osmanlı Genelkurmay Başkanlığına atanan General Bronsart von Schellendorf, Enver Paşa ile birlikte cepheye gelmiş, Kurmay Başkanı olarak harekata katılmıştı. 3. Ordu Kurmay Başkanı olan Yarbay Felix Guse ise harekat planlarını hazırlamakta, birliklerin sevk ve idaresine katılmaktaydı.[310] Enver Paşa‘nın harekat sırasında Erzurum Kalesi komutanlığına Albay Posselt‘i atamasıyla cephedeki Alman ağırlığı daha da artmış oldu.[311] 3. Ordunun böyle bir harekat için hazırlıksız olduğunu düşünen Komutanlar ise ya istifaya zorlanmış veya görevden alınmışlardı; 3. Ordu Komutanı Hasan İzzet ve 9. Kolordu Komutanı Ahmet Fevzi...
Harp okulundan hocası olan Hasan İzzet Paşa’yı harekat konusunda azarlayan Enver Paşa ona şöyle der: “Hatalı davrandınız! Başarılı olamadınız! Rus ordusu burada yok edilmeliydi. Şimdi hemen harekete geçip, Rus ordusunu Sarıkamış’ta yok edeceksiniz!” (16 Aralık 1914)
Hasan İzzet Paşa, kış şartlarında bir askeri harekatı doğru görmemektedir: “Olmaz! Havaları görüyorsunuz. Her yerde kar var. Karakış başlamıştır. Bu şartlar altında, bu mevsimde harekât bir faciaya dönüşebilir. Kış şiddetini kaybetsin, yollar açılsın, düşmana haddini bildiririz.”
“Eğer hocam olmasaydınız, sizi idam ettirirdim!”
Ve Enver Paşa’nın ünlü sözü: “Eğer hocam olmasaydınız, sizi idam ettirirdim!” Harekatın muhalif komutanı Hasan İzzet Paşa’yı komutanlık görevinden azledilir. Hasan İzzet bunun üzerine ordudaki bütün görevlerinden istifa etmiştir.
Sarıkamış harekatının başarısız kalacağı öngörüsünde bulunan ve ilkbahara kadar beklenmesini öneren kurmaylardan biri de Alman generali Liman von Sanders’tir. Ancak, Ruslara karşı polonya üzerinden harekete geçen Almanya’nın, Rus ordusunun bir kısmının Kafkaslarda oyalanmasına ihtiyacı vardır. Bu yüzden harekat teşvik edilmiştir.
Başlangıçta karşı olmasına rağmen sonradan çok daha hızlı bir “Kafkasya Fatihi” olma sevdasına kapılan “damat” unvanlı başka bir komutan daha vardır; Albay Hafız Hakkı.. Öyle ki hazırlanan planların da dışına çıkarak Enver Paşa‘dan önce Sarıkamış‘a geçen Hafız Hakkı, Hopa'ya çıkarma mümkün olduğunu, Hopa'dan askeri harekata ait yol ile Çoruh nehrine varılabileceğini, böylece Hopa'ya çıkarılacak tümenin Batum üzerine yürüyebileceğini bildiriyordu.
Bu rapor üzerine 27 Kasım'da Enver Paşa doğudaki üçüncü orduya yeni bir saldırı için emir verdi.Doğudaki ordunun böyle bir harekat için elverişsizliği hakkında kendisini uyaran Kazım Karabekir’e şöyle cevap verir: "Senin doğudaki durumdan haberi yok galiba. Ordumuzun bir çok fedakarlıkla elde ettiği Azap - Gerek - Sıçankale hattından çekilmesi ile anarşiye sürüklendi. Valiler, İttihat ve Terakki'nin mensupları bile Talat beye ve bana şifreler çekiyorlar. Bunun için Hafız Hakkı beyi oraya gönderdim. Durumu yerinde görüp bana bildirecektir..."
Hafız Hakkı, Enver’e çektiği ikinci telgrafta şöyle rapor vermektedir:
“Dağlar üzerindeki yolları keşfettim. Bu mevsimde bu yollardan hareketin mümkün olduğuna inandım. Buradaki kolordu ve ordu komutanları yeterli ölçüde inançlı ve kararlı olmadıklarından böyle bir saldırıya samimiyetle taraftar olmuyorlar. Bu saldırı vazifesi rütbem düzeltilerek bana verilirse ben bu işi yaparım.”
Hafız Hakkı’nın planı, bir kolordu ile cepheden, iki kolordu ile Bardız-Olti üzerinden Rusları kuşatarak Kars‘la olan geri bağlantılarını kesmek ve Sarıkamış‘ı almaktı. Harekatı başarıya ulaştırabileceğine dair güvence veren Hafız Hakkı, bu nedenle rütbesi yetmemesine rağmen terfi ettirilerek 10. Kolordu Komutanlığına getirildi.
Oysa gerçekler başkadır, ordunun durumu perişandır; Doğu cephesine sürülen toplam 190 bin kişi ve 60 bin hayvandan oluşan 3. Ordunun silah ve giyecek dahil yeterli hiçbir donanımı yoktur; ancak birkaç günlük erzakı kalmıştır. Yiyecek gereksiniminin çevre illerden kısa sürede sağlanması mümkün değildir; durduğu yerde bile doyurulamayan bu ordunun harekat halinde gerilerden beslenebilmesi için gerekli ulaşım araçları yoktur. Kışın dondurucu soğuğuna karşı erlerin kışlık giyeceği bile bulunmamaktadır.
Arabistan’ın cehennemî sıcağı Köprüköy’deki ayaz yanında nimet-i ilâhi imiş
O günlere şahit olan bir askerin mektubunda şu ifadeler yer almaktadır:
“Bu yaz, iki alayımızla Yemen’den buraya naklonulduk. Yola koyulmamızdan dört ay sonra buraya ulaştık ki, Arabistan’ın cehennemî sıcağı Köprüköy’deki ayaz yanında nimet-i ilâhi imiş. Burada çadırın perdesi buza kesmiş oğlak kulağı gibi kırılmakta ve kopmakta. Bölük kumandanım, beni sıhhiyeye nakletmiş ise de, tabip ve ilaç yokluğundan çaresiz kalıp tekraren takımıma döndüm. Akşam yaklaşınca Köprüköy’e civar dağlardan tipi boşanır. Kumandanımız, gelecek cuma Başkumandan Enver Paşa Hazretleri’nin teftiş ve hücum için geleceğini müjdeledi. O gelinceye kadar da yün içlik, çorap ve paltoların verileceğini ve Yemen yazlıklarını atacağımızı müjdeledi. Allah, devlete ve millete zeval vermesin. Başkumandan Paşa Hazretleri’nin gelmesi ile, Moskof’un kahrolacağından ve kâfirin, karşımızdaki tepelerde geceleri seyrettiğimiz ocaklı ve mutfaklı karargâhlarını ele geçireceğimizden subaylarımız çok emin. Şafak söktüğünde 2059 rakımlı Kızkulağı Tepesi’nden Moskof obüs yağdırır ama şükrolsun, zafer bizim olacak. Gece bastırdığında, tepelerdeki Moskof ocaklarının ateşi gözlerimizdeki ayazı tandır közüne tebdil eyler. Başkumandan Paşa Hazretleri acele gelse ki, ateşe kavuşsak...”[1]
Nihayet Enver Paşa, Alman Genel Kurmay Başkanı Schellendorf, ve Alman Harekat Şubesi Başkanıyla birlikte Doğu cephesine ulaşır. 9.Kolordu Kurmay Başkanı Bnb. Şerif Bey‘in yazdığına göre askerlerin bu aç ve perişan halini bizzat yerinde gören Enver Paşa ertesi gün orduya şöyle bir tamim yollar;
“Askerler! Hepinizi gördüm. Ayağınızda çarığınız, sırtınızda paltonuz olmadığını gördüm. Lâkin karşınızdaki düşman sizden korkuyor. Yakın zamanda taarruz ederek Kafkasya‘ya gireceğiz. Siz orada her türlü nan ü nimete kavuşacaksınız.”[312]
İlerlemenin ne zaman ve nasıl gerçekleşeceği ve bu zaman içerisinde ordunun ihtiyaçlarının nasıl karşılanacağı bir yana, Rusların geri çekilirken yiyecek depolarını yaktıkları düşünülürse; Komutanların orduyu daha çok yağmacılık beklentisiyle doyurmaya çalıştıkları anlaşılmaktadır. Bu anlayışın sonuçları hemen görülmeye başlamıştır; tamamen donatımsız ve erzaksız savaşa sürülen birliklerin ihtiyaçlarını halktan gidermeleri emri, kent, kasaba ve köylerin yağmalanmasına ve tam bir haydutluğa dönüşmüştü.[313] (Öyle ki 36 yıl sonra Ruslardan kısa bir süre için geri aldıkları Olti ve Bardız‘ı çekirge sürüsü gibi talan edenler de yine kendileriydi.)
Daha sonra anılarını yazan 9.Kolordu Kurmay Başkanı Yarbay Şerif (Köprülülü), Enver Paşa ile Hafız Hakkı Paşa arasında “Kafkas Fatihi” olmak uğruna bir rekabet olduğunu öne sürmektedir. Hafız Hakkı‘nın Enver‘den önce cepheye gelerek ordusuyla kendi başına çevirme harekatı yapmasını, Enver Paşa‘nın da görevini bırakarak alelacele cepheye gelip 3. Ordu Komutanlığını üzerine almasını ve daha sonraki birçok askeri hataları hep bu rekabet ve kıskançlığa bağlamaktadır.[314] Eski İttihatçılardan Hasan Vasfi (Hasan Amca) ise bu tezi dışlamakta, Enver Paşa‘nın bu seferi bizzat yönetmesinin, idealist nedenlerden değil Alman işbirlikçiliğinden kaynaklandığını savunmaktadır. Ona göre, bu iki komutan da Alman genel karargahının verdiği kesin emri uygulamaktan başka bir şey yapmamışlardı. [315]
Savaşta Kürtlere de önemli bir rol biçilmişti.
Osmanlı Ordusunda subaylık yapmış olan M. Emin Zeki, Doğu cephesinde Erzurum’daki 9., Sivas’ta 10., Elazığ’da 11., Musul’daki 12. orduların büyük bir bölümünün Kürtlerden oluştuğunu yazmaktadır. Bunun dışında daha savaş başlamadan Hamidiye Alayları yeniden düzenlenerek “İhtiyat Süvari Kolordusu” adıyla yeni bir kolordu oluşturulmuştu. Enver Paşa, Doğu Cephesinde Ruslara karşı ileri harekat emrini verdiğinde, Kürt aşiretlerinden oluşturulan Fazıl Paşa komutasındaki İhtiyat Süvari Kolordusu‘nun “Kafkasya içlerine dalarak oralarda ayaklanmalar çıkartmasını ve Rus ordusunu arkadan vurması”[316] nı emretmektedir Kurmay Başkanı Yarb. Aziz Semih (İlter) ise, 17 bin kişiden oluşan Süvari Kolordusu‘nun Ruslarla ilk çatışmalardan sonra dağılarak mevcudunun 700‘e indiğini, gerek donanım gerek örgütlenme bakımından savaşacak durumda olmadığını[317] yazmaktadır. Aşiret Alaylarının bu kez cephede savaşmaya çok fazla niyetli olmadıkları görülmektedir. Buna karşılık, içe yönelik baskın ve yağma hareketlerinin daha çekici geldiği söylenebilir.
Teşkilat-ı Mahsusa ve Kafkas Cephesi
Teşkilat-ı Mahsusa‘nın da Sarıkamış harekatında özel operasyonlar için harekata geçirildiğine ve bundan böyle Irkçı-Turancı Osmanlı politikasının vurucu gücü olarak önemli bir yer tuttuğuna tanık olmaktayız. Harekat başlar başlamaz İttihat-Terakki‘nin önde gelen isimlerinden ve Teşkilat- Muhsusa‘nın siyasi şeflerinden Dr. Bahattin Şakir‘e çeteler oluşturarak Kafkasya‘ya girmesi için asker tahsis edilmişti. Kafkas cephesinde yapılacak kontr-gerilla hareketini Bahattin Şakir‘in yanı sıra Bab-ı Ali baskınının ünlü silahşörü Yakup Cemil ve Alman subaylardan Lange örgütlemekteydi. Çete faaliyetlerinin organizesi için İstanbul‘dan Erzurum‘a gelen Bahattin Şakir öyle coşkuludur ki, gelirken yol kavşaklarına “Turan‘a buradan gidilir” diye ok işaretleri ve levhalar koydurmuştu.
Teşkilat-ı Mahsusa‘nın örgütlediği çeteler Sarıkamış harekatı sırasında, Ardahan‘ı bir hafta süreyle ele geçirip, İstanbul‘a "Ardahan‘dan selam" telgrafı çekmeyi başardıkları bir girişime de imza attılar. Alman Binbaşı Stange komutasındaki bir Alay, Dr. Bahattin Şakır‘in emrine verilen bir kısım asker ve özel örgütün topladığı silahşörler Rize yakınlarında karaya çıktı. Rusların elinde bulunan Kars-Ardahan yörelerden gizlice toplanan iki bin kadar gönüllüyle sayıları beş bini bulan karma birlik, Ardanuç yönünden gelerek Ardahan önlerine varır. Ardahan‘da bulunan Rus Albayı Henike Türk kuvvetleri karşısında elindeki üç plaston taburuyla şehri savunamayacağını düşünerek, çatışmaya girmek istemez ve Ardahan‘ı terk ederek kuvvetlerini Akhalzike yönüne çeker. Böylece Türk birliği çatışmaya girmeksizin kolay bir zafer kazanmış ve 29 Aralık 1914‘de Ardahan‘a girmiştir. Ancak bu zafer kısa sürmüş, 4 ocak 1915 günü sonra Kafkasya‘dan destek gelen Sibirya Kazak Tugayı şehri kuşatınca, Bahattin Şakir, Albay Sange ve Yakup Cemil o gece Çetecilerle birlikte halka haber vermeden sessizce Ardahan’ı terk edip kaçmak zorunda kalır. Ardahan‘ın Türk ahalisi sabahleyin hiçbir savunma önlemi alınmadan ve uyarılmadan terk edildiklerini öğrendiklerinde artık çok geçtir. Teşkilat-ı Mahsusa‘nın kolay zaferi acı bir hezimete dönüşmüştür.
Söz konusu “Çeteler” Kafkasya’daki Müslüman halkların ve Türklerin desteğini örgütlemek gibi çok iddialı amaçlarını yerine getiremezken, cephenin beri tarafındaki gayrı Müslimleri terörize etmek konusunda oldukça “başarılı” oldular. Sarıkamış harekatının başlamasıyla birlikte Başkale‘de 1600 kadar Ermeni ve Nesturi‘nin Hamidiye Alaylarınca öldürülmesi; Saray ve köylerinde, Eleşkirt‘te jandarma ve aşiret çetelerinin baskıları bunun birer örneğiydi.
Enver Paşa 19 Aralık'ta Üçüncü Ordu Kumandanlığını üstüne aldı. Bronsart Paşa onun kurmay başkanı oldu. 9.Kolordu 20 Aralık'ta Köprüköy kuzeyindeki dağ geçitlerinde sefere hazır bekliyordu. 10.Kolordu Erzurum-İd yolu üzerinden, Tortum vadisinden Kale boğazına doğru yürüyordu. Kolbaşları ise Sivridağ tepesinde idi. Geçitler karla doluydu. Ayın yirmibirinde kar yeniden yağmaya başladı ve iki gün şiddetle sürdü. Kışın yüksek dağlarda haberleşmenin kesileceği düşünülmüştü ve birliklere birkaç gün geçerli olmak üzere yürüyüş planları verilmişti. İlk iki gün yürüyüş verilen planlara göre yapıldı. Kolordular emredilen hedeflere vardılar. İstümin Rus Tugayı İd'den Oltu'ya doğru atıldı. Bin civarında esir bıraktı. Ordu karargahı yirmiüç aralıkta İd'e geldi. Türkler kuşatma harekatı için Hafız Hakkı'nın isteğine göre Tortum Gölü güneyinden dolaştıkları için Rus Tugayı'nı tamamen yok edemediler. Olti'ye çekilen düşman dikkate alınmaya değer bir varlık gösteriyordu. Bu sırada 9.Kolordunun yürüyüş hattından Aras vadisine giden yollar ve özellikle Kötek'e giden yolun karla kapandığı haberi gelmişti. Bunun üzerine 9.Kolordu ayın yirmidördünde Bardız'a yürüdü. 10.Kolordu ise Olti'de toplantı. İleri kıtaları ise Kars şösesine doğru ilerledi.
Enver ve Hafız Hakkı Paşaların akıl almaz tutumları
Sonradan anılarını yazan birçok subay, harekat sırasında Kurmay heyetinin, özellikle de Enver ve Hafız Hakkı Paşaların akıl almaz tutumlarına da birçok örnek vermişlerdir. Hafız Hakkı Paşa zaten perişan durumda olan askerleri, yürüyüşü kolaylaştırır gerekçesiyle ağırlıklarını bırakarak, biraz erzak olan sırt çantalarını ve kendilerini dondurucu soğuktan biraz olsun koruyan kaputlarını çıkartarak yürüyüşe zorlaması örneklerden birisidir. Birlikler arasındaki haberleşme ağı öylesine derme çatmadır ki; koca tümenler, kolordular karlı dağlarda yollarını kaybetmekte, komutanlar birliklerinin nerede olduğunu bilememektedirler; örneğin yollarını kaybeden 31. ve 32. tümen 23 Aralık‘ta düşman kuvveti sanarak gün boyunca birbirleriyle çatışmışlar, binlerce kayıp vermişlerdir. Koca orduya doyurmak için, erzak yerine zaferden sonra Kafkasya‘daki zenginlikleri vaat eden komutanların yağmacılığı özendirmeleri sonucu Ruslar‘dan alınan Olti’ye giren 30. tümenin aç askerleri kasabayı talan etmiş, halka zorbaca davranmış, üstelik geri kalan birliklere de hiçbir şey bırakmamışlardı. Bu kadar büyüklükte bir orduya erzak temin etmek için Erzurum valisi Tahsin Paşa, çarşaflardan yırtılıp dikilen un çuvallarını tipi ve ayazda 12-17 yaşlarındaki çocukların sırtına vererek dağlara göndermeye kalkmış; çocukların 82‘si yolda donarak ölmüş, 32‘i de zattürreye yakalanarak sonraki günlerde yitirilmişti. Daha bıyığı terlememiş çocuk yaştaki gençlerin Sarıkamış cephesine sürülmesine Halk arasında o günden bugüne gelen deyişler yakılmıştır:
“Mızıkalar çalınıyor
Asker olan gelsin deyi
Onyedili asker olmuş
Topluyorlar ölsün deyi”
Enver Paşa‘nın soğuk, açlık ve hastalıktan dermanı kalmamış savaş döküntüsü erleri durmadan ileri saldırıya ve yürüyüşe zorlaması; 5.kez ağır yaralanarak tedaviye kaldırılan bir askeri “Pazarlık ölene kadar!” diyerek cepheye göndermesi çok ünlüdür ve İttihatçı Osmanlı yönetiminin mantalitesini gösterir. Kendisi kurmalarıyla birlikte “geri çekilirken”, kendisi gibi “geri çekilen” başka komutanları “mevziyi terk etmiş kurşuna dizin!” diyerek idam ettirmeye çalışması; “Saldırı sırasında her üst, bir adım geri atanı derhal tabancası ile öldürecektir” gibi emirler vermesi; askeri planlarını eleştiren komutan ya da arkadaşlarını „eğer şöyle olmasaydı seni astırırdım“ gibi tepkileri gibi kişisel niteliklerini gösteren birçok olguyu da bu harekat sırasında görmek mümkündür. (Enver Paşa sonraki yıllarda bir sohbet sırasında, kayıplar için hayıflanan Harbiye Nezareti Ordu Daire Başkanı Behiç Bey’e şöyle diyecektir; “Bunlar nasıl olsa bir gün ölecek değiller miydi!”)
26 Aralık 1914 günü, damat Hafız Hakkı Paşa, kısa yoldan Sarıkamış’ı almak hayaliyle komutasındaki 9. Kolorduyu Allahuekber dağından yürüterek, askerlerin % 90‘ının donarak ölmesine neden olması sadece askeri bir çılgınlık değil, insanları kitleler halinde ölüme gönderebilen ruh yapılarını ve siyasi mantıklarını da gösterir. Görünüşe göre Sarıkamış'a bir an önce ulaşmak için en kestirme yol budur... Bir haftadan beri lojistik destekten yoksun birlikler yorgun, aç ve perişan durumdadırlar. Asker, emir ve komuta zinciri içinde disiplinle dağa çıkar. Dağın eni 20 km. boyu 40 km. olan bir yayladır. Ani bir kar fırtınası başlar. Asker, düzenini yitirir. Emir-komuta zinciri kopar. Askerler dağılır, uçurumlara atılır, kar ve buz derelerine gömülüp kalır...
Kurtulanların çoğu çıldırmış, ayakları şişmiş, etleri dökülüyordu...
Bu kar cehenneminden tesadüfen kurtulan bir tanık, olayı şöyle anlatmaktadır:
"En nihayet dağa çıktık. Bizi vahşi manzarasıyla karlı bir yayla karşıladı. Son derece yorulmuş ve bitkin düşmüştük. Keskin bir rüzgâr ve şiddetli bir tipi başladı. Bu andan itibaren göz gözü görmez oldu. Kimsenin kimseye sesini işittirmesi imkânı kalmadı. Asker dağıldı. Herkes kendi canının derdine düştü. Enginlerde, dere içlerinde, orman bucaklarında nerede bir kara nokta, duman çıkan bir ocak gördüyse oraya saldırdı. Ve de kolordu uçsuz bucaksız yaylada dağıldı... Subaylar çok uğraştılar, fakat kimseye söz işittirmek gücü kalmamıştı. Yol kıyısında karların içine gömülmüş bir asker, bir yığın karı kollarıyla kucaklamış, titreyerek, feryat ederek dişleriyle kemiriyor, tırnaklarıyla kazıyordu... Zavallı çıldırmıştı... Bu lanetli zirvelerde 40 bin kişilik 10. Kolordu, bir günde karlara gömülmüştü... Kurtulanların çoğu çıldırmış, ayakları şişmiş, etleri dökülüyordu..."[2].
Ordu Sarıkamış’ta büyük bir bozguna uğrar. 29. Fırka karlı ormanlar içerisinde dağılıp perişan olur. 87 ve 85. Alaylar karlı vadilere atılarak karlar içinde donup kalır. 9. Kolordunun hemen yarısının donduğu, bir gece yürüşünün sonunda anlaşılır. 28 bin askerden oluşan 29. Fırkanın mevcudu 300 askere inmiştir. Sarıkamış‘ı arkadan kuşatarak alma iddiasıyla yola çıkan Hafız Hakkı Paşa komutasındaki 10. Kolordu ise 40 bin kişiden 11 bin 200 kişiye inmiştir.
“Derler ki, o yıl kurtlar insan etine doydu. Birçok cesedin gözlerini kuşlar oymuştu. Arkadan gelenler, gördükleri korkunç manzara karşısında yıkılıyorlar, açlık da son haddine ulaşıyordu. ... Kimi çömelmiş, kimi oturmuş, kimi yuvarlanmış, kimi bir ağacın gövdesine dayanmış kardan heykellere dönüşmüşlerdi.”
108 subay Ruslar tarafından tutsak alındı
12 gün sonucunda ciddi bir savaş bile verilmeden büyük çoğunluğu donarak ya da açlık, tifüs ve benzeri hastalıklardan 90 bini aşkın asker[318] kaybedilmiştir. 9. Kolordu Komutanı İhsan (Ali İhsan Sabis), Kolordu Kurmay Başkanı Yarbay Şerif (Köprülülü), 17, 27 ve 28. Tümen Komutanlarıyla beraber 108 subay Ruslar tarafından tutsak alındı. Geri kalanlar perişan bir halde geri çekilir ve yerlerini Rus ordularına terk eder. Enver Paşa ise 7 Ocak 1915‘de işin vahameti belli olduğunda Erzurum üzerinden İstanbul‘a geri dönmüştür. Binbaşı Şerif Bey sonradan şöyle yazacaktır;
Enver Kaçtı...
“Enver Bardız‘a kaçtı. Ordunun başarıyla savaştığını söyleyerek yalanlar söyledi ve Hadik‘li Kürd Paşa‘nın yardımıyla Pasinler‘e, oradan Erzurum‘a atladı. Katil, bütün evlâtlarını dişlediği, boğup yediği Erzurumluların gözüne gözükmedi. Vali Tahsin Bey‘in sağladığı bir kızağa büzülerek ürkek ve sinsi Sivas‘a defoldu. Bu iki canavar (Enver ve Hafız Hakkı Paşalar) 80 bini aşkın vatan evlâdını Sarıkamış ormanlarının korkunç derelerinde, Allahuekber dağının ıssız vadilerinde karlara gömdüler ve kaçtılar.”[319]
Doğu cephesindeki bu büyük bozgun hem Almanya, hem Osmanlılar için büyük bir darbe olmuştur. Sarıkamış bozgunu, Turan yolundaki parlak hayallerin de sonu anlamına geliyordu.[320]
Rus Kurmay Başkanı Pietroroviç’in Moskova’daki askeri müzede sergilenen, anılarını şu ifadelerle bitirmektedir: “Allahuekber Dağları’ndaki Türk müfrezesini esir alamadım. Bizden çok evvel Allah’larına teslim olmuşlardı. 24.12.1914 Perşembe.”
9. Kolordu‘nun üst düzey komutanlarının ilk tutsaklık gününü geçirdikleri ve 10. Kolordunun askerlerinin % 80‘nini yitirdiğinin belli olduğu 5 Ocak 1915 günü Babıali basınında çıkan resmi açıklama ise şöyledir;
“Büyük Zafer!”, “Her Taraftan Zafer Haberleri Geliyor“ [321]
“Sarıkamış felaketi” diye adlandırılan bozgunun faturası da sonraları Ermenilere çıkarılarak, Ermenilerin, Osmanlının cephe gerisinde ne büyük tehlikelere yol açtıklarına bir kanıt olarak gösterilecekti.
Sarıkamış bozgununun gösterdiği olgulardan biri; kendi kumanda sorumluluğu altında dindaşı ve soydaşı olan askerleri bile bu kadar acımasızca ve akıl almaz tutumlarla telef edebilen bu kurmay heyetinin; düşman gördükleri bir toplumu yok etme konusunda ne kadar gözü kara davranabileceklerini göstermesidir. Hele bu, onlara, kaybedilen bir savaşta kişisel sorumluluklarını gizleme, nefreti o toplumlara kolayca yönlendirme fırsatı veriyorsa... Zaferler kazanmayı umduğu kendi ordusunun bile ne yiyip ne giyineceğini düşünmeden onları zemheri soğuğunda karlı dağ başlarında donmaya zorlayanların; düşman gördükleri bir ulusa neleri reva görebileceklerini tahmin etmek zor olmasa gerek..
Harekat boyunca verilen resmi emirlerle aç askerlerin her türlü ihtiyacını Kafkasya‘dan karşılayacaklarının söylenmesi, sürekli olarak yağmacılığa motive edilmeleri genel bir anlayışı yansıtmaktadır. Soykırım mekanizmalarının gasp, ganimet ve soygunculuğa özendirilerek işletildiği düşünülürse, bunun resmi bir anlayış olduğunu yine Sarıkamış harekatında izlemek mümkün görünmektedir.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Muzaffer Taşyürek: “Sarıkamış’ı Belir misiniz?”
[2] Adli AYTER, “26/27 Aralık 1914: Sarıkamış Felaketi...”
[304]Şerif Köprülülü, “Sarıkamış İhata Manevrası ve Meydan Muhaberesi”,Genelkurmay Askeri Harp Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı, İstanbul 1338/ Necmi İstiklal Yayınları, İstanbul,1922.
[305] Burada da kimi tarihsel olguların “yok” sayıldığı gibi, kimi şeylerin de “yok”tan “var” edildiği tipik bir “tahrifatçılık”la daha karşı karşıyayız. İyi niyetli olmaya çalışan tarihçilerin bile “felaket” diye nitelendirdikleri bu askeri harekat sonucu kaybedilen askerler bir “Meydan Muharebesi”nde kaybedilmişler gibi gösterilmektedir. Herhalde, insan hayatına önem vermeyen, acımasız, saldırgan politik ihtiraslar yüzünden dağlarda donmaya zorlanarak öldürülmüş bu genç askerlerin ruhları, tepelerine dikilmiş bu yalan abidesi yüzünden her gün azap çekiyor olsa gerek...
Bu olayın nasıl nitelendirildiği, Türk politikacılarının o dönemin olgularına bakışındaki yanlılık ve sübjektivizmi, tarihi olgular karşısındaki kompleksi de göstermektedir. Bu olgunun ”felaket” olarak nitelendirilmesi bile böyledir. Yenilgiyi “felaket” diye niteleyince olgu “tanrısal bir kaçınılmazlık, bir kader” haline geliyor; böylece ne emperyalist yayılmacılık, ne ırkçı-Turancı maceracılık, ne de bu yönetimlerin insan hayatına önem vermeyen anlayışların sorgulanmasına da gerek kalmamış oluyor. “Türk askeri yenilmez!” olduğuna göre, bu durum olsa olsa ancak “felaket” olarak açıklanabilir!
[306] Osmanlı düzenine göre “Başkomutan” Sultan‘dır, fakat uzun yıllardır fiilen orduyu yönetmedikleri için Osmanlı Sultan‘larının “Başkomutan”lıkları daha çok manevi ve sembolik bir anlam taşımaktaydı. Bu nedenle 1. Dünya Savaşında Ordunun komutasındaki tüm yetki Başkomutan Vekili olarak Enver Paşa da bulunmaktadır. Enver Paşa aynı zamanda Hükümette de Harbiye Nazırı (Savaş Bakanı)‘dır. Alman General Bronsart von Schellendorf ise Osmanlı Genelkurmay Başkanı olarak en yetkili ikinci kişidir.
[307] Almanya‘da yayınlanan -“Osmanischer Laute”de yazan Doğu Bilimleri uzmanı Freiherr Mam von Oppenheim ve “Yükselen Hilal” kitabının yazarı Prof. Ernst Jackh Pan-İslamizm ve Pantürkizm’in teorisyenliğini yapmaktaydı.
[308] Fritz Fischer, “Griff Nach der Weltmacht” (Aktaran A.Müderrisoğlu, agy. s.148)
[309] Ali İhsan (Sabis); ”Harp Hatıraları”, C.I-II, Güneş Matbaası, Ankara, 1951
[310] Felix Guse daha sonra Kafkas cephesiyle ilgili izlenimlerini Almanya‘da yayınlamıştır. Bkz;
Felix Guse, “Die Kaukasusfront im Weltkrieg bis zum Frieden von Brest”, Leipzig, 1940; "Die Türkei", Köhler-Amelang, Leipzig, [1943]
[311] Bunlardan başka cephedeki Alman subaylarından Yarbay Feldmann, Binbaşı Stange, Binbaşı Lange, Binbaşı Staszewski, Teğmen Scheubner‘i sayabiliriz.
[312] Şerif Köprülülü, agy.
[313] Henry Barby, “Au seuil de l‘epouvante L‘Armenie martyre”, Paris, Albin Mitchel, 1917, s.233-239, Aktaran. Müderrisoğlu, agy.
[314] Osmanlı Ordusundaki birinci derecedeki Alman askeri komutanı Liman von Sanders de, anılarında Hafız Hakkı‘nın Enver Paşanın rakibi olma tutkusuna işaret etmektedir.
Bkz. Feroz Ahmad,”1908-1914 İttihat ve Terakki”, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1984
[315] Hasan Amca, “Doğmayan Hürriyet -Bir Devrin İçyüzü, 1980-1918”, İstanbul, 1958
Alpay Kabacalı, “Bir İhtilalcinin Serüvenleri, Doğmayan Hürriyet ve Yarıda Kalan İhtilal*, S.245-249, Cem Yayınları, 1975, İstanbul.
[316] Enver Paşa‘nın 3. Kolordu Komutanı Hasan İzzet Paşa‘ya gönderdiği 13 Kasım 1914 tarihli Emirnamenin 3. Maddesinde şöyle denmekteydi;
“3- Rusların Kafkasya‘ya destek birlikleri göndermelerinin geciktirmek için Fazıl Paşa komutasındaki İhtiyat Süvari Kolordusu‘nun tümünün veya seçeceği bir bölümünün Karadağ yönüne gönderilerek Bakû-Tiflis-Kars demiryolu ile İran‘dan gelen demiryolunun onarılmaz biçimde bozulması ve oralarda ayaklanmalar çıkararak Rusların gerilerinin tehdit edilmesi uygun olacaktır. Bunları çetelerle yapmaya çalışınız. Biz Kafkas dağları kuzeyinden geçen demiryollarını bozmaya çalışacağız.”
A.Müderrisoğlu, “Sarıkamış Dramı”, Kastas A.Ş. Yayınları, İstanbul, 1988, s.25
[317] Yarbay Aziz Samih (İlter) Anılarında, Aşiret Alaylarından kurulu İhtiyat Kolordusu‘nun Velibaba köyünde konaklayan bir tümeninde gördüklerini unutamadığını yazar. Urfa‘nın Viranşehir ilçesi aşiretlerinden kurulan Tümen‘de sıcak iklimin çocuğu olan erlerin uzun don ve gömlekten oluşan yöresel giysileriyle cepheye geldiklerini, hiçbirinin üniforması ve kaputu olmadığını belirtmektedir.Isının sıfırın altına düştüğü bu iklimde üstlerini örtecek hiç bir şey verilmeyen erler birbirlerine sarılarak ısınmaya çalışmaktadırlar. Yarbay Samih, İhtiyat Kolordusu‘nun ayrıca aşiret düzeni içine savaştığını, disiplin bilmediği ve sık sık yağma ve çapulculuk yaptıkları için tepki gördüklerini ve bu nedenle köylülerin kendilerini barındırmak istemediğini de belirtmektedir.
Bkz. Aziz Samih (İlter), “Büyük Harpte Kafkas Cephesi Hatıraları”, Zivin‘den Peteriç‘e, Büyük Erkanıharbiye Matbaası, Ankara, 1934
[318] Sarıkamış bozgunundaki kayıplar hakkında kesin bir rakam bulunmuyor. 3. Ordunun verdiği rakamlara göre , harekata katılan 9.,10. ve 11. Kolordular ile 2.Süvari Tümeni‘nin 22 Aralık 1914‘deki sayısı 118 bin 174 kişi iken, bu sayı 18 Ocak 1915‘de 8 bin 900 kişiye inmiştir. Buna göre yitik sayısı 109 bin bin 274 kişidir. Başka bir belgede ise 11. Kolordu‘ya savaş sürecinde 6 tabur asker yardımı yapıldığı, dolayısıyla 3. Ordunun başlangıçtaki sayısının 122-123 bin kişi olduğu, buna göre yitik sayısının da 113-114 bin dolayında olduğu tahmin edilmektedir. Bu kayıplar içinde 7 bin civarında askerin Ruslar tarafından esir alındığı hesaplanırsa, gerçek kayıp sayısının 101-107 bin arasında olabileceği tahmin edilmektedir. “90 bini aşkın asker” söylemi, bu kadar kişinin Ruslarla çatışmalardan değil sadece donma, açlık ve hastalıktan öldüğü tahmin edilen sayıya dayanıyor olmalı.
Bkz; Alptekin Müderrisoğlu. “Sarıkamış Dramı”, Kastaş Yayınları, İstanbul, 1985, s.587-590
[319] Köprülülü Şerif; agy.
[320] Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, 1838’den 1995’e, Tekin Yay. İst.1986, 3.Kitap,s.930. Liman Von Sanders, Türkiye’de 5 Yıl. s.56
[321] Hasan Amca; agy. (23 Kânun-ı sani 1330) tarihli gazeteler.
Müderrisoğlu,agy. s.580-581
Sarıkamış Bozgunu mu Sarıkamış Feleketi mi? (2)
Bir dezinformasyon aracı olarak resmi rapor ve telgraflar
1915 soykırımına ilişkin tartışmalarının bir boyutunu da Osmanlı Devlet Arşivlerinin incelenmesi , bu arşivlerde soykırıma ilişkin belge bulunmadığı gibi savlar oluşturur. Arsivlerin açılıp açılmaması önemli bir sorun gibi tartışılır. Oysa Osmanlı devletindeki resmi yazışmalar, rapor sistemi esasen dezinformasyon, aracıdır; daha çok birbirlerini yanıltmak, abartmak ve yönlendirmek için kullanılmıştır.
Bu anlayışın bir yine Sarıkamış harekatındaki yazışmalarda kendini ele vermektedir. Raporların, talimatların çoğunluğu, uyduruk, hayali, gerçekdışı bir savurganlıkla yazılmışlardır. Komutanlar birbirlerini sürekli yalan bilgilerle aldatmışlar, olanı değil olmasını istedikleri şeyi gerçekmiş gibi göstermişlerdir.
Enver Paşa: “Kuvayi külliye mahfoldu“
Yenilginin kesinleşmesinden sonra Enver Paşa Erzurum‘dan Ulukışla‘ya doğru yola çıkmaya hazırlanırken İstanbul‘a şöyle bir telgraf çekmiştir;
“Başbakanlığa,
Ruslara karşı başlamış olan saldırı Rus ordusunun kesin yenilgisi ile sonuçlanmadı ise de, düşmanı sınırlarımız dışına çıkarmaya, düşman arazisinin bir bölümünü ele geçirmeye ve ordusunun iyiden iyiye sarsılmasına olanak sağladı. (...) Başkomutan Vekili Enver.”[322]
Oysa aynı Enver Paşa kendisini Ulukışla‘da karşılayan amcası Halil Paşa‘ya gerçeği itiraf ederek “Kuvayi külliye mahfoldu“ diyecektir.[323]
Daha önce Balkan bozgununu yaşayan ve bir de aynı isimle kitap yazmış olan Hafız Hakkı Paşa, Sarıkamış bozgununu da Fransızca şu sözlerle açıklar:
”Tous Est Perdu, Sauf L'Honneur!' (Şeref hariç, her şey bitti!..)
Ama ne “Şeref!”
Enver Paşa eşi Naciye Sultan‘ın köpeğinin sağlık durumunu merak ediyor
Osmanlı generallerin kişilik yapısı ve psikolojilerini ortaya koyan bir anekdot da yine Enver Paşa ile ilgilidir. Sarıkamış Cephesinden Alman kurmaylarıyla birlikte kaçmak zorunda kalan Enver Paşa, karargaha varır varmaz sağa sola telgraflar çekmeye başlamıştır. Ama bu telgraflar Sarıkamış harekatının durumuyla ya da o günlerde süren Süveyş Kanal Seferi veya Çanakkale hakkında değil, İstanbul Sarayı‘nda oturan eşi Naciye Sultan‘ın köpeğinin sağlık durumuyla ilgiliydi. Bu ortamda iki de bir köpeğinin sağlık durumunu sorması, köpek beslemeye düşkünlükleriyle tanınan Almanları bile şaşkınlığa uğratmaktaydı.[324] Herhalde Enver Paşa ne kadar soğukkanlı bir komutan olduğunu ve köpek severlikte de Almanlardan geri kalmadığını gösterdiğini düşünüyordu.
Komutanların kendi aralarında “her şeyi kaybettiklerini” kabul ettikleri anda bile, bunun dışa yansıtılma biçimi “Zafer!”dir. Sarıkamış harekatındaki raporlar, bunların olguları saptamak için değil, tahrif etmek, kandırmak, yanıltmak amacıyla kullanıldığını gösteren belgelerdir. Alptekin Müderrisoğlu, “Sarıkamış Dramı“ kitabında bu olgular geniş yer ayırmıştır. Birkaç örnek;
“Ordu Emri- 2 Ocak 1924
Bardız yakınında ve 32. Tümen‘in karşısında bulunan düşman fena halde yenilerek geri çekilmiş ve bir daha görülmemiştir.
On birinci Kolordu karşısında bulunan düşman da 30 Aralık günü Aras ırmağı üstüne kurduğu köprüden geçerek Aras‘ın güneyine çekilmiş ve doğu‘ya doğru püskürtülmüştür.
Hiçbir düşman kuvvet Bardız-Kızılkilise yolunun kuzeyine geçmemiştir ve Kızılkilise‘de düşman bulunmamaktadır. Düşman eğer 32. Tümen cephesinden çekilmiş ise, tümen onu izleyecek ve On birinci Kolorduyla birleşecektir.
Başkomutan Vekili Enver”
Oysa 32. Tümen Rusları püskürtmek bir yana Bardız‘ı bırakmak zorunda kalmış ve geri çekilmiştir. 11. Kolordu‘dan ise eser kalmamıştır. Toplamı seksen bin kişi eden iki Kolordunun mevcudu iki gün içinde Hafız Hakkı Paşa‘nın iyimser tahminiyle 1.344, 1.544 kişiye indiğinde ve 32 Tümen‘in imha olmaktan şans eseri kurtulduğu ertesi gün (3.1.1915) Enver Paşa Galip Paşa‘ya yine şöyle bir emir göndermektedir;
“Durumda bir değişiklik yoktur. 32. Tümen Bardız karşısında düşmanı püskürtmüştür. 9, ve 10. Kolordular Sarıkamış önlerinde kuvvetli düşmanla çarpışmaktadırlar. 11. Kolordunun Sarıkamış önünde bir an önce savaşmaya katılması kesinlikle zorunludur...”
Kendi uydurdukları yalanlara kendileri inanmaya başlayan Komutanın tutumunu Müderrisoğlu şöyle anlatmaktadır;
“Enver Paşa‘nın Norşin‘de, hele ölüm tehlikesi atlattıktan sonra ayaklarının yere değmesi, hayal bulutlarında uçmaktan vazgeçmesi bekleniyordu. Ne gezer? Tuttu, yine gönlünden geçenlere dayanarak Rusların geri çekildiğine karar verdi. Kafasının içinde kurup oluşturduğu buluşuna dayanarak Galip Paşa‘ya şu emri gönderdi;
’On birinci Kolordu Komutanlığına
Norşin‘den 4.1.1915
Dokuzuncu ve Onuncu kolordular Sarıkamış‘ın kuzeybatısında cepheleri doğuya doğru olmak üzere kuvvetli bir düşmanla savaşmaktadır.32. Tümen Yeniköy‘ün altı kilometre kuzeyindeki yoldadır ve karşısında düşman birlikleri bulunmaktadır. Tümen düşmana saldırmaya hazırlanıyor.
Ordu karargahı bu geceyi Norşin‘de geçirecektir. Düşman‘ın Kars‘a doğru çekildiği anlaşılmaktadır. Şiddetle ilerleyiniz ve 32. Tümenle bağlantı kurunuz. Durumunuz ve Süvari Tümeni hakkında acele orduya bilgi veriniz.
Başkomutan Vekili Enver‘
Bu emir verildiğinde Ruslar geri çekilmek bir yana ilerleme içindeydiler. Enver Paşa‘nın emrinin öteki bölümleri geleceğin tarih araştırıcılarının, kurmaylık öğrenimi yapan subayların tüylerini diken diken edecek saçmalıklarla doluydu. Enver Paşa‘nın gerçeklere yüz seksen derece zıt uydurmaları, buluşları; olan ya da olması gerekenler değil de gönlünden doğanlar yer alıyordu emirde. Hiçbir rapora, hiçbir özetlemeye hiçbir belirtiye dayanmayan bir emirdi bu. Enver Paşa Sarıkamış önlerinden kaçıp giderken ortada tutulacak cephe kalmadığını ve Rusların kuşatmayı bütünlemek üzere olduğunu gördüğü halde göz göre göre yalan söylüyordu. Yüzüstü bıraktığı savaşçıların kendilerini kuşatan çok üstün Rus kuvvetleri ile çarpışacak durumda olmadıklarını da biliyordu. Bu emri verdiği saatten çok önce, Dokuzuncu Kolordu diye andığı üç-beş kişi Ruslara tutsak düşmüş ve Kolordu yeryüzünden silinmişti. Onuncu kolordu ise bir avuç savaşçısıyla gece geri çekilecekti.“ [325]
Sarıkamış harekatı bu tür yalan, yanlış bilgi ve yönlendirmelerle doludur. Bu olgu, en azından kendi güvenlikleri için bile nesnel olunması gereken bir noktada, olabildiğince düzmece bir rapor sistemiyle çalışmakta sakınca görmeyen Osmanlı bürokrasisinin; soykırım gibi bir suç işleme söz konusu olduğunda çok daha uydurma / perdeleme yoluna gidebileceğini; bu nedenle Osmanlı belgelerine neden güvenilemeyeceğini göstermektedir.
Zaten basın aracılığıyla halkın aldatılması sıradan bir alışkanlık olarak gördüğümüz için bunun üzerinde durmaya bile gerek yok. Üstelik halka tamamen yalan bilgiler ulaştırılmasının bir mazereti de vardır; Savaş koşullarında kendi tarafına moral vermek, yani psikolojik savaş. Dolayısıyla kitlelerin sürekli aldatılması temel bir kural haline gelmektedir. Bu yüzden yıllarca Sarıkamış bozgunu hakkında resmi bildiriler dışında bir yazılıp çizilmesi sansür edilmiş, yasaklanmıştır. Resmi söylemler dışına çıkmanın cezası da hazırdır; "askerin maneviyatını bozmak, bozgunculuk yapmak", yani ölüm!.
Sarıkamış Bozgunu ve Ermeni Soykırımı
1915‘te soykırım yapılmadığına inanan tarihçilerin; soykırım uygulamasından üç-dört ay önce bozgunla sonuçlanan Sarıkamış harekatını bir laboratuar kabul ederek; bu kurmay heyetinin tutumlarını, mantelitesini, olgulara bakışını irdelemelerinin öğretici olacağını düşünüyorum. Çünkü “Soykırım” suçunu, siyasi sonuçları itibariyle reddeden çoğu kişi bile Sarıkamış “felaketi”ni sorgularken, sorumluları bulmaya çalıştıkları zaman gerçeklerden kaçamamaktadırlar. Unutulmaması gereken şey, her iki olgunun da Turan yolunun açılması ve yayılmacı emellere dayanan aynı politikaların ürünü olmaları, aynı yönetim ve Kurmay heyetince uygulanmış olduğudur.
Ermenilerin “Doğu Cephesi”ndeki rolleri..
Kafkasyalı Ermeniler, gerçekte Rus yönetimine karşı mücadele vermelerine karşın, savaşın başlamasıyla birlikte bu durumdan Ermenilerin kurtuluşu lehine yararlanılabileceği düşüncesine kuvvetle sarılmış görünüyorlardı. İlerleyen Rus ordusunda gönüllü Ermeni lejyonları bulunması bunun bir ifadesiydi. Hovannissian, Osmanlı Ermenilerine zulüm için gerekçe yapılabileceği yolundaki kaygılara rağmen uzun tartışmalardan sonra Tiflis‘teki Ermeni Ulusal Bürosu tarafından organize edilen bu lejyonların yaklaşık bin gönüllüden oluşan dört grup halinde düzenlendiğini belirtmektedir. Birinci grup Sasun direnişinden tanıdığımız Antranik komutasında İran‘ın Kuzey sınırında konumlanmıştı. Dro‘nun başkanlığındaki İkinci grup Van‘a karşı mevzilenmişti. Hamazasp ve Keri komutasındaki 3. ve 4.gruplar ise Sarıkamış-Oltu hattında mevzilenmişlerdi. Ermeni mücadelesinin kendileri için de tehlike olduğunu bilen Rus yetkililer, savaşın patlak vermesine az bir zaman kala gönüllü Ermeni lejyonları için yeşil ışık yakmışlardır.[326] Rus Generali Karganoff, hükümetin bunlara en küçük bir malzeme yardımı bile yapmadığını, silah ve donanımlarının Ermeni Ulusal Bürosu‘nun topladığı yardımlarla karşılandığını belirtmektedir. Düzenli orduyla organik bağı bulunmayan bu birlikler, cephe boyunca serbest hareket edebilen, öncü eylemler düzenleyerek Rus ordusunun işini kolaylaştıracak “Fedailer” olarak düşünülüyordu.[327] Ternon da müfrezelerin askerlik yükümlülüğü olmayan gönüllülerden oluştuğunu, bunların Rus ordusu saflarında bulunan ve “Rus vatandaşı” sayılan Ermenilerle karıştırılmaması gerektiği konusunda bizi uyarmaktadır. Çünkü Rus ordusunda silah altına alınmış doğu Ermenilerinin çoğu (yaklaşık 150 bin asker) Kafkasya cephesine değil Avrupa cephelerine gönderilmişti.[328] Anlaşıldığı kadar Rus Genelkurmayı, Ermeni yurtseverliğinden, onların ateşin önüne atılmalarından yararlanmakla birlikte, cephedeki Ermeni varlığını da optimize ederek inisiyatif dışı gelişmeleri de önlemeye çalışmıştır.
Kafkasya Ermenilerinin savaşta açık bir tutum almış olmalarına rağmen, Osmanlı uyruğundaki Ermeniler arasındaki genel “tarafsızlık” eğilimi henüz sürmektedir. Öyle ki Taşnak Partisinin aldığı “tarafsızlık ve vatandaşlık görevlerinin yerine getirilmesi” kararı kitledeki yaygın hoşnutsuzluğa karşın yer yer gösterişe varır derecede uygulanmaktadır. Sözgelimi Osmanlı Kızılay‘ına Almanya ve Avusturya‘daki Ermeniler de yardım ve sadakatlerini göstermekten çekinmiyorlardı. Hatta Teşkilat-ı Mahsusa Taşnaklardan Kafkas Ermenileri arasında istihbarat faaliyetleri yapmak ya da Kafkas Ermenilerini Rusya’ya karşı kışkırtmak gibi eylemlerden yararlanmayı bile ummaktadır. Osmanlı yöneticilerinin de bu “sadakati” övmek ve özendirmek için her fırsattan yararlandığı gözlenmektedir. Fakat Osmanlı uyruğundaki Ermenilerin tümüyle kararlı bir tarafsızlık tutumu içinde oldukları söylenemez. Osmanlı yönetiminde istekleri bir türlü karşılanmayan ve şiddetle karşı karşıya kalan Ermeni siyasal hareketi açısından bunu beklemek de saflık olurdu. Bağımsız Ermenistan Cumhuriyeti‘nin ilk başbakanı olan Kaçaznuni, Taşnakların, Erzurum Kongresindeki kararına rağmen Kafkasya‘da kurulan Ermeni gönüllü gruplarının kurulmasına ve bunların Osmanlı‘ya karşı savaşımına etkin olarak katıldığını öne sürmektedir.[329] Osmanlı Meclisinde Erzurum milletvekili olan Karekin Pastırmaciyan‘ın (Armen Garo) 1914 Ekiminden sonra gönüllülere katılıp, Van‘a karşı mevzilenen Dro yönetimindeki grubu desteklemek üzere gönüllü grupların başına geçmesi bir örnek olarak sayılabilir. Keza 1915 Şubatında Van milletvekili Vahan Papazyan da bu cepheye katılmıştır. Van‘ın Ermeniler tarafından bağımsızlaştırılmasında bu katılımların rolü küçümsenemez.
Tehcir kararının gerekçelerinden biri olarak öne sürülen “cephe gerisindeki Ermenilerin düşmanla işbirliği yaptıkları” yönündeki teze karşılık özellikle burada sorunlu bir durumla karşı karşıya olduğumuz açıktır. Bu iki yüzlü tutumun, Osmanlı Ermenilerinin kendilerine yönelik imha hareketine geçmeden önce tarafsızlık çizgisinde oyalanmalarını ve hareketsiz kalmalarını sağlamak amacıyla takınıldığını söyleyebiliriz.
Sarıkamış Bozgunu‘nun Faturası Ermenilere Çıkarılıyor
Sarıkamış bozgununun ardından giderek daha şiddetli biçimde anti-Ermeni propaganda işletilmeye başlandı. Osmanlı yönetimi bu bozgunun faturasını da Ermenilere çıkarmıştır. Bütünüyle Alman-Osmanlı Genelkurmayının sorumluluğunda olan bu yenilgi, hem kendilerini aklamak hem de yeni saldırı ve imha planları için bir kışkırtma aracı olarak kullanılmaktan geri durulmadı. Rus ordusunda Ermeni gönüllülerin bulunduğu yönündeki propaganda, sınırın Osmanlı denetiminde kalan alandaki tüm Ermenilerin hain ve baş tehlike olarak gösterilmelerine yetiyordu. Türkiye‘de 12 Mart (1971) hükümetlerinin ünlü “Balyoz”cu Bakanı, “Tabii Senatör” Emekli Albay Sadi Koçaş “Türk-Ermeni İlişkileri” üzerine yazdığı kitabında şöyle yazmaktadır;
“...Harp tarihi vesikalarına dayanarak rahatlıkla iddia edebilirim ki, doğu cephesinde 90 bin kişilik Türk ordusunun karlar ve Rus ateşi altında erimesi ve perişan olmasının yegâne âmili, bir Türk Ermenisinin Rus kumandanlığına giderek, Türk kuvvetlerinin karlar içindeki perişan durumunu haber vermiş olmasıdır. (abç) Rus kumandanı bu haberi aldığı zaman Sarıkamış‘ta ve daha Doğuda bulunan bütün Rus kuvvetleri, Erivan istikametinde birleşmek üzere geri çekilme emri almışlardı.
Fakat Ermeni’nin bu ihbarından sonra yaptıkları kısa bir keşif faaliyeti neticesinde Türk ordusunun karlar içinde hakikaten harp edemeyecek durumda olduğunu görmüş; verilen geri çekilme emrini iptal ve savunma tedbirleri almak suretiyle Sarıkamış önlerinde ve Allahuekber dağlarında 90 bin kişilik Türk ordusunun mağlûp ve perişan olmasını sağlamışlardı.”[330]
Ne güzel açıklama değil mi? 90 bin kişilik Türk ordusunun aç ve donatımsız olarak cepheye sürülüp perişan edilmesinin nedeni meğerse sadece bir tek Ermeniymiş! Sanki O Ermeni gördüklerini Rus karargahına haber vermeseymiş, karda donan binlerce asker aniden cana gelecek ve Kafkasya cephesini Ruslardan kurtaracak gibi!.. Bu alıntıda adı geçen Ermeni’nin neden soğuktan donarak ölen Türk askerlerinin sorumlusu olduğunu, niçin gördüklerinden sorumlu tutulduğunu ve ayrıca neden bir tek kişiden yola çıkarak bütün bir halkın sorumlu tutulduğunu anlamak güçtür. Mantık olarak güçtür ama bu mantığın dayandığı anlayış ve psikolojiyi çözmek güç değildir.
Eğer bir tek Ermeni bile 90 bin askerin ölümünün sorumlusu oluyorsa, bu, bir tek Ermeni’nin bile sağ bırakılmamasının gerekçesidir de ondan. Böylece bütün Ermenilerin “cephe gerisinden güneye sürülmelerinin neden zorunlu olduğunu” trajik bir gerekçeyle anlamış oluyoruz.
Koçaş, yıllar sonra böyle yazıyor, ama Sarıkamış bozgunundan hemen sonra İstanbul‘a dönmekte olan Enver Paşa, Erzincan‘da Ermeni piskoposlarının kendisini karşılamaları sırasında yaptığı konuşmada “Osmanlı ordusundaki Ermeni askerlerinin savaş alanında bizzat, kendi gözleriyle şahit olduğu üzere görevlerini bilinçle yerine getirdiklerini” söyler. Konya‘da ise “Osmanlı hükümeti karşısında gösterdikleri eksiksiz fedakarlık herkesçe bilinen Ermeni ulusuna duyduğu mutluluğu ve minnet duygularını” ifade ederek, Ohannes Çavuş adında bir Ermeni askeri‘nin kendisini ve kurmaylarını çok kritik durumlardan nasıl kurtarmış olduğunu anlatır.[331]
Bunların hangisi doğru? Bir Ermeni’nin Türk Genelkurmayının hayatını kurtarması mı, yoksa başka bir Ermeni’nin gördüklerini Rus kumandanına anlatarak 90 bin askerin ölümünden sorumlu olması mı?
Ermenilerin zorla sürgün edilmeleri ve jenosidin meşrulaştırılması için dayanak yapılan bu "cephe gerisi" savları üzerinde, Sadi Koçaş‘ın beyanları nı esas alarak kısaca durmak gerekir.[332]
Osmanlı ordusunun komuta kademesinde hiçbir yerli gayri Müslim subay bulunmuyordu. -“Yerli gayrı Müslim“ diyorum, çünkü orduda çok sayıda Alman subay ve askeri uzmanı bulunuyordu. 1. Dünya Savaşı boyunca Osmanlı ordusu Alman subaylarıyla, Alman Genelkurmayıyla birlikte yönetilmiştir.- Daha önce bedel ödemek suretiyle askerlikten de muaf tutulan gayri Müslimler, seferberlik ilanı ile birlikte silah altına alınmışlardı. Diğer cephelerde olduğu gibi Doğu cephesinde de silah altına alınmış bulunan birçok Ermeni er ve erbaş bulunuyordu. Kendi ülkeleri üzerinde egemenlik savaşı yürüten ordular içinde savaşmaya zorlanan Ermeniler için bu durumun bir handikap oluşturduğu açıktır; bunu tartışmıştık. Üstelik Doğu cephesinde diğerlerinden farklı olarak, çarpışacakları “düşman” yalnız Rus kuvvetleri değil Ermeni gönüllü gruplarıydı. Bu nedenle Sarıkamış harekatı sırasınca mevzilerini terk edip, gerilla gruplarına katılmak üzere bir çok Ermeni’nin ordudan kaçtığı doğrudur. Cephede ne kadar Ermeni’nin silah altında olduğu, ne kadarının gönüllü gruplara katıldığı, ne kadarının katılmadığı konusunda istatiksel bir veri bulunmuyor. Savaştan kaçan yalnız Ermeniler değildi; açlık, donatımsızlık ve merhametsizce koşullar nedeniyle Türk veya Kürt birçok Osmanlı askeri de cepheden kaçmaktaydı. Sarıkamış harekatında cepheden kaçma girişimlerinin oldukça yoğun olduğu ve kaçışları önlemek için çok sert önlemler alındığını belirtmeye gerek yok. Donmaktan kurtulmak isteyen yüzlerce askerin de kaçma girişimleri nedeniyle kurşuna dizilerek öldürüldükleri biliniyor.
Rus tarafının daha düzenlice tutulan raporlarından da kaçan askerlerin, birliklerinin durumu hakkında bilgi verdikleri anlaşılmaktadır. Kabul edilmelidir ki sadece ölüme sürülen erlerin, ordunun taktik veya stratejik planlarını bilmeleri, bir orduyu çökertecek derecede bilgi sahibi olmaları söz konusu olamaz. Anlık bilgilerin cephe savaşında önemli olduğu kabul edilse bile, bu bilgilerin yine Rus tarafının raporlarından izleneceği gibi keşif kollarının gözlem raporları, casuslar ve yerli halktan da da alınabildiği kolayca anlaşılmaktadır. Soğuk ve açlıkla cebelleşen bir Ermeni askerinin savaşın kaderini değiştirecek stratejik bilgilere vakıf olduğuna ancak “masal” olarak inanılabilir.
Cepheden kaçan Ermeni askerlerin verdiği bilgilere dayalı ileri sürülebilecek bir olay vardır ki, o daha Koçaş‘ın anlattığı gibi değildir. Bu olay, Sarıkamış harekatı daha başlamadan önce 17 Kasım 1914‘de Ruslarla Köprüköy-Azap-Zanzak mevkisindeki çatışmada meydana gelmiştir. Fevzi Çakmak‘ın yazdığına göre, “Aras ırmağının güneyinde bulunan 33. Tümen, 11. Kolordu‘nun Rus cephesini kuşatma amacıyla yapacağı saldırı için Aras ırmağını geçtiğinde, bir gece evvel cepheden kaçan Ermeni erlerden Türk cephesinin en zayıf kesimini öğrenen Rus süvarilerinin ağır saldırılarıyla karşılaşır. Bu nedenle panik içinde kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kalır.”[333] Fakat bu savaşım Sarıkamış harekatının kaderini etkileyen bir çatışma olmadığı gibi, çarpışmalar kesildiğinde Türk ordusunun az da olsa bir başarı elde ettiği bile görülmüştür.
Kocaş‘ın yanılttığı bir başka nokta da Sarıkamış harekatının taktik amacıyla ilgilidir. Enver ve Hafız Hakkı‘nın öngörüsüne göre, Rusların geri çekilmeleri değil, aksine mevzilerinde kalmalarını gerekiyordu. En çok korktukları şey Rusların zamanından önce harekatın amacını öğrenerek geri çekilmeleriydi. Çünkü, planlarına göre, Rusların geri çekilme yollarını kesip onları kuşatma altına alarak “yok etmeyi” düşünüyorlardı. Şu halde, Ermeni erin verdiği bilgiyle, Ruslar geri çekilmekten vazgeçmişlerse, bu Türk komutanlarının sevinmeleri gereken bir şey olmalı!
Rus tarafının raporlarına yansıyan, Sarıkamış harekatıyla ilgili yayınlanan anılar ve Osmanlıların raporlarında da cepheden kaçan Ermeni erlerin verdiği bilgilere ilişkin kayıtlar olduğu gibi, Türk esirlerden alınan bilgiler de bulunmaktadır. Üstelik Türk ordusunun savaşacak durumda olmadığı, askerlerin acınacak durumdaki perişanlığını anlamak için kaçanların yada tutsak edilenlerin bir şey söylemesine gerek yoktu. Durumları ordunun ne halde olduğu anlamaya zaten yetiyordu.
Koçaş‘ın gizlediği ve harekata ilişkin askeri sırların Rusların eline geçtiği asıl olay ise bambaşkadır.. Rus tarafının askeri raporlarına yansıdığı ve anılarını yazan Osmanlı komutanların da kabul ettiği gibi; 24 Aralık 1914 günü, Hafız Hakkı Paşa tarafından 30. Tümen‘e ulak olarak gönderilen Binbaşı Nasuhi yolda Ruslara esir düşmüş; çantasında Enver Paşa‘nın saldırı ve kuşatma emirlerini içeren yazıları da ele geçmiştir. Böylece Ruslar bütün Türk tümenlerinin yürüyüş yönlerini ve hedeflerini öğrenmiş; bundan sonraki günlerde inisiyatifi ele almışlardır. (Müderrisoğlu, agy.) Kaldı ki bozguna uğranılmasının nedeninin bu da değil, bütünüyle donatımsız ordunun ağır kış koşullarında cahilce bir serüvene sürüklenmesi olduğunda birçok askeri uzman görüş birliği içindedir.
Bütün bu olgular, nesnel durumun istenildiği gibi yer değiştirilerek, ileriye geriye alınarak, abartılarak, asıl nedenlerin üstü örtülerek yanıltma amacıyla kabus dolu efsaneler haline getirilebildiğini göstermektedir.
Gerçek şu ki sürgün kararı, “Doğu cephesinde Ermenilerini kritik durum yaratmaları üzerine “alınmış ani ve taktik bir karar, stratejik olarak tasarlanmış bir planın sonucudur. Bakıldığında cephe gerisindeki yerli halkların İmparatorluk ordularını zora sokmaları olgusu Batı cephesinde de söz konusudur. Eğer bu gerçekten bir mazeret olsaydı Sözgelimi Osmanlı yönetimi Ege ve İstanbul‘daki Rumları niçin sürgüne gönderme ihtiyacı duymadı. Bunların Osmanlı yönetimine Ermenilerden dahası bağlı oldukları için mi? Tersine Ege ve hatta İstanbul‘daki Rum nüfusun Yunanistan‘a açık ya da gizliden yardım etmeleri, Osmanlı‘ya tavır almış olmaları daha açıktır. Yunanistan‘ın bağımsızlığını elde etmesinden sonra Balkan savaşıyla birlikte genişlediği ve savaşta karşı cephede bulunduğu da göz önüne alınırsa, Osmanlı yönetiminin neden Rumları Batı cephesinden içlere doğru ”tehcir” karı almamış olduğu önemli bir soru olarak durmaktadır.
Bunun nedeni tam da İttihat-Terakki Alman ittifakının Batıya doğru değil Kafkasya ve Orta Asya‘daki Türk-Müslüman topluluklarıyla buluşarak Doğu‘ya doğru genişleme stratejisinde aranmalı. Bu nedenle de Ermenistan‘ın Ermenisizleştirilmesi, cephe koşullarında aniden ortaya çıkan gelişmelere bağlı kendiliğinden bir tepki değildir.
Zorunlu göç ettirme kararı gerekçesinin Rusya’ya karşı açılan cephede, Turan’a giden yolun, Ermeni ulusundan ve gayri müslim halklardan arındırılması olduğu açıktır. Sarıkamış bozgunu, bu kararı hızlandıran olaylardan biridir. Ermenilerin ”iç düşman” olarak ilan edilmesinin hemen ardından, bütün merkezlerde öncelikle halkın silahsızlandırılmasına ve Ermeni politik partilerine mensup komitelerin faaliyetlerine karşı şiddet hareketlerine girişilmiştir. Bu şiddet hareketleri ulusal direnmelerle karşılık buldu.
Sarıkamış Bozgunu, varlıklarına muhtaç oldukları kendi askerlerini bile kitleler halinde bu şeklide ölüme göndermekten çekinmeyen bir anlayışa sahip olan Osmanlı Yönetiminin, iç düşman olarak nitelendirdikleri Ermeni halkına karşı nasıl acımasız olabileceklerinin bir kanıtıdır. Kendi halkına ve askerlerine karşı böylesine hoyrat olan bir mantalitenin, Ermenilere, gayri-müslim “öteki” halklara yönelik çok daha acımasız, kandökücü, soykırımcı bir anlayışla yönelmesinde şaşılacak bir şey yoktur.
Şaşılacak şey, çok ihtiyaçları olduğu halde kendi askerlerini bile telef etmekten çekinmeyen bir yönetim ve siyaset anlayışı ortadayken, aynı yönetimin Ermeni tehcirini son derece düzgün, insani kurallar içinde gerçekleştirmiş olduklarını savunanların bulunmasıdır. [Örneğin Türk Tarih Kurumu Başkanı, Prof Hallaçoğlu.][1]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Yusuf Hallaçoğlu, Ermeni Tehciri ve Gerçekler, 1914-1918, (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2001)
[322] Müderrisoğlu; agy. s.583
[323] M. Taylan Sorgun, Halil Paşa‘nın Anıları, s.138,
[324] Şevket Süreyya Aydemir; Enver Paşa Cilt 3, 146-154
[325] Müderrisoğlu; agy. (s.586)