Tarih biliminin konusu insanın yapıp – ettikleridir. Tarih, insanların – ve haliyle toplumların – eylemlerini kaydeder. Kaydedende insandır, tarihçidir. Bu anlamıyla insan, hem tarihin öznesi ve hem de nesnesidir.
Elbette tarih insan eylemlerinin bütününü kayıt altına almaz. İnsanların, toplumların hangi eylemlerinin kayıt altına alınacağına karar verecek olan tarihçidir. Tarihçinin hangi eylemleri yazıp – yazmayacağını; hangi kişileri öne çıkarıp, hangi kişileri arka plana iteceğini belirleyen olgu ise, tarihçinin politik duruşudur. Tarihçi tarafsız değildir. Bir devlet, ulus, sınıf v.b. adına hareket eder ve kayıtlarını buna uyarlı bir şekilde tutar. Yapılan tarih ile yazılan tarih çoğu zaman farklıdır, örtüşmez. Yani bir de yazılmayan, tahrif edilen, gizlenen tarih vardır.
İşte Kürt tarih yazımının temel görevi; şimdiye değin yazıl(a)mayan, bilinçli olarak tahrif edilen, gizlenen tarihi; doğru bir metodoloji, sabırlı bir çaba ve sorgulayıcı bir bakış açısıyla gün yüzüne çıkarmak olmalıdır. Çünkü; tarih, bir toplumun/ulusun yaşama tutunduğu köklerdir. Toplumlar bu kökler üzerinde gelişir, gürbüzleşir ve özgürleşirler. Demektir ki; tarih, yalnızca geçmiş değil, asıl olarak gelecektir. Toplumsal hafızadır. Bu nedenledir ki, Sömürgeci Türk Devleti, bütün kurum ve kuruluşları ile Kürt Ulusu´nun hafızasını silmeye odaklanmıştır. Sömürgeci Türk Devleti, Kürt Ulusu´nun özgürlügünü engellemenin tek yolunun, kendi tarih versiyonlarını empoze ederek onları tarihsiz bırakmak olduğunu çok iyi biliyor.
“Kürtlerin en son ilgilendikleri alan, kendi tarihleridir” ( M. R. Izady) Bugüne kadar Kürt aydın ve örgütleri, Kürt tarihi ile ilgilenmek noktasında hep isteksiz davrandılar. Ulusal uyanışın tarih bilinci ile olan ilişkisini göremediler. Kürt tarihi ile beslenemeyen siyasal tezlerin gelişip-serpilemeyeceğini, çürüyeceğini anlayamadılar. Ne ödenen onca ağır bedellerden sonra yaşadığımız ağır yenilginin tarihsel arka planı ve ne de İttihatçıların “Kürt lider”lerini belirleme geleneklerinin eski ve kirli bir gelenek olduğu henüz bilinçlere çarpabilmiş değil…
Ancak son yıllarda, bazı Kürt aydınlarının Kürt tarihi ile ilgili – sınırlıda olsa- çalışmalarına tanıklık etmekteyiz. Ne yazık ki söz konusu çalışmalar için “sevindirici” demek noktasından çok uzaktayız. Bu çalışmalardan bir kısmı, yürürlükte olan “Türkiyelilik” programına uyarlı çalışmalardır. Çalışmaların amacı; Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin değil, Kemalist politikaların ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliktir. “Bin yıllık kardeşlik” politikasının Kürdistan’daki dayanaklarını yaratmaya yönelik çalışmalardır. Nedir ki, tarih bilincinin yokluğu bu çalışmaları bir hayli muteber kılmaktadır. Bağımsız Kürdistan´ı savunduğunu iddia eden kimi çevreler bile, zar zor aydınlığa çıkarılabilmiş Kürt tarihi ile ilgili bazı olguları yeniden karanlığa gömmeyi hedefleyen, tamamen anti – Kürt politikaların ürünü olan bu çalışmaları pazarlamada bir sakınca görmemektedirler.
Yazının konusu bu kesim olmadığı için geçiyorum. Yazının konusu; Kürt Ulusunun tarihsel kaynaklarını ortaya koymaya ve böylece Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin doğru bir rotaya oturmasını sağlamaya yönelik tarih çalışmalarıdır.
Kürt tarih yazımının karşı karşıya olduğu temel sorun, kaynak kıtlığından çok, metodoloji sorunudur. Henüz Kürt tarihi ile ilgili birçok belge kilitli kapılar arkasında saklı tutulmasına karşın, var olan kaynakların Kürt tarih yazımı için yeterli olduğunu düşünüyorum. Kaldı ki her gün yeni bilgi ve belgeler ortaya çıkmaktadır. İngiliz ve Fransız devlet arşivlerinde ortaya çıkan belgelere, Sovyet arşivlerinden çıkan belgeler eklenmiştir. Dahası tarih bilimi, yararlandığı diğer bilim dallarındaki (Sosyoloji, Antropoloji, Arkeoloji, Kronoloji, Filoloji, Etnografya, Coğrafya v.b.) hızlı gelişmelerin yarattığı yeni imkânları kullanma şansına da sahip olmuştur.
O halde yapılması gereken, eldeki kaynakları tarih biliminin metodolojisiyle doğru kullanmak ve eldeki malzemeden gerçek ve bilimsel bir tarih yorumu çıkarabilmektir. Kürt tarih yazımı tamda bu noktada çuvallıyor. Yetmezliğini “malzeme kıtlığı” ile kamufle etmeye çalışıyor. Kürt tarihi ile ilgili çalışma yürütenler, ne doğru dürüst bir kaynak taraması yapıyorlar; ne verileri düzgün bir tasnife tabi tutuyorlar; ne bilgi ve belgeleri tahlil ediyorlar ve ne de bilgi ve belgeleri eleştiri süzgecinden geçiriyorlar. Haliyle, ortaya birebiriyle hiç bir şekilde bağdaşmayan bir yığın olay, kurum, kişi, zaman, yer v.b. olan bir “tarih” çıkıyor. Bu “tarih”te olaylar, kurumlar, kişiler, yerler, zamanlar öylesine karışıktır ki içinden çıkabilene aşkolsun. Bu “tarih”te yazar kendisine en ufak bir soru sorma ihtiyacı hissetmez. Nedenler ve sonuçlarla ilgili değildir. Her sayfada değişen kurum, kişi, yer isimleri de yazarı ilgilendirmez. Yazar kendisini, Kemalist Türk resmi tarihinin öne çıkardığı kişi ve olaylara konsantre eder. Diğer kişiler ve olaylar önemsizleşir. Yazar sonuna kadar reaksiyonerdir. Yalınkılıç Kemalist resmi tarih yazımına saldırırken, tarihin bir sosyal bilim dalı olduğunu ve tarih yazımının bilimsel yöntemler kullanılarak yapılması gerektiğini unutur. Bazı kavramları değiştirince farklı bir tarih yazdığını sanır. Sonuçta ortaya tarih değil ve fakat söylence çıkar. Kutsal bir “tarih” çıkar. Tabular çıkar. İşin burasında tarih biliminin yöntemleri devre dışı kalır. Tarihin yerine; doğruluğundan şüphe edilmeyen, tartışılmayan, sorgulanmayan bir “inanç” ikame edilir.
Kürt tarih yazımının karşı karşıya olduğu ikinci sorun ise; Kürt aydın ve örgütlerinin yazılan “kutsal tarih”i savunmada ayak diremeleridir. Bu konuda son derece tutucudurlar. Ne zaman “kutsal tarih”i eleştirmeye yönelik bir ses çıksa, Kürt aydın ve örgütleri çıkan sesi boğazlamak için birbirleriyle yarışırlar. Bu durum, bir yandan Kemalist resmi tarih yazımının Kürt tarih yazımı üzerindeki düşünsel hegemonyasını derinleştirirken diğer yandan, Kürt tarihi ile ilgili bilimsel çalışma yürütmek isteyen araştırmacıların cesaretlerinin kırılmasına yol açmaktadır.
Oysa tarih gerçeği arar. Sorgular. Toplumsal değişimlere paralel olarak değişir. İlk gün yazıldığı haliyle kalmaz. Nasıl ki tıpta yanlışlığı ortaya cıkmış bir tedavi yönteminde ayak diretilemezse, tarih yazımında da yanlışlarda ayak diretilemez. Yeniden ve yeniden yazılmak zorundadır.
Tarih ile ilgili bu kısa belirlemelerden sonra konuya geleyim. Biliniyor, şimdiye değin 1925 ile ilgili birçok kitap ve makale yazıldı. Söz konusu kitapların ve makalelerin yazılış amaçları farklı olsa da, hemen hepsinde ortak hatalar var. 1925 ile ilgili yazımlarda film, Cibranlı Halit Bey´in tutuklanması ile kopuyor. Bundan sonrasını, her yazar Kemalist tarih yazımının senaryosuna uygun olarak şekillendiriyor. Buna birde her yazarın “farklı” olmak adına senaryoya “kendi” eklemelerini yapması, Cibranlı Halit Bey´den sonrası olayları içinden çıkılamaz bir kaosa dönüştürüyor. Bazı çevrelerin kasıtlı olarak yaydığı bir yığın yalan -yanlış “bilgi”ye, her yazar dört elle sarılıyor. Dahası bu “bilgiler” tarih oluyor. Hal böyle olunca; 1925 ile ilgili her yanıyla yeni ve “gayri resmi tarih”i deşifre eden bir tarih yazımına duyulan ihtiyaç kendini dayatıyor.
Tarihçi değilim. Tarihe olan ilgim siyasal kaygılarıma dayanıyor. Özellikle yakın Kürdistan tarihi ile ilgili bilgilerim hiçte küçümsenecek boyutlarda olmamasına rağmen, 1996´da Hevgirtin-Welatparêz dergisine yazdigim bir makalenin dışında tarih konulu yazı yazmadım. Her ne kadar Fikret Başkaya “Tarih yazımı tarihçilere bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir” dese de, ben en azından Kürt tarih yazımı “ete – kemiğe bürünene” kadar, tarih yazımının meslekten tarihçiler tarafından yapılması gerektiğini düşündüğümden ötürü, tarih yazmayı düşünmedim.
Neki, geçtiğimiz günlerde www.kurdistan-aktuel.org sitesinde Seyitxan KURIJ imzasıyla “1925 Kürt Halk Hareketi” isimli makaleyi okuyunca, 1925 ile ilgili tarih yazımında, diğer bütün yanlışlıklara kaynaklık eden ana yanlış konusunda bir kaç söz söyleme ihtiyacı hissettim.
Bu yazının yazılış amacı; bir bütün olarak 1925´i, öncesi ve sonrası gelişmeleri değerlendirmek değildir. Yukarıda söylediğim gibi sadece 1925 ile ilgili tarih yazımlarında, bilimin pusulasının yitirildiği olguya; “Azadî´ye Kongre” yaptırma “Zorunluluğu”na dikkatleri çekmeye yöneliktir. Ancak konuya girmeden önce Seyitxan Kurij´in yazısındaki bazı hatalara kısa bir vurgu yaparak geçmek istiyorum.
- Bir bilim dalı olarak tarihi yanlış tanımlama. Örnek: “Şüphesiz ki en büyük yargılayıcı tarihtir. Tarih bu konuda hükmünü vermiştir ” Tarih ne yargıçtır ve nede hüküm verir. Tarih herhangi bir canlı değildir. Ne dün bir şeyler söyledi ve ne de yarin sessizliğini bozup bir şeyler söyleyecektir. Tarihi yazan kim ise, yorumu yapacak, “hükmünü verecek” olanda odur.
- Kemalist tarih yazımının Kürt şahsiyetler ile ilgili gösterdiği özensizliği olduğu gibi taklit etme. Örnek: “İran`da, İran askerlerinin saldırısı sonucu Şeyh Saît`in oĝlu Dîyadîn, Reşît efendî, Keremê Qol Aĝasî ve Hesananlı Halıt bey ile birlikte 36 kişi şehit düştü.” Bir kere Şeyh Sait Efendi’nin oğlunun adı Diyadin değil Giyasettin´dir. Hasenanli Halit Bey değil ve fakat oğlu Şemsettin şehit düşmüştür. İkincisi, Hasenanlı Halit Bey, AZADδnin merkezi isimlerindendir. Kürdistan Özgürlük Mücadelesi´nin liderlerinden birisidir. Iran´da şehit düşmemiştir. 1926 yılının ilkbaharında, sömürgeciliğe karşı bir hareketi örgütlemek amacıyla Malazgirt´e geri döner. Yakalanır ve idam edilir. Devlet Milisi Mehmet Halit Fırat anılarında Hasenanlı Halit Bey´in gördüğü işkenceleri anlatır ve “İdama gideceğini çok iyi bilen ve o sırada Muş Jandarma Alay Kumandanı Çerkez Haydar Bey tarafından insanlık dışı işkenceler gören bu adam bir an olsun moral bozukluğu göstermedi” der.(M. Halit Fırat, 75 Senelik Derbeder Bir Hayat Hikâyesi, Ankara-1968, Kardeş Matbaası, s:38) Ama kimin “lider”, kimin “nefer” olduğunu Kemalist tarih yazımı belirlediği içindir ki, Hasenanlı Halit Bey´in yaşamı da ölümü de yazar için önemsizleşiyor.
- Yanlış tarihler verme. Örnek: “Böyle bir provokasyon sonucu,hareket beklenmedik bir şekilde planlanmış zamandan önce,8 Şubat 1925 `de başladı.” “Şeyh Saît ve 47 arkadaşı Dîyarbekîr`de 4 Eylül 1925`de idam edildiler.” Oysa yukarıdaki iki tarih de yanlıştır. Piran provokasyonunun tarihi 13 Şubat 1925tir. Şeyh Sait Efendi ve arkadaşlarının idam edilme tarihleri de 29 Haziran 1925tir.
- Eldeki bilgi ve belgelerin değerlendirilmeyişi, başka bilgi ve belgelerle doğrulatılmaması. Örnek: “Hasanan aşireti reisi Albay Halit Bey, derhal Muş`u kuşattı. Cibran Aşireti’nden Hasan bey, çarpışmalardan sonra Hınıs`ı, Şeyh Abdullah ise Varto`yu zapt ettiler”, “ve sonra kuzeye, Palu istikametine yönelinerek Malazgirt, Pîran, Bulanık zapt edildi.” Yukarıdaki anlatımda sözü geçen olaylar yaşanmamıştır. Ne Muş kuşatılmış ne de Hınıs, Malazgirt ve Bulanik zaptedilmişlerdir. Yazarın kaynağı İsmail Hakkı´nın 1925te Trosak gazetesinin Aralık sayısında yayınlanmış raporudur. ( Aktaran M. A. Hasretyan, Türkiye´de Kürt Sorunu, cilt – 1) Yazar, raporu olduğu gibi, kaynak belirtmeden kendi anlatımıymış gibi veriyor ve başka kaynaklarla test etme ihtiyacı hissetmiyor.
- Olayları abartılı anlatma. Örnek: “Doğuya çekilmek için ateşli çarpışmalar vererek,Türk cephesini yarıp Varto yakınlarına varabildiler. Bu olaydan sonra çeşitli kollar halinde ve çeşitli istikametlerden çok sayıda Türk kuvvetleri ilerleyip Şeyh Sait`i tekrar munahasıra altına aldılar. Bir çok kanlı çarpışmalardan sonra Şeyh Sait şafakla yeni bir taarruz yaparak muhasarayı yarmak istediyse de,maalesef başarılı olamadı. 15 Nisan`da Şeyh Sait Binbaşı Kasım’ın ihbarı üzerine, Muş ve Varto arasındaki Abdurrahman Köprüsünde, büyük bir kısmı yaralı olan diğer liderlerle birlikte,Türklerin eline esir düştüler” Şeyh Sait Efendi ve beraberindekiler Girvas Köyünden çıkıp Çarbuhur Köprüsünde esir alınmalarına kadar tek bir çatışma dahi yaşamamışlardır. Ayrıca herhangi bir “ihbar” da söz konusu değildir. Binbaşı Kasım zaten Şeyh Sait Efendi ile birliktedir. Grup teslim olmaya karar verince Binbaşı Kasım “teslim olacaklarını” haber verir.
Çan’da yapılmış bir Azadî Kongresi yoktur
Cibranlı Halit Bey´in 20 Aralık 1924´te Erzurum´da tutuklanıp Bitlis´e götürülmesinden bir süre sonra, Şeyh Said Efendi, “ifadesine başvurulması” isteğiyle, kimine göre Bitlis´e, kimine göre ise Hınıs´a davet edilir. Şeyh, Hınıs´a gider ve ifadesi alınır. İfade konusu; “Azadî´ye yapılan para desteğidir” Hacı Musa Bey, kendi ifadesinde; “cemiyetin ihtiyacı olan paraların Yusuf Ziya eliyle Şeyh Said´ten alındığını” söylemiştir. (Anlatan Fehmi Bilal, Aktaran Naci Kutlay. 21. Yüzyıla girerken Kürtler, Peri Yayınları, Say: 378) Şeyh Said Efendi, ifadesi alındıktan sonra serbest bırakılır. Ancak “göz hapsindedir” A. Kahraman bu konuda şunları söylüyor: “Şeyh, Hınıs´taki mahkemede ifade verdikten sonra serbest bırakıldı. Ama göz hapsinde tutuluyordu. Köyü, evi, yolu denetim altına alınmıştı. Evinin çevresinde ajanlar kaynıyordu” (Ahmet Kahraman, Kürt İsyanları, Evrensel Basım Yayın, Sayfa:72)
A. Kahraman´a konuşan A. Melik Fırat´ta bunları doğruluyor: “Şeyh Said Efendi evinde göz hapsinde. Tutuklayacakları kesin. Her an kapısını çalabilirler. Bunun üzerine Kolhisar´dan ayrılmaya karar veriyor.” (A. Kahraman, Age, say:72)
Ve Şeyh, “çevresinde ajanların kaynadığı” Kolhisardaki evinden ayrılır. Ayrılış nedeni ile ilgili de iki farklı görüş var. Bazılarına göre Şeyh Said´in rotası Suriye’dir. M. Halit Fırat bunu söylüyor. “Şeyh Said’in fikri isyan etmek olmayıp aşiret içerisinde bu hava içinde yürüyüp Suriye’ye varmak imiş” ( M. H. Fırat, Age, Sayfa:23) Ayrıca sohbetlerini dinleme şansı bulduğum dönemin tanıkları da Şeyh´in Suriye´ye gitmek amacıyla Hınıs´tan çıktığını söylüyordu. Suriye´de ticari ilişkileri nedeniyle birçok tanıdığı vardır. Onların yanında, durum netleşene kadar kalmak niyetindedir. Bazılarına göre ise; Şeyh, “halkın arasına karışmak” niyetindedir.
Şeyh Said Efendi´nin çıkış amacı bunlardan hangisi olursa olsun, yol güzergahındaki tutumu bu iki amaca da hizmet etmemektedir. Çünkü, Şeyh, Piran´a kadar Örgeevren´in deyisiyle; “düğün alayı” şeklinde gider. Birkaç yüz atlı ile hareket etmektedir. Bu durum devletin işini oldukça kolaylaştırır. Nitekim Şeyh, yol boyunca devletin yakin takibindedir. Ankara´ya her gün düzenli raporlar sunulur. Osman Aydın bu konuda şunları söyler: “Mustafa Kemal, çeşitli kaynaklardan Şeyh Said Efendi hakkında günlük bilgiler almaktadır. Özellikle 5-11 ocak tarihleri arasında Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal´e ve İçişleri Bakanlığı´na gönderilen raporlar, hareketin yakin takipte olduğunu göstermektedir.” ( O. Aydın, Kürt Ulus Hareketi 1925, Say:62)
A.Kahraman: “Türk Devletinin ajanları ise Şeyh´i yakin plandan izliyorlardı” (Age, say:74)
Devletin Şeyh Said Efendiye duyduğu bu yakın ilgi; Şeyh´in mahkemeye çağrılmasının da, “serbest bırakılmasının” da bir plan çerçevesinde olduğu yolunda kuşkuları arttırmaktadır. Dr. Fuat´in, “Kürt Milli kıyafetleri giymesi” nedeniyle idam edildiği düşünülürse, Şeyh Said Efendi´nin “örgüte para vermekten” serbest kalması normal bir duruma işaret etmiyor.
Şeyh Said Efendi, Kolhisar´dan çıktıktan sonra önce Susar´a gider. Oradan Kirikhan Köyü´ne gider ve burada birkaç gün kalır. Ondan sonra sırasıyla Kargapazar, Kanires, Azizan ve Melakan´a uğrar. Yani Melle Selim Kaya´nın deyişiyle; “Konaklıya konaklıya ilerler.” (Aktaran A. Kahraman, Age, Sayfa: 73) Her konak yerinde, çevre köy ve kasabalardan gelen insanlar ile sohbetler yapılır. Sohbetlerin konusu; Halit Bey ile Yusuf Ziya Bey´in tutuklanmaları, Kürtlerin bundan böyle ne yapacağıdır. Esasen bütün Kürdistan bu gündeme kilitlenmiştir. Mevsim kıştır ama Kürdistan kaynamaktadır. Herkes heyecanlıdır, merakta ve tetiktedir. Yalnız Şeyh Said Efendi´nin konakladığı evlerin değil; Kürdistan’daki bütün evlerin, ilgili ilgisiz her kesin sohbet konusu aynıdır. Bu anlamıyla, Şeyh´in konakladığı yerlerde gerçekleşen ziyaretleri ve bu ziyaretlerde yapılmış olan sohbetleri, bir planın sonucunda gerçekleşen “toplantılar” olarak algılamak yanlıştır. Zaten Şeyh Said Efendi´nin bu anlamda bir “görevi” de yoktur. Şeyh´ten istenen ” izini kaybettirmesi” dir. Melle Selim Kaya´nın bu konudaki anlatımı şöyledir: “Halit Bey cezaevindeyken, bir yolunu buluyor, Şeyh Said´e bir mektup yazıp ulaştırıyor. Mektup Kürtçe. Mektubunda…..bir an önce Hınıs´tan ayrılıp izini kaybettirmesini öneriyor” (A. Kahraman, Age, say:72)
Böyle bir “mektup” var mı? Yoksa örgüt başka kanallardan Şeyh Sait Efendiye, “izini kaybettirmesi” talimatı mı gönderiyor bu net değil. Ancak gelişmelere bakılarak değerlendirildiğinde, “izini kaybettirmesi” istenen sadece Şeyh Said Efendi değildir. Hacı Musa Bey´in kendileri ile ilgili bilgi sahibi olduğu bilinen Hasenanlı Halit Bey, Kör Hüseyin Pasa, Zirkanli Kerem Bey gibi bazı merkezi kadrolarda ” izini kaybettirmesi” gereken isimler arasındadır. (Yusuf Ziya Bey ile Cibranlı Halit Bey´in tutuklanarak Bitlis´e götürülmelerinden sonra, Hacı Musa Bey´de Bitlis´e götürülür. Kemalistlerle anlaşan Hacı Musa Bey, AZADÎ ile ilgili bildiklerini anlatır ve Cibranlı Halit Bey ile – büyük bir ihtimalle Yusuf Ziya Beyle de – yüzleştirilir. Av. Şerafettin Kaya, bir sohbetimizde bana bu konuda şunları söylemişti: “Biz Muş bölgesinde 1925 ile ilgili araştırma yaparken, o dönemi yaşamış olan birçok insan ile konuştuk. Bu insanların anlatımına göre; Hacı Musa Bey, cezaevinde Cibranlı Halit Bey ile yüzleştirilmeye götürülür. Cibranlı Halit Bey´in tepkisi çok sert olur. ‘Beni bu tür insanlarla muhatap etmeyin. Ne bu insani tanıyorum ve ne de bir ilişkim olmuştur’, der” )
Şeyh Said Efendi, Melakan´dan Çan´a gecer. Çan Köyü´nde de daha önceki konak yerlerinde olduğu gibi sohbetler yapılır. Bu sohbete katılanların ağırlıklı bölümü Çan Şeyhleridir. Hasan Hişyar Serdi; Görüş ve Anılarım adlı kitabında, Şeyh Said Efendinin Çan ziyaretini “toplantı” olmaktan da çıkarıp “Kongre” olarak anlatır. Şöyle yazar Hasan Hişyar Serdi: “Merkez Komitesi ve Kürt ileri gelenleri arasında çok sayıda ve sık sık toplantılar düzenleniyordu. Son kez büyük bir toplantıyı gerçekleştirmeyi hesaplıyorlardı. 1Subat 1925 tarihinde, Erzurum kuruluşunun delegasyonu ve özellikle siyasi kadrosu, milis komutanları, aşiret liderleri onlar içinde bazı Şeyh ve melaların da katıldığı, 300 kişilik bir toplantıyı Çan Dağı´nda siyasi ve tarihi bir kongre gerçekleştirdi. Toplantı üç gün sürdü… Kongrede gözlemci bir delege olarak yer alan Şeyh Said… Kongre sonucunda Şeyh Said Cemiyetin başına önder olarak seçildi.” ( H. H. Serdi, Görüş ve Anılarım, Med yayınları, Sayfa: 196,197)
Hasan Hişyar´ın anlatımı kendi içerisinde çelişkilidir. Bir yerde “kongre” bir başka yerde “toplantı” demektedir. Şeyh Said, “gözlemci delegedir.” Hasan Hişyar´ın anlatımından, olayın sonradan süslenmiş bir söylence olduğu bellidir. Ayrıca Hasan Hişyar, olayın gerçekleştiği dönemde, 17-18 yaşlarında bir köy delikanlısıdır. Siyasal bir yanı da yoktur. Nitekim Hasan Hişyar aradan gecen onca onyıllardan ve onca “siyasi faaliyetlerden” sonra bile “anılarını” yazarken, “kongre” ile “toplantı” yı karıştırmaktadır. Diyarbakır´da idam edilen “Şeyh Said ve 48 arkadaş”ını, (Azadî) “Merkez Komitesi” olarak adlandırmaktadır. Üstelik bu “ kongre”, Çan Dağında, Şubat ayının soğuğunda, “ 300 kişiyle 3 gün sürüyor!!! ( Hasan Hişyar´in söz konusu kitabi birçok bakımdan ciddi yanlışlıklarla doludur. Söylenceler anlatılmıştır. Abartılıdır. “Anıları”, birçok Kürt aydınında görülen şekliyle kendini övmedir. Kürt tarih yazımı ile ilgilenen birinin böyle bir kitabi referans alması, Kürt tarih yazımının yaşadığı trajedinin boyutlarını görmek açısından öğreticidir.)
AZADÎ, Şeyh Sait Efendi´ye ilk müdahaleyi Çan´da yapar. Dara Hênê ( Genç) Azadî yöneticisi Tayyip Ali Çan´a gider ve Şeyh Sait Efendi´yi olası bir provokasyon konusunda uyarır. Dava Dergisi´ne konuşan dönemin tanığı H. Ali Varol bu konuda şunları söylüyor: “Tayyip Ali ile Şeyh Said arasında birçok konuda istişareler olur. Tayyip Ali Cibranlı Halit Bey meselesini ikinci defa gündeme getirdi. ‘Efendi, onu dışarıya bırakmadan sakın bir teşebbüste bulunma. Onsuz hiç bir meselenin neticelenmeyeceğini bil’ dedi.” (Hacı Ali Varol Dava dergisi mülakatı Haziran -Temmuz 1992. Aktaran Orhan Zuaxpayic, “Tayip Ali Mütevelizade” adli makale, www.Kurdistan-aktuel.org )
Yani Hasan Hişyar´ın bu anlatımını referans alarak bir “Azadî Kongresi”nde söz etmek olası değildir. Çünkü; Çan’daki söz konusu “toplantı” veya “kongre” ye katılan ne bir Merkez Komite üyesi, ne bir Erzurum kuruluş delegasyonu, ne bir siyasi kadro ve ne de bir aşiret lideri söz konusu değildir. Bir başka deyişle Çan’daki “toplantı” veya “kongre»ye hic bir Azadî kadrosu katılmamıştır. Çan’da Şeyh Said Efendi’yi ziyaret eden Çan Şeyhlerinden hiç birinin de Azadî ile en ufak bile olsa bir örgütsel bağı yoktur. Şeyh Said Efendi’nin kendisinin de AZADÎ ile hiç bir örgütsel bağı yoktur. O halde, hiç bir Azadî üyesinin katılmadığı, tamamen Azadî dışı unsurların gerçekleştirdikleri ve ağırlığı Şeyh -mürit ilişkisine dayalı bir biraraya gelişi “Azadî Kongresi” olarak tanımlamanın anlaşılır hiç bir sebebi yoktur.
Ancak nedendir bilinmez, 1925 ile ilgili yazan herkes; ister Hasan Hişyar’ı referans alsın, ister almasın, kendisini, Azadî´ye kongre yaptırmak ve Şeyh Said Efendi´yi de Azadî liderliğine getirmek gibi bir anlaşılmaz gariplik yapmak “zorunda” bırakıyor. Birkaç örnek:
Uğur Mumcu: “Cibranlı Halit Bey, eniştesi Şeyh Sait´ten “ayaklanmanın başına geçmesini” istiyordu.” (Kürt İslam Ayaklanması, Say:48)
M. A. Hasretyan: “Cibranlı Halit Bey ile Yusuf Ziya´nin yerine Kürdistan İstiklal Cemiyeti yönetimine yeni bazı kimselerin seçilmesi gerektiği için, Şeyh Sait Cemiyet başkanlığına getirildi.” (Türkiye´de Kürt Sorunu, Sayfa: 99)
A. Kahraman : “Şeyh Sait ise başsızlığı dolduran lider olarak tarih sahnesindeydi” (Age, Sayfa: 117 )
N. Kutlay: “Şeyh Sait…..Miralay Halit Bey tutuklanınca, Azadî Örgütü´nün başına geçmiş.” ( Age, Sayfa:264)
O. Aydın : “20 Aralık 1924 te de Azadî´nin Başkanı Miralay Halit Bey tutuklanarak Bitlis´teki Divani Harbe sevk edilir. Azadî artik başsızdır. Bundan sonradır ki Şeyh Said Efendi daha aktif rol üstlenmek zorunda kalır.” (Age, Sayfa:55)
Dikkat edilirse yukarıdaki “tespit”lerin hemen hepsi birbirinin aynıdır. Hiç birinde kaynak gösterilmemiştir. Tamamen zorlama söz konusudur. Her yazar, daha önce kurgulanmış senaryo gereği, Şeyh Said Efendi’yi “ Azadî’nin Liderliği”ne getirmek için kendi “inisiyatifini” kullanıyor.
“Azadî Kongresi” ve “Şeyh Sait Efendi’nin Azadî Liderliği”ne getirilişi, 1925 Kürt tarih yazımının temel çıkmazıdır. Kürt tarih yazımı bu kavşakta bilimden kopar. Olgular burada anlamsızlaşır. Sorgulama burada biter. Tabular burada başlar. Tarih burada “kutsal inanca” dönüşür. “ Öyle söylenmişse mutlaka öyledir” kabulü burada başlar. Artık olgulara dayalı bir tarih yorumu yerini “inanç”ın teorisini yapmaya bırakır.
“Şeyh Sait´in… her hangi bir beşeri sisteme inanması, o yolda hareket etmesi mümkün değil. Nasyonalist bir düşüncesi olamaz.” Askeri ve siyasi bir amacı yok.” ( A. Melik Fırat)
“Şeyh Said´in üyelik temelinde de olsa örgütsel bağları yoktu. Dolayısıyla genel toplantılarda bulunup seçime katılması söz konusu değildi.” ( A. Kahraman )
Cibranlı Halit Bey ve Yusuf Ziya Bey tutuklanmışlardır. Beytüşşebap Ayaklanması sonrasında bazı Azadî kadroları Güney Kürdistan´a geçmişlerdir. Ancak Azadî’nin dışarıda, içlerinde albay, binbaşı, üsteğmen, kaymakam, doktor, avukat olmak üzere yüzlerce kadrosu vardır.
Bunlar birer olgu. Neki bu olgular“ kutsal inanca” uymuyor. Bu nedenle “yok” sayılıyor. “Kutsal inanc”a uygun “olgular” yaratılıyor ve tarih bu “olgular”a uyduruluyor: “ Azadî kadroları tasfiye edilmiştir!” “Azadi başsızdır!” Ve tabi Kürdistan’da hiç başka kişi kalmadığından da “ Azadî´nin başına Şeyh Sait getirilir!“
Her şeyden önce, Azadî’nin, modern ve illegal bir örgütlenme olduğu; beşer kişilik hücrelerden oluştuğu; üyelerin birbirlerini kod isimlerle tanıdığı; gizlilik kuralı dışında tanımaların ve ilişkilerin yasak olduğu; ilişkilerin, her hücreden ancak birisiyle sürdürüldüğü; örgütsel ilişkilerin Halit Bey ve Yusuf Ziya Bey´de merkezileştiği; Kürdistan´in hemen her yerinde örgütlü olduğu vb. vb. genel kabul görmektedir.
Burada sorulması gereken bir yığın soru var: Eğer örgüt, yukarıda izah edildiği gibi illegal çalışıyorsa ve Halit Bey´in tutuklanması gündemde ise, Örgütün, Halit Bey´in yerini dolduracak bir başka üyesini görevlendirmiş olması gerekmez miydi? Eğer örgüt,( yada Halit Bey´in kendisi )Halit Bey´in ilişkilerini devralan birini görevlendirmemişse, illegal örgüt nasıl kongreye gitmiştir? Bir an için “Örgütün başsız kaldı”ğını ve ancak bir yolunu bulup kongreye gittiğini farz edersek,”kongre” de neden hiç bir örgüt üyesi yok. Kongre yok da, Halit Bey´den bir “mektup” veya “haber” varsa, o zaman örgütün üyesi bile olmayan ve örgütün ilişkileri ile ilgili hiç bir malumatı olmayan, dahası “Nasyonalist düşüncesi olmayan” birine, yani Şeyh Said Efendi´ye, “örgütün başına geç” demiş olması mümkün mü? Şeyh Said Efendi, hiç bir üyesini tanımadığı ve hiç bir ilişkisini bilmediği tamamıyla illegal örgütü nasıl yönetecektir? Eğer Halit Bey, birinin “örgütün başına geç”mesini istemişse, bu kişinin örgütün en azından belli ilişkilerini bilen ve teknik olarak da örgütü yönetebilecek siyasi ve askeri yetenekleri olan bir örgüt üyesi olması gerekmez mi? vb. vb. soruları çoğaltmak mümkün.
Şeyh Said Efendi iyi bir din alimidir. “Kürt olduğunun bilincindedir.Saygın, dürüst, zengin ve müritlerince çok sevilen bir kişi”dir. (N.Kutlay, Age, Sayfa: 264) “Şeyh Said´in üyelik temelinde de olsa örgütsel bağları yoktu. Dolayısıyla genel toplantılarda bulunup seçime katılması söz konusu değildi.” (A. Kahraman, Age, Sayfa: 65) Ancak O´nun için Kürdistan kurmak “muhaldir.” “Fikri bunu kabul edemiyor.” ( A. Melik Fırat) Azadî ile değil ve fakat kayınbiraderi Halit Bey ile ilişkileri vardır. Halit Bey´in ısrarı karşısında, örgüte parasal olarak destek vermeyi kabul etmiştir. Bunu da, Halit Bey´e duyduğu “güven” nedeniyle yapmıştır. Ayrıca, O. Aydın´ın deyimiyle; “O, modern anlamda bir örgütü yönetebilecek birikime sahip değildir.” ( Age, Sayfa: 94 )
Şeyh Said Efendi ile ilgili bu kısa bilgiler bile O´nun Azadî lideri olamayacağını göstermeye yeterlidir. Kürdistan´in bütün parçalarını kapsayan Bağımsız bir Kürdistan´ı programlamış bir örgütün, Kürdistan Devletini “muhal” (hayal) gören ve siyasal olarak hiçbir birikimi olmayan birini lider seçmesi eşyanın tabiatına aykırıdır.
Nitekim A. Melik Fırat da ayni konuya vurgu yapar. Uğur Mumcu´nun; “Melik Fırat´a dedesinin Erzurum´da kurulan Kürt Istiklal Cemiyeti´nin başkanlığını yaptığını ileri süren yayınlardan da söz ediyorum” sorusuna, “Hayır” diye cevap veriyor. (U. Mumcu- Kürt – Islam Ayaklanması, say: 152)
Yine Melik Fırat ayni röportajda; “Şeyh Sait, “Kürt Devleti kurmayı düşünmemiştim” derken doğruyu söylüyor. Çünkü kendisi ruhanidir.O´nun vazifesi tebliğ.” “Askeri ve siyasi bir amacı yok; amacı dini.” “Şeyh Sait´in, müktesebati ve ailesinin yapısı nedeniyle, İslami bir düşüncenin dışında, ümmet fikrinin dışında her hangi bir beşeri sisteme inanması, o yolda hareket etmesi mümkün değil. Nasyonalist bir düşüncesi olamaz.”
A. Melik Fırat´ın yukaridaki belirlemeleri tamamıyla doğrudur. Şeyh Said Efendi; ne Azadî´nin lideridir, ne “Kürt Devleti kurmayı düşünmüştür” ve nede nasyonalist(ulusalcı) bir düşünceye sahiptir.
Şeyh Said Efendi, “Nakşibendi Tarikatı postnisinidir.” (M.F irat)Esasen her sene kış mevsiminde kendi tarikat mensuplarının bulunduğu bölge içerisinde geziye çıkar. Ancak, 1925 yılında, Şeyh Said Efendi´nin bölgeye gidiş nedeni, her sene yaptığı alışılagelmiş gezilerden biri değildir. Yine müritleri içerisindedir. Ancak bu kez “izini kaybettirmek” için gelmiştir. Neki, siyasal bir deneyimi yok. “Asker değil, kumandan değil, paşa değil.”(Melik Fırat, Aktaran Uğur Mumcu, Age, Sayfa. 152) Devletlerin kirli tezgâhları ile ilgili de hiç bir bilgiye ve tecrübeye sahip değildir. O kendi müritleri içerisinde kendini güvende hissetmektedir. Kalabalık gruplarla hareket etmesinin, kendisini, devletin takibine açık hale getirdiğinin farkında bile değildir.
Şeyh Sait Efendi, Çan’dan sonra Çewlik’e(sonradan adı “Bingöl” olarak değiştirilen il merkezi) geçiyor. Oradan Diyarbakır tarafına yöneliyor. Lice’ye geçiyor. Lice´de, Azadî, Dr. Fuat vasıtasıyla Şeyh Said Efendi´ye müdahale etmeye çalışır. Kendisine; “Yalnız başına Siwan bölgesine gidip saklanması” talimatı verilir.( Mele Xalid, “Fehmi Fırat Ki ye?” Bir Dergisi, Sayı:7, Yaz-2007, S:213)
Mele Xalit, Liceli Fehmi´den duyduklarını Bîr Dergisi´ne anlatır. Anlatıma göre; Şeyh Sait Efendi kardeşi Şeyh Mehdi´yi Liceli Fehmi´ye gönderir. Bu şekilde Dr. Fuat´in emirlerini öğrenecektir. Mele Xalit´i dinleyelim:
“Şex Mehdi, dibêje “Here Licê hinda Fehmi u bira bi te re were Diyarbekirê u bi hev re herin hinda Dr. Fuad ka emrê wi çî ye?”
“Şeyh Mehdi; abim “Lice’ye Fehmi´nin yanına git, seninle birlikte Diyarbakir´a gelsin, beraber Dr.Fuat’ın yanına gidin, hele emri nedir?” (S. S )
“Dr Fuat vegerîya got “Xorto here ji birayê xwe re bêje bira ew bi tenê here herema Siwanê li gundekî bicih bibe, bila kes pê nizanibe heta buharê”
“Dr. Fuat dönüp dedi ki; “ Genç, git kardeşine söyle, yalnız başına gidip bahara kadar Siwan bölgesindeki bir köye yerleşsin. Kimse de bilmesin. “ (S. S)
Büyük bir ihtimalle Şeyh Sait Efendi´yi Dr. Fuat´a Tayyip Ali yönlendirmiştir. Şeyh Said Efendi, Dr. Fuat´in düşüncelerini yada önerilerini değil, “emri”ni soruyor. Dr. Fuat ile Şeyh Said Efendi’nin tanışıklıkları bile söz konusu değilken, emir almak için haber gönderilmesini, birincisi; Azadî’nin örgütsel mekanizmasının işlediği, ikincisi; Şeyh Said Efendi’nin emir alır pozisyonunda olduğu olarak değerlendirmek gerekir.
Naci Kutlay´a konuşan Ferhat Bilgin´de “Azadî”nin müdahalesini doğrular:
“Diyarbakır’da içinde Dr. Fuat, Avukat Bavê Tujo ve Cemilpaşa ailesinden birkaç kişinin bulunduğu “Azadî” örgütü üyeleri, Piran’da isyanın başlaması üzerine Lice’li Fehmi Efendi’yi Şeyh Sait´e gönderirler. Piran’daki olayı ve hazırlıksız bir başkaldırıyı tehlikeli görürler.” ( N. Kutlay,Age, say: 563)
(Herne kadar Ferhat Bilgin; ” Piran´da isyanın başlaması üzerine” diyorsa da, aslında “Azadî”nin Lice’li Fehmi Efendi’yi Şeyh Said Efendi’ye göndermesi, Piran olayından öncedir.)
Ancak, Şeyh Sait Efendi, halen yaşananların ciddiyetini kavrayamamıştır. Israrlar karşısında, Siwan bölgesine gidişini erteleyerek, kalabalıklar halinde köylerde konaklamaya devam eder. Hani´ye, oradan da Piran’a geçer.
Kendisinden “izini kaybettirmesi” istenen Şeyh Said Efendi, arkasından kamuflesi mümkün olmayan kalın izler bırakarak hareket ettikçe, Türk Devleti’de hazırlıklarını bitirip, Provokasyon için düğmeye basmaya hazır hale gelmiştir. Düğmeye Piran’da basılır. Provokasyon göstere göstere gelmiştir. Provokasyonun “Kürt gelenek ve görenekleri” gibi bir mazeretle yumuşatılması, geçiştirilmesi anlaşılır bir durum değildir. Şeyh Said Efendi, daha önceden Provokasyon ile ilgili uyarılmıştır. Ortada, bir manga askere iki teğmenin birlikte komuta etmesi gibi normal olmayan bir durum var. “Kanun kaçağı” kişilerin isimlerinin ve köyde olduklarının askerlerce çok iyi biliniyor olması, onların provokasyonun bir parçası olduklarının ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Ayrıca bu “kanun kaçakları” Şeyh Said Efendi’nin bulunduğu evde de değiller. Şu halde, “kanun kaçağı” kişilerin askerlerce alınması, hangi “Kürt gelenek ve göreneklerine” ters düşecekti. Kimin bu olayla “şerefi” ve “haysiyeti” ayaklar altına alınmış olacaktı. Bağımsız bir Kürdistan kurmak amacıyla, yıllar yılı binbir emek harcanarak yaratılan bütün değer ve olanakların imhası demek olan bu çok ciddi provokasyonun; “Kürtlerin gelenek ve görenekleri “; “şeref” , “onur” gibi hiç alakasız kavramlarla gerekçelendirilmesi, “olması gereken normal bir olay” olarak sunulması bir “normal”liği işaret etmiyor. Burada söz konusu olan “ Kürtlerin gelenek”i değildir. Bu tür “sosyolojik tahliller”, “kutsal tarih”in teorisini yapmanın geleneğidir. Kemalistlerin Kürdistan politikalarına hizmetin ve tarihi anlamamızı engellemenin geleneğidir.
Azadî’nin, Şeyh Said Efendi’nin yaklaşık bir buçuk ay süren “düğün alayı”na etkili bir müdahalede bulunmamış olması büyük bir zafiyettir. Görünen o ki, ya Şeyh Said Efendi üzerinden böylesine büyük bir provokasyonun gercekleştirilebilecegini tahmin edemediler ya da işlerinin yoğunluğu nedeniyle Şeyh’e fazla zaman ve eleman ayırmadılar.
13 Şubat Piran Provokasyonundan sonra Azadî ve Azadî örgütlülüğü devre dışıdır. Provokasyon, Azadî’nin örgütsel olarak Kürdistan’da güçsüz ve fakat Şeyh Said Efendi´nin müritlerinden ötürü güçlü olduğu bir bölgede tezgâhlanmıştır. Sahnede, Azadî örgütlülüğünün bazı olanaklarını da kullanan Şeyh ve müritleri vardır. Şeyh için “artıik geri dönüş imkânı yoktu.” Çünkü “silahlı çatışmaya neden olmaktan sanıktı. Tek seçenek yürümekti” ( A. Kahraman, Age, say: 76 ) Nereye olduğu belli olmayan bir “yürümek”. Ne siyasal hedefler belli, ne de emir – komuta var.
1925 ile ilgili değerlendirmelerde, genel kurgu gereği, Azadî, provokasyona da, provokasyon sonrası olaylara da dahil edilir. Ve bu iş yine belge ve bilgilere dayalı olarak değil, zorlama ile yapılır:
“Bağımsız Kürdistan Cemiyeti (Azadî) ayaklanmanın hazırlanmasında büyük bir rol oynamasına rağmen, ayaklanmanın önderliğinde önemli bir rol üstlenmeyi başaramadı.” (M. A. Hasretyan, Age, Sayfa: 135)
“1925 Kürt Ulusal Hareketi’ni, bir örgütün hazırladığı, fakat yönetemediği bir hareket olarak nitelemek mümkün görünmektedir.” ( O. Aydın, Age, Sayfa: 96 )
Oysa ortada Azadî’nin planlı olarak başlattığı ve fakat örgütsel zafiyetlerinden ötürü yönetemediği bir “ayaklanma” yada “hareket” yoktur. Provokasyon, Azadi´yi ve örgütlülüğünü boşa çıkarmaya yöneliktir. Ve bu başarılmıştır. Provokasyon sonrası olaylara katılan bir tek Azadî üyesi vardır: Liceli Fehmi Efendi. Liceli Fehmi´de yukarıda belirtildiği gibi, Şeyh Sait Efendi’yi uyarmaya gitmiştir. Kendini olayların içinde bulur. Bırakıp gidemez. “Tayyip Ali’nin olayların içinde olduğu ve Şeyh Sait Efendi ile birlikte davrandığı” yolundaki genel kani ise hiç bir şekilde doğru değildir. Liceli Fehmi’den hareketle; “Ancak buna rağmen bir ölçüde örgüt üyeleri ve belli birim yöneticileri hareketin içindedir. Bu kadro, Şeyh Said Efendi’nin yakın çevresinde bir nevi danışmanlar kurulu gibi hareket etmiştir.” ( O. Aydın, Age, Sayfa: 94) demek olgulara gözünü kapamaktır.
Aynı şekilde “Bunun yani sıra Kurmancî lehçesini konuşan Kürt aşiretlerinin de, özellikle, Karlıova, Hınıs, Bulanık, Malazgirt, Varto ve Kığı yöresinde katilim yüksekti.” demek te gerçekle örtüşmüyor. Söz konusu edilen yerler Cibran ve Hasenanlarin bölgesidir. Cibran ve Hasenanlar 13 Şubat provokasyonundan sonra sessiz kalırlar, olaylara katılmazlar. Devlet güçlerinin ve özellikle de milis güçlerin saldırılarına maruz kaldıktan sonradır ki kendilerini savunmak zorunda kalırlar.
Yani 13 Şubat provokasyonundan sonra gelişen olayların içinde Azadî yoktur. Ancak olaylar bahane edilerek yakalanıp yargılanan ve sonradan idam edilen Azadî üyelerinden hiçbiri, ne mahkemelerde ve ne de darağaçlarında sömürgecileri sevindirecek bir zaafiyet göstermemişlerdir. Ruhları şad olsun!
Saygılarımla
19.02.2010
Kaynak: www.peyamaazadi.com