Bugünlerde herkesin merak ettiği soru şu: İmralı görüşmelerinden gerçek bir barış çıkar mı?
Bu soruya ciddiye alınabilir bir cevap vermek, en azından aşağıdaki üç tespiti göz önünde bulunduran bir analizin yapılmasını gerektirir:
1) Bir ulusal hareket, söylemsel planda dışarıya, yani işgale, sömürgeciliğe vb. karşı bir eylemi dile getirse de sadece dışarıyla sınırlı bir şey değildir. Bir ulusal hareket, aynı zamanda, o hareketin temsilcisi olduğunu iddia ettiği toplumdaki güç ve iktidar ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi isteği ve eyleminin de bir ifadesidir. Ulusal hareketler bakımından dölyatağı işlevi gören bu sistematik, bu tür sorunların çözümü bakımından da çok önemli bir boyutu ifade eder. İstisnası henüz görülmemiş olan bu ilişkinin konumuz açısından kaçınılamayacak sonucu şudur: Bir barış süreci, sadece ulusal hareketle devlet arasında bir kapışma alanı değil, en az bunun kadar önemli olmak üzere, hareketin temsil ettiği topluluğun ve bizzat hareketin kendisinin içindeki bir çekişme alanı olacaktır. Adını koyarak ifade edersek bir barış süreci, daha ilk adımdan itibaren Kürtler arası bir çekişme süreci demektir .
Durum böyle olduğu içindir ki devlet, İmralı sürecini, bir yandan Kürt hareketini bölüp parçalamak için kullanırken diğer yandan bu hareket içindeki kendisine yakın kesimleri asli muhataplar haline getirmek için çalışmaktadır . Sakine Cansız ve iki arkadaşının Paris’te kurşunlanmalarıyla ilgili yazımda izah etmeye çalıştığım gibi, veriler, diğer ihtimallerden ziyade, bu cinayetin, PKK’yi İmralı görüşmelerine uygun biçimde dizayn etmek amacıyla işlenmiş olduğuna işaret ediyor. Ama devlet sadece PKK’yi dizayn etmeye çalışmıyor. İmralı adasına BDP’den kimin gideceğiyle ilgili son günlerdeki tartışmalarda gördüğümüz gibi, BDP’ye karşı da benzer bir operasyon yürütüyor. Başbakanın: “Ali İmralı’ya gidebilir, ama Veli gidemez”, türünden açıklamaları bu operasyonun ifadesidir. Devlet, açık bir şekilde BDP’yi kendi isteklerine uygun biçimde dizayn etmeye çalışmaktadır. Dün Leyla Zana vb. üzerinden yürütülen ve biraz da çiğ biçimde yürütüldüğü için tutmayan operasyon, bu kez barış sürecini ilerletme adına yapılmaktadır. Devlet, BDP ve kitlesini, “ya bizim önerdiğimiz isimlere razı olursunuz, ya da barışı unutursunuz” diyerek tehdit etmektedir. Barış arzusu taşıyan geniş kitlelerin, barış ile birkaç ismin feda edilmesi arasında tercih yapmak zorunda kaldıklarında barışı tercih edecekleri hesabına dayandırılmış olan bu operasyonunun tutup tutmayacağı ayrı bir konu. Buna girmeyeceğim. Bu yazı bağlamında bizi ilgilendiren şey, barış sürecinin Kürtler arası bir çekişme alanı olduğu ve devletin bunu kendi lehine manipüle etmek için her yolu deneyeceğidir. Bu notu düştükten sonra ikinci tespite gelebiliriz.
2) Bir ulusal hareketle barışmak demek, özünde, bu hareketin temsil ettiği veya temsil ettiğini iddia ettiği toplulukla dar anlamda egemen sistem, geniş anlamda da egemen toplum arasındaki güç ve iktidar ilişkilerini yeniden düzenlemek demektir. Diğer bir deyişle, barış süreci, dar anlamda Kürtlerle Türk egemenlik sistemi, geniş anlamda ise Kürtlerle Türkler arasındaki ilişkilerin yeniden düzenlenmesi anlamına gelir. Belirlemenin buraya kadar olan kısmı yeterince açıktır. Her zaman aynı açıklıkta anlaşılamayan kısmı ise şudur: Kürtlerle olan ilişkideki her değişme, Türklerin kendi aralarındaki güç ve iktidar ilişkilerini de etkileyeceği için Kürtlerle yürütülen bir barış süreci demek, aynı zamanda Türklerin Türklerle çekişmeleri süreci demektir.
3) Çatışmanın tarafı olan güçler bir vakumda değil de uluslararası nitelik taşıyan bir sistem içinde var olduklarına ve aralarındaki kavga da çoktandır bu sistemin bir parçasını oluşturduğuna göre, bir barış süreci demek, uluslararası alanda da bir çekişme veya kapışma süreci demektir. Bir kere daha adını koyarak söylersek, Kürtlerle Türkler arası bir barış süreci demek, Kürtlerin ve Türklerin kendi komşuları ve müttefikleriyle olan ilişkileri başta olmak üzere, bölgesel ve küresel ölçekteki hemen hemen bütün ilişkilerinin şu veya bu düzeyde yeniden şekillen(diril)mesi demektir. Böyle bir yeniden şekillenme ise yeni uluslararası sorunlar veya sıkıntılara yol açmadan gerçekleşemez.
Yukarıdaki üç tespitten çıkan ortak sonuç şudur: Bir barış süreci, aslında, değişik biçimlerde ve alanlarda süren daha karmaşık bir çekişme ve çatışma sürecidir. Barış diye diye, barışın çatışmayla olan bu diyalektik ilişkisini çoktan unutmuş olanları irkiltse de gerçek budur. Ve bu gerçeği kavrayamayan tarafın –ki örneğimizde daha çok Kürtler bakımından geçerlidir- barış sürecini düzgün biçimde yönetme şansı yoktur.
Bu gerçeği hatırlattıktan sonra, yazının başındaki soruya dönersek şunu söyleyebiliriz: İmralı görüşmeleriyle yeni bir evreye girmiş olan sürecinin gerçek bir barışla neticelenebilmesi, yukarıda tarif edilen alanların üçünde de asgari düzeyde bir uzlaşmaya varılıp varılamamasına bağlıdır.
Teorik olarak düşünüldüğünde, böyle bir uzlaşmanın her üç alanda da aynı düzeyde ve aynı sağlamlıkta yaratılamayacağı söylenebilir. Bazı alanlarda görece daha istikrarlı bir konuma ulaşılırken diğer alanlarda bunun gerisinde kalınabilir. Bu kadar karmaşık bir sorunda başka türlü bir sonuç mümkün değildir. Böyle olmakla birlikte, tek tek her bir alanın belirleyici güçlerini uzlaşmaya katamayan, uzlaşmanın sorumluluğunu üstlenmeye ikna edemeyen veya en azından tarafsız veya çekimser bir pozisyona çekemeyen bir çözümün tırnak içinde bir “çözüm” olarak kalacağı da açıktır.
Hiç kuşkusuz anılan üç alanda sağlanacak asgari uzlaşmayla varılacak bir barışın da bazı sorunları olacaktır, ama işleme şansı bulunan yegâne barışın bu tür bir barış olduğu da açıktır.
Peki, böyle bir uzlaşmaya varılamaması durumunda ne olur?
İmralı görüşmeleri muhtemelen bir kaosla neticelenir. Bölgenin bugün içinde bulunduğu durumla bir arada düşünüldüğünde, bunun yüksek bir ihtimal olduğunu belirtmek gerekir. Tabii, kaos derken sadece çatışmanın şu ana kadar sürdüğü biçimiyle devam etmesini kastetmiyorum. İlaveten, çatışmanın bölgesel bir savaşın parçasına dönüşmesi ve savaşan tarafların kendi içlerinde kargaşaya sürüklenmeleri gibi ihtimaller de gündeme gelecektir. Dünden farklı olarak bugün böyle bir noktada bulunuyoruz ve bu durum, Türk devletinin Öcalan’la masaya oturmuş olmasının arkasında yatan nedenlerden birini oluşturmaktadır.
Hem bu ilişkinin, hem de yukarıda anlatılan üç uzlaşma alanının daha yakından incelenmesi başka yazıların konusu olabilir.
Cemil Gündoğan
2013-02-08
cemil_gundogan@yahoo.se