İdari Rejim Değişikliği
Türkiye'de Rejim Değişikliği eğer kast edilen, “İdari Rejim Değişikliği” ise, 2013’te başlayan bir süreçle 2016’da tırmandı ve “İdari Rejim Değişikliği” gerçekleştirildi. Türkiye artık ‘parlamenter bir cumhuriyet’ değil, Türk tipi başkanlık sistemiyle yönetilen bir rejime dönüştü.
Bu süreç içinde Erdoğan, Bahçeli'nin de desteğini alarak, aslında Türkiye'de bir asker-polis devleti oluşturdu. Devletin illegal kurumları, neredeyse legal kurumlarından daha fazla hale geldi. Devleti oluşturan kurumlar, Erdoğan-Bahçeli fikriyatı ve bunların kadroları tarafından yeniden oluşturuldu. Kastedilen idari rejim değişikliği ise böyle bir idari rejim değişikliği oldu. Ancak Türkiye'de ciddi bir rejim değişikliği, artık Türkiye'de, bir sosyalist devrimle olur.
Askeri-Sınai Kompleks ve Yayılmacılık
Artık karşımızda, kapitalizmin yerleştiği, dış pazara yönelen, sınai- askeri kompleks oluşturan, bir devlet bulunmaktadır. Şu anda Türkiye'de ekonominin önemli bir ayağı bu sanayi askeri komplekstir. Bu biraz Amerikan modelidir. Ve bu; yayılmacılığı, yayılmacı bir siyaseti, şart koşar.
Yani, siz silah üretiyorsanız, bu silahları satmanız lazım. Bu silahları kullanmanız lazım. Silahları satmak, silah pazarına dâhil olmak için de ya savaşacaksınız ya sürekli savaş tehdidinden söz edeceksiniz.
Beka Meselesi ve Dış Düşman:
Son on yılda AKP iktidarları sürekli bir beka meselesi üzerinden kitleleri konsolide etmeye çalışıyorlar. Sürekli bir dış düşman hayali oluşturuyorlar.
Kürdistan düşmanlığı zaten yüz yıllık bir düşmanlıktır ve burada bir yenilik yok. Kürdistan'ın hangi parçasında, dünyanın neresinde Kürdistan lehine bir adım atılırsa, Türk Devleti bunu kendisi için beka meselesi sayıyor ve kitleleri de bu savaş psikolojisiyle yönlendiriyor. Örneğin, 2015 seçimlerinde AKP çoğunluğu kaybetti. Ancak, 4-5 ay içinde her tarafta bombalar patlatarak bir savaş psikolojisi oluşturmuş, seçimleri yenileyip tekrar birinci parti haline dönmüştür. Bu stratejiyi sürdüreceğe benziyorlar.
Savaş, Devletleri Hızla Karar Almak Zorunda Bırakır
Türk Devleti'nin bu eğilimleri, dünyadaki genel eğilime uygundur. Dünyada da - Amerika'da, Avrupa'da, Asya'da, Afrika'da - demokratikleşmenin gelişmesi yönünde bir eğilim yoktur. Tam tersine otoriterleşme ve totaliterleşme yönünde bir eğilim söz konusudur.
Bunun nedeni Üçüncü Dünya Savaşı’dır. Savaş, devletleri hızla karar almak zorunda bırakır. Demokrasi ise yavaş işleyen bir devlet modelidir.Bu nedenle savaş dönemlerinde ve savaş tehdidi algısı dönemlerinde totaliterleşme, otoriterleşme eğilimi güçlenir. Bunu Avrupa'da da görüyoruz, Amerika'da da görüyoruz. Günümüz dünyasını yöneten büyük devletlerin liderlerine bakmak yeterlidir: Amerika'da Trump, Rusya'da Putin, Türkiye'de Erdoğan var. Dünyada da böyle bir demokratikleşme eğilimi son on yılda gerilemeye başladı. Avrupa'daki seçimlerde neonazi gruplar güçleniyor. Türkiye de bu eğilime uygun bir idari rejim oluşturdu.
Bu nedenle, dünyadan ve Avrupa Birliği’nden bu otoriter-totaliter yapıya hiçbir ciddi itiraz gelmedi. Darbeler döneminde ya da ara dönemlerde Avrupa Birliği: ”Türkiye demokratik değerlere sahip değil.” diyerek bazen ambargolar uygular, bazı kurumlardan çıkarırlardı. Bu dönemde böyle bir şey de yok. Çünkü bunu, dünyadaki otoriterleşme-totaliterleşme eğiliminin bir parçası olarak değerlendirmek gerekir.
Kürdistan Meselesi ve Çözüm Arayışları
Kürdistan bakımından, Türkiye Cumhuriyeti'nin bu meseleyi idari bir rejimle çözmesi mümkün değildir. Çünkü Türkiye, Kürdistan'da işgalci ve jenositkar bir devlettir. Yüzyıldır zamana yayılmış bir jenosit uyguluyor bu devlet. Bu devletin içinde herhangi bir idari değişiklikle, Kürdistan meselesinin çözümü söz konusu olamaz.
Kaldı ki son 5-6 yıldır Türkiye'nin kendi partileri arasında da bir demokratik diyalog ortamı kalmış değildir. Biz, yıllardan beri diyoruz ki: “Türk Devleti'nin Kürdistan'la hukuku, düşmanlık hukukudur.” Son bir yıldır, CHP Genel Başkanı Özgür Özel de diyor ki: “AKP'nin bize uyguladığı hukuk, düşmanlık hukukudur.” Tablo buyken, bu iktidardan demokratikleşme sorunlarını diyalogla çözme beklentisi ham hayaldir.
Devletin gidişatı bu yönde değildir. Bu devlet, Orta Doğu ve Yakın Doğu'da İran'dan doğan boşluğu doldurmaya çalışan yayılmacı bir devlettir. Kürdistan için zaten sömürgeci bir devlettir; bunun ötesinde de yayılmacıdır ve kendi sınırlarının dışında birçok yerde asker bulunduran bir devlettir. Bugün Libya'da, Suriye'de, Irak'ta, Bosna- Hersek'te Türk askeri var. Katar'da da sanıyorum Türk askeri var. Sürekli savaş tehdidi ve savaş algısı üzerinden yürüyen bir iktidar mevcuttur.
Bunlar nasıl birdenbire demokratikleşecek? Bunlar toplumsal siyasal gerçekleri örtmek için uydurulan kılıflardır. Bunun sözcüsü de çok açıktır: Öcalan’dır. Yani devletin kendi yayılmacılığını, işgalciliğini örtmek ve Kürtleri teslim almak, Kürt siyasetini teslim almak projesinin sözcüsü de Öcalan'dır, Bahçeli'dir.
Bu aktörler kendi partileri içinde demokrasiye uzaktırlar; kendi partileri içinde hiçbir demokratik işlerlik sağlamamış kadrolardır. Bunlar bir devleti nasıl demokratikleştirecekler? “Barış ve demokratik toplum inşa edilecek” deniyor. Ama bütün kavramların içini boşaltıyorlar Mesela “barış” diyorlar; iki gece önce medya haberi izledim orada konuşmacılar var süreci övecekler diyorlar ki “dünyada böyle bir model yoktu; bütün çatışma çözümlerinde silah bırakma en sona kalır” diyorlar.
Şimdi buna MHP'liler “Bahçeli modeli” derken; DEMliler de onlardan aşağı kalmamak için diyorlar ki bu: “Öcalan modelidir.” Şimdi bir kere bu model kötü bir modeldir. Bütün siyasi taleplerini bir tarafa bırakmışsın; hiçbir siyasi talebin gerçekleşmediği halde bir barıştan söz ediyorsun. Barış böyle bir şey değildir. Bu, yenenin yenilene kendi şartlarını dikte ettiği bir kötü barıştır. Bu, eşit haklı demokratik bir barış değildir.
Böyle olması için tarafların siyasi taleplerini masaya koymaları ve orada bir ortak nokta bulmalarıyla söz konusu olur. Ortada öyle bir masa, öyle bir denklem yok. En son yapılacak işi en başa getirmek, çatışma çözümü değil; çatışan bir tarafı teslim almaktır. Bunun üzerinden de demokratik toplum oluşması söz konusu değildir, bence.
Bir Millet Diğer Bir Millete Entegre Olamaz
Entegrasyon kelime anlamı olarak bir parçayı bir bütünle uyumlu hale getirmektir. Sanayide entegre tesisler vardır; birçok farklı bölümlerden oluşur. Bunları birbirine entegre ederek bir üretim yaparsın.
Sosyal-siyasal anlamda entegrasyon daha çok bu göçmenlerle ilgili tartışılır. Ya da bir devletin sınırları içinde belli bir azınlık varsa o azınlığı o bütüne entegre etmeye çalışırsınız. İki millet arasında entegrasyon söz konusu olamaz. İki millet arasında eşit haklı komşuluk olur, başka şeyler olur ama bir milletin diğerine entegrasyonu o milleti denasyonalize etmektir; yani ulus olmaktan çıkarmaktır. Bu kavram, Ziya Gökalp’ın kullandığı bir kavramdır. Denasyonalizasyon yani millet olmaktan çıkarma.
“Biz Kürtleri millet olmaktan çıkarmalıyız.” diyorlar. Yüz yıl sonra Öcalan bunu önce “pozitif entegrasyon” sonra “demokratik entegrasyon” sözleriyle aslında devletin yüz yıllık projesini yeniden güncellemiş oldu. Bunu sadece Kuzeybatı Kürdistan için de söylemiyorlar.Aynı dayatmayı Küçük Güney’e yapıyorlar: “Siz Şam'daki HTŞ çetesine entegre olacaksınız.” diyorlar. Aynı bakışla ileride Güney Kürdistan'a da, aynı şeyi söyleyecekler. Doğu Kürdistan'a da aynı şeyi söyleyecekler.
Demirtaş o ilk yaptığı konuşmada: “Her dört devlet de aynı zamanda Kürtlerin de devletidir.” dedi. Şimdi bu devlet senin devletinse, bir tarza buna entegre olman lazım.
Pozitif entegrasyon denilen şey, diyelim ki İsveç'te yüz bin Kürt nüfus var. İsveç devleti bunu iki şekilde entegre etmeye çalışabilir: Birincisi, bu yüz bin Kürt'ün dillerini, kültürlerini, tarihlerini geliştirme imkânı sağlar ve bir tarzda da onu İsveç toplumuna entegre etmeye çalışır. Bunun adı pozitif entegrasyondur.
Negatif entegrasyon ise o topluluğun topluluk olmaktan kaynaklanan hiçbir hakkını vermeden çoğunluk içinde eritmek anlamına gelir. Bu, eğer bir azınlık söz konusuysa asimilasyondur; bir millet söz konusuysa bunun adı da jenosittir. Buradan entegrasyon çıkarmaya çalışmak aklımızda alay etmektir.
Her buldukları kavramın önüne bir “demokratik” sözcüğü getirip sanki ondan farklı bir şey çıkaracaklarını sanıyorlar. Sen entegrasyonun başına “demokratik” sözcüğünü ister getir, ister getirme, söz konusu olan Kürt millet gerçeği ise; entegrasyon, jenosidin kibar adıdır. Bunun başına ister demokratik koy, ister sosyalist koy, ister Kemalist koy, ister Bahçeli modeli koy; sonuç değişmez.
Bir millet diğer bir millete entegre olamaz. İki milletin birlikte yaşadıkları bazı devlet formları vardır. Konfederalizm gibi. “Kürdistan ayrı bir devlet olur; Türk tarafının ayrı devleti var, sizin ayrı devletiniz var, Konfederal bir yapı oluşturalım.” ya da “Orta Doğu'da konfederal bir birlik oluşturalım.” denilebilir. Ama bunun ötesinde bir milleti bir bütüne entegre etmeye çalışırsan, o milleti millet olmaktan çıkarmaya çalışıyorsun demektir.
Entegrasyon giderek ortak dile, ortak kültüre, ortak tarihe uzanır. Oysa sözünü ettiğimiz milletler farklı tarihlere, farklı dillere, farklı kültürlere ve hatta belli ölçüde farklı dinsel inançlara sahip milletlerdir. Buradan bir entegrasyon çıkmaz. Bu, Kürt milletini atomize etme çabasıdır.
Kürtleri atomize etme çabası 19. yüzyıldan başlamıştır. Günümüzde kadar devam etmiştir. Bir proje olarak devam etmiştir. Önce Mirlikleri tasfiye edip yirmi tane mirlik yerine iki bin tane aşiret saldılar piyasaya. Sonra onlar olmadı, aşiretleri de tasfiye etmeye yöneldiler. Şimdi de Kürtleri sadece millet olmaktan değil, toplum olmaktan da çıkarmaya çalışıyorlar. “Bir Kürt milleti yok, bir Kürt toplumu, Kürdistan toplumu da yok. Tek tek Kürtler var. Bunları Türkiye'ye entegre edeceğiz” diyorlar. Bunun formülü de anayasal vatandaşlıktır.
Eşit vatandaşlık dediğin şey eşit insanlar arasında olur. Farklı vatanlarda yaşayan insanlar arasında bir eşit vatandaşlık modeli bulamazsınız. Bu ancak diğer milletin vatan hakikatini ortadan kaldırmakla olur. Bahçeli ve Öcalan’ın yapmaya çalıştıkları esas olarak budur. Bu, entegrasyon görünümlü, yüzyıldır süren, zamana yayılmış jenosaidi sürdürme faaliyetidir. Ve sadece Kuzey parçasıyla ilgili değildir.
Cumhuriyet Kavramı:
“Cumhuriyet Bir Devlet Formudur.” Eğer bir devletin kurumları seçimle iş başına gelenler tarafından oluşturuluyorsa, işte o devlet yapısına cumhuriyet deniliyor. Günümüz dünyasında zaten mevcut devletlerin yüzde doksanı kendisini cumhuriyet olarak ilan ediyor. Bu çok matah bir şey değildir. Sonuçta Esad döneminde de Suriye Arap Cumhuriyeti vardı; onlar da seçim yapıyorlardı. Şimdi İran da seçim yapıyor, orada da bir cumhuriyet var. Rusya da cumhuriyettir. ABD de cumhuriyettir.
Öyle bir cumhuriyet fetişizmi yaratıyorlar ki sanki dünyanın başka yerinde bir cumhuriyet yok ve “Türkiye Cumhuriyeti bizim için kutsal bir şeydir.” Böyle bir şey yok! Yani Türkiye Cumhuriyeti dediğin, otokton halkların ortadan kaldırılmasına programlanmış, jenosidal bir devlet aygıtıdır Cumhuriyet. Bunun Kürtler bakımından ya da geniş Türk toplulukları bakımından övünülecek, savunulacak hiçbir tarafı yoktur. Yüzyıllık Türkiye Cumhuriyeti pratiği, kitlelerin jenositle toplu katliamlarla, kırımlardan geçirilme pratiğidir.
An itibariyle Türkiye Cumhuriyeti, bu çok sevdikleri cumhuriyet, Kürdistan'ın üç parçasında işgalcidir. Sadece Kuzeybatı Kürdistan'da işgali sürdürmekle kalmıyor Türkiye Cumhuriyeti. Rojava denilen Küçük Güney'in, yarısına yakın toprağı Türkiye Cumhuriyeti'nin işgali altındadır. Güney Kürdistan'da onlarca askeri yerleşke kurmuşlar. Güney Kürdistan'ı bu askeri yerleşkeler üzerinden kontrol etmeye, tehdit etmeye hazır bir hale gelmişler.
Son dönemlerde haberler geliyor, diyorlar ki: “PKK oradaki mevzilerinin bir kısmını tek tek Türk ordusuna teslim ediyor.” Oysa o mevzileri siz kurtarılmış hale getirmediniz. Siz Güney Kürdistan'a gittiğinizde orada zaten kurtarılmış vatan toprağı vardı. Siz oraya yerleştiniz. Şimdi de çekildiğiniz yerleri Türk ordusuna teslim ediyorsunuz. Dolayısıyla bu cumhuriyet övünülecek, savunulacak bir şey değildir.
“Cumhuriyetin Kürtleşmesi” ya da “Kürtlerin Cumhuriyetleşmesi” deli saçması bile değildir. Cumhuriyet Türkleşmiş midir ki Kürtleşecektir? Yani bugün tartıştığımız devlet Türkiye'de Egemen sınıf blokunun baskı aracıdır bu devlet. Bu devlet böyle bütün Türklerin de devleti değildir. Zaten bu mümkün değildir. Yani bir toplumda temel sınıf karşılıkları varsa farklı çıkarlara sahip sınıf ve tabakalar varsa, devlet orada bu sınıflardan hangisi egemense onun baskı aracıdır.
Öcalan-Demirtaş ve Biat Siyaseti
Öcalan bir taraftan diyor ki: “Bu sınıf mücadelesi teorilerini falan aştım.” Diğer taraftan: “Komün devlet, çelişkisinden” söz ediyor. Bu analize göre; Öcalan komün tarafıdır, devletle bir çelişkisi var. Komün, devletle mücadele edecektir. Şimdi Kuzeybatı Kürdistan'da eğer bir komünden söz edebilirsek; bu, PKK'nın kendi etrafında oluşturduğu bir komünden söz edebiliriz. Peki, sen diyorsun ki: “Gelin devletle ve toplumla bütünleşin.” Demek ki senin komünün ile devlet arasında bir çelişki de yok.
Bu sözcüklerle hem bir sol görünüm kazandırmaya çalışıyor, hem de sözüm ona bunlar işte Öcalan'ın bulduğu yeni icatlardır. Oysa bütün bunların zemininde devlete biat vardır. Devlet ne diyorsa Öcalan onun sözcülüğünü yapıyor. Komün-devlet çelişkisi varsa, senin komününün devletle mücadele etmesi lazım.
Aynı şeyi Selahattin Demirtaş da yapıyor. Yani şöyle bir sözü var; akıl kârı değil: “İdeoloji, teori, norm bunlar önemli değildir. Duygu önemlidir.” diyor. “Türkler ve Kürtler arasında bir kardeşlik duygusu oluşturacağız.” diyor.
Sözünü ettiğimiz arkadaş, HDP'nin eski genel başkanı, yani bir siyasetçi. Bir şair ya da bir öykü yazarı değil. Siyasal faaliyetlerinden dolayı sekîz yıldır zindanda ve şunu söyleyebiliyor: “Teori, ideoloji, norm önemli değil. Önemli olan duygu, Türklerle Kürtler birbirlerini sevecekler, birbirlerini ana gibi, yar gibi, kardeş gibi sevecekler.” Aklın, mantığın alamayacağı cümleler kuruyorlar. Bunun siyasetle, sosyolojiyle, herhangi bir düşünce akımı ile bir ilgisi yok.
Demirtaş: “Hukuk da önemli değil.” diyor. “Önce biz birbirimizi seveceğiz.” (Nasıl olacağını söylemiyor.) Ama anlıyoruz ki: “Biz Alparslan Türkeş'in mezarına gideceğiz. Adnan Menderes'in mezarına gideceğiz. Türkler de diyecekler ki: ‘Bak bu Kürtler kendi katillerinin mezarına gitti. Bunlar kardeşlerimizdir.’ Sarılıp öpüşecekler herhalde.” Bunun hiçbir fikri karşılığı yok.
Şunu söyleyip bitireyim: Eskiden yani 1990'lara hatta 2000'lere kadar cezaevleri bizim için okuldu. Ve cezaevine her girdiğimizde, çıktığımız zaman, girdiğimizden daha donanımlı, daha kararlı çıkardık. Fakat 2000'li yıllardan bu yana bu cezaevi sistemlerini değiştirdiler, cezaevinde katliamlar yaptılar. 2000'lerden bu yana artık cezaevleri büyük ölçüde devlet için okula dönüştü. (Zindanda yatan bütün arkadaşları itham etmek için söylemiyorum. Ama sanki cezaevleri devlet için okula dönüşmüş.)
Selahattin Demirtaş sekiz yıllık eğitimini bitirdikten sonra ideoloji, teori, normun önemli olmadığını, önemli olanın duygu olduğunu: “Biz Alparslan Türkeş'in mezarına gidersek, onlar da Sincar'ın mezarına gelirlerse kardeşlik oluşur. Hukuk daha sonra gelir.” diyor. Yani: “Baştan hukuku koyarsanız olmaz.” diyor. “Önce biz birbirimizi sevelim.” Yeni yetme bir gencin kız arkadaşına söyleyeceği sözleri bir eski partinin genel başkanı milyonlarca insan tarafından sevilen bir siyasetçi söylüyor. Eğitimini tamamlamış olduğuna hükmetmek gerektiğini düşünüyorum. Tabii bunun esas sorumlusu Demirtaş değil. Muhtemelen Demirtaş'ı da bu noktaya getiren İmralı'dır. Demirtaş, İmralı'nın söylediklerini daha bir edebi dille söylemeye gayret edip kendisini ona ya da devlete affettirmeye çalışıyor olmalı.
İmralı Heyeti ve Oyalama Sûrecî
Aslında İmralı heyetinin Erdoğan’la görüşmelerini gerektirecek bir şey de yoktur. Bu İmralı heyeti, İmralı'da özel alanda görüşünce dört kamerayla ses ve görüntü kayıtları alınıyor. Öcalan'ın Pervin Buldan ve Mithat Sancar'a ne söylediğini, onlardan daha iyi Erdoğan biliyor zaten.
Bu bir tür tiyatro oyunu gibidir. Türk Devleti zamana oynuyor. Hedefi Suriye ve Rojava‘dır. Burada mesafe almakta zorluk çekiyorlar. Zorluk çektikçe de süreci yayıyorlar. Bir komisyon oluşturdular, bilmem kaç yüz kişiyi dinlemişler. Siz neyi dinliyorsunuz? Ortada Bahçeli'nin talimatıyla: “Ben örgütümü feshettim, silahlı gücümü dağıttım.” diyen bir örgüt var. Bu örgüt elemanlarının bu tarafa geçişiyle ilgili yasal düzenleme yapacak mısın, yapmayacak mısın? Bunun için üç ay, dört ay her bir kesimi dinlemek için bir neden yoktu.
Erdoğan’ın Mithat ve Pervin'le görüşmesi için de ortada bir neden yok. Biliniyor zaten. Yani daha Pervin Buldan'la Mithat Sancar İmralı'dan çıkmadan, orada Öcalan la ne konuştukları MİT üzerinden Erdoğan'a iletiliyor zaten. Bunlar, bizim aklımızla oynamak ve milleti oyalamak içindir. Yoksa konuşulacak, tartışılacak bir şey yoktur. Ağzını açan diyor ki: “Hiçbir talebimiz yok. Biz silahları gönüllü olarak bırakıyoruz. Hiçbir koşul öne sürmeden bırakıyoruz.” diyorlar. “Bıraktık.” dediler. “Örgütü feshettik.” dediler.
Ama aynı örgüt yapısı işte iki üç gün önce bir bildiri yayınladı: “Biz kuzeydeki güçlerimizi Güney’e çektik.” dediler. Demek hala silahlı güçler duruyor, örgüt yapısı da duruyor. Devlet, Öcalan üzerinden Kandil'e ve Küçük Güney'e baskı yaparak orayı teslim almaya çalışıyor. Burayı teslim almadığı müddetçe bu Bahçeli-Öcalan sürecinin bir adım ilerlemesi mümkün değildir.
Devlete yapılan her tür talebe, devletin verdiği karşılık, Hakan Fidan'ın verdiği cevaplar bellidir. “Tüm gruplar silah bırakmalıdır.” demiş Öcalan. PYD-YPG de bu tüm gruplardan biridir. “Ancak onlar silah bırakırlarsa biz ikinci aşamaya geçebiliriz.” diyorlar. Karşılıklı kendi kitlelerini ve ikisi bir arada hepimizi oyalamaya, aklını çelmeye çalışıyorlar. Ortada üzerinde konuşulacak ciddi bir şey yoktur.
Efendim Diyarbakır'daki bir mitingde gençlerden biri polise hitaben: “Bunlar düşmandır.” demiş. Doğru demiş. Bu devletin Kürdistan'la hukuku düşmanlık hukukudur. İşte Erdoğan bunu onlara soracak: “Böyle şeyler yapmayın.” diyecek falan gibi ipe sapa gelmez cümleler kuruyorlar.Türk Devleti'nin yüz yıllık pratiğinin 50-60 yıllığını biz yaşadık, biliyoruz. Bizden öncekileri de okuduk, yine biliyoruz. Düşmanlık hukukunun ötesinde Türk Devleti'nin Kürdistanlılara tanıdığı başka bir hukuk yoktur. Bugün de yok. Sadece biçim değiştiriyorlar, kabul edilebilir hale getiriyorlar. Onun dışında düşmanlık hukuku ve düşmanlık devam ediyor.
Müttefiklik, Siyasal Hedeflerde Anlaşmakla Mümkün Olur
Küçük Güneyle ilgili bir şey söylemeden önce şunu belirteyim: “Siyaset aynı zamanda bir temas işidir. Sahayla temas, sahadaki aktörlerle temas. Bu konuda çok ciddi eksikliğimiz var. Kendim için söylüyorum: Sahadaki aktörlerle ciddi bir iletişim sağlayamıyoruz. Sonuçta açık kaynaklardan ve Kürdistan'a bakışımız sonucu birtakım analizler yapıyoruz. Bu temasların yokluğu ya da azlığı, analiz yaparken ciddi bir handikaptır.
Analiz yokluğunun bir nedeni bizim örgütsel yetersizliğimizdir. Bir diğer nedeni de sahadaki güçler, güç fetişizmindedirler. Yani sen ne söylersen söyle, neredeyse: “Kaç uçağın var, kaç tankın var?” falan diyecekler. Bir güce tapma modu yaygındır. Bu her iki faktör teması engelleyen, daha sağlıklı değerlendirmeler yapmamızı engelleyen faktörlerdir.
Bu ihtiyatlarla konuşursam Küçük Güney'de ya da işte Rojava'da 13 bin Kürdistanlı gencin kanıyla kazanılmış bazı haklar var. Bu haklar fiili (de facto) haklardır, henüz yasal bir işlerliğe kavuşmuş değil. Ne Suriye hukuku içinde ne de devletlerarası hukukta tanınmış bir statü yok.
ABD özellikle Trump PYD, YPG ile daha sonraki adı SDG ile ilişkilerini DAEŞ'e karşı mücadelede ortaklarımız olarak tarif ediyor. Yani: “Bunlar bir siyasi harekettir, şu siyasi hedefleri vardır, biz bu siyasi hedeflerini makul karşılıyoruz.” diye bir açıklama, on yıldır hiçbir ABD yetkilisinden çıkmadı. İlişki sadece bir askeri ittifak ilişkisi olarak tanımlandı. Bu ciddi bir dezavantajdır. Çünkü uluslararası aktörlerle ilişki kurduğunuz zaman kendi siyasal hedeflerinizle kurmalısınız. Müttefiklik, siyasal hedeflerde anlaşmakla mümkün olur. Maalesef Küçük Güney’de henüz bu aşamaya gelmiş değiliz.
Şimdi Suriye'ye entegre olunacak deniyor. İyi de ortada bir Suriye devleti yok. Şu anda Şam'da hüküm süren hükümet, geçen sene İdlib'i yönetiyordu. 10-12 tane cihadist örgütün oluşturduğu bir koalisyondur. İdlib'deki hükümeti aldılar, Şam'a götürdüler. Şimdi Kürtlere diyorlar ki “Siz buna entegre olun.” Bunu kabullenmek doğru değildir. Ortada bir devlet yapısı yok. HTŞ'nin Şam'da ne kadar kalacağını bilmiyoruz. Kendi payıma ben HTŞ ve Golani'nin Suriye'de kalıcı bir siyasi aktöre dönüşeceklerini sanmıyorum.
HTŞ'nin toplum içindeki kitle desteği %20'yi geçmez. Yani Sünni Arapların cihadist kanatları ve onların sürüklediği kitlelerdir HTŞ'nin kitle desteği. Bunun dışında Kürtler var, Nusayri Araplar var, Dürziler var. Ermeniler, Süryaniler var. Sunni Arapların modern, seküler yaşama alışmış olan kesimleri var. Bunlardan hiçbiri HTŞ'nin kitle tabanı değil.
HTŞ' ve GOLANİ Şam'da Niye Kalıyorlar?
Bölgedeki bütün devletlerin Suriye üzerinde farklı hesapları var. HTŞ'yi Suudi ve Katar finanse ediyor. Suudi ve Katar'ın HTŞ üzerinden bir beklentileri var. Türkiye askeri eğitim veriyor, silah desteği sağlıyor. Zaten Suriye'nin bilmem yüzde kaçını işgal etmiş; Serêkanîyê’den Afrin'e kadar. Onun başka bir hesabı var.
İsrail, Suriye devletinin ciddi bir devlet olmasını kabul etmeyeceğini beyan etmiştir. Suriye rejiminin Şam'ın güneyine askeri güç aktarması, İsrail'in birinci kırmızı noktasıdır. İkinci kırmızı noktası da Türkiye güçlerinin Halep'in güneyine inmesidir. İsrail'in de ayrı bir hesabı var.
Son dönemde Golani Rusya'ya gitti, Putin'le görüştü. Rusların Akdeniz'deki üstlerini yeniden aktive etmeye başladıkları yazıldı. Golani bütün bunlara şirin görünerek Şam'da iktidarda kalmaya çalışıyor. Bu dans uzun sürmez; eninde sonunda bu bütün oyuncular birbirlerinin ayağına basmaya başlarlar. HTŞ'nin birbirinden farklı hesapları olan bu kadar devleti birlikte idare etmesi bence mümkün değildir. Kürt tarafı geç kaldı.
Yani HTŞ Şam'a gidip orada iktidar ilan ettiği zaman, bunların da Rojava Kürdistanı'nda bir yönetim modeli ilan etmeleri lazımdı. Ve görüşmeler iki parlamento arasından olurdu o zaman.
Fakat orada da şöyle bir handikapımız var: 2015'ten bu yana artık “Rojava yok, Kuzeydoğu Suriye” var. Şimdi bu Kuzeydoğu Suriye'de esas itibariyle Sunni Arap coğrafyası var. Kürdistan'ın güney sınırları sunni Araplarla çevrilmiştir. Şii Araplarla Nusayri Araplarla komşuluğumuz sınırlıdır. Yani bir Afrin'in batısında sınırlı bir kesim var, bir de Hemrin Dağı'nın orada var Şiilerle komşuluğumuz. Sunni Araplar, Kürdistan'la bunları ayıran bir kemerdir.
Kuzey Doğu Suriye de şu anda 8-10 milyon insan civarında yaşadığı söyleniyor; bunun iki milyonu Kürt, altı milyonu Sunni Arap, geriye kalan Ermeni, Süryani azınlıklardır. Kendini ”Kuzey Doğu Suriye” olarak tarif ettikten sonra, sen zaten kendini Suriye'nin bir parçası olarak tarif etmiş oluyorsun. Bu durumda senden entegre olman istenecek.
Mazlum Abdi, Golani ile yaptığın son görüşmeden sonra ilk defa dedi ki: “Ben oraya Kürtlerin temsilcisi olarak gitmiyorum; ben HSD'nin temsilcisi olarak gidiyorum. Rojava sorununu Kürt heyeti gidip Şam'da Golani ile görüşecekler. Biz onun hazırlıklarını yapıyoruz.” dediler. Bir yıla yakın bir zaman geçti. Bir Kürdi Konferans yapıldı, bir ortak heyet kuruldu. Bu heyetin adı var, kendisi yok piyasada. Eğer oradaki (Küçük Güney Kürdistan'la ilgili) bir statü sağlanacaksa bu, bu konferansın seçtiği Kürdi heyet üzerinden yapılabilir. Çünkü HSD de Kürtleri temsil eden bir yapı değil. HSD'yi oluşturan askeri güçlerin de %60-70'i Arap aşiretleridir. Yani HSD içindeki Kürt savaşçıların sayısı yanılmıyorsam %20-25'i geçmez.
Ayrıca bu Arap aşiretleri, Kürtlerle ittifak oluşturdukları zaman, Esad rejimi vardı. Sunni Araplar Esad rejimini alevi bir rejim olarak nitelendiriyorlardı. (Aslında öyle değildi; Esad ordusunun da yüzde 60-70'i Sunni Araplardan oluşuyordu.) Ama Sunni Arap coğrafyasında böyle bir bilinç vardı; Esad'a karşı Kürtlerle ittifak yapıldı. Şimdi Şam'da artık Esad yok; onlar gibi Sünni olan cihadist, terörist gruplar var. Bunların, Kürtlerle ittifakı ne kadar, ne zamana kadar sürecek bilmiyorum. Sahayla direkt temas olmadığı zaman yaklaşık analizler yapabiliyoruz ama bunlar bizim handikaplarımız.
Benim beklediğim orada “Kürdi Kürdi Heyetin” bir an önce aktif olması; programını açıklaması, Şam yönetiminden taleplerini açık bir şekilde deklare etmesidir.
Bir taraftan Kürt tarafına diyorlar ki: “İşte HTŞ'ye entegre olun.” Demek ki Şam'da size göre meşru bir rejim var. O zaman Kürt tarafı derhal demelidir ki; “Afrin'den, Serêkanîyê’den, Gresipî'den defolup gidin!” Madem Suriye'de meşru bir rejim var; daha önce “Esad var.” diyordunuz. Esad gitti, sizin kankalarınız geldi.
Biz sürekli savunmadayız. Türk tarafı bir şeyler söylüyor. Bizimkiler işte: “Diyaloğumuz iyidir. Biz konuşuyoruz, görüşüyoruz. Bizden size zarar gelmez.” diyor. Sürekli savunma yaparak bir zafer elde edildiği, dünyanın hiçbir yerinde görülmemiştir.
Oysa savunma durumunda olmaları gereken Şam'daki teröristler ve Ankara'daki işgalcilerdir. Bizler haklı bir davanın savunucularıyız. Kürdistanlı silahlı güçler gidip Türkiye'nin Konya'sını, Yozgat'ını işgal etmiş değiller. Onlar gelip ülkemizi işgal etmişler. Kuzey'le sınırlı kalmadılar; Afrin, Serêkanîyê'yi, Girêsipî'yi de işgal ettiler. Devletlerarası kamuoyunda da bu haklılık üzerinden ciddi bir tavır almak lazım. Bu savunma psikolojisinden sıyrılmak lazım. Burada şiddeti uygulayan, işgali sürdüren etnik temizlik yapan Türkiye ve HTŞ'dir.
Biz haklıyız. Bu haklı olmanın verdiği güçle dünya kamuoyuna çıkmalıyız. Öncelikle de Küçük Güney üzerinden ya da Rojava Kürdistanı'nı temsilen Kürdi Kürdi Heyetin sahaya çıkması lazım.
Bahçeli ısrarla: “Komisyon İmralı'ya gitsin; İmralı Rojava için bir açıklama yapsın.” diyor. Bahçeli ısrarla diyor ki: “Bizim için tek geçerli olan Öcalan'ın söyledikleridir.” Yapılan çeşitli sosyal medya paylaşımlarına göre Öcalan'ın telekonferans yoluyla Rojava'daki yöneticileri azarladığı onlar hakaret ettiği söyleniyor. İlk İmralı görüşmelerinde zaten şunu söyledi: “Kandil İran'a yatkındır. Rojava'da Amerika ve İsrail'e yatkındır,” dedi.
Eğer Kürdi Kürdi Heyet, Güney Kürdistan'da bu ölü toprağını üzerinden atıp, bu Bahçeli-Öcalan sürecinin Kürdistan'a dönük bir saldırı olduğunu anlayıp, bu Kürdi Kürdi Heyeti desteklerlerse, Rojava Kürdistan'ında ciddi kazanımlar elde etmek mümkündür. Aksi takdirde sürekli savunmada kalarak, bir adım yol ileriye gitmeyiz.
Benim umudum şudur: Suriye'de savaş bitmemiştir. Önümüzdeki 10 yıl, Suriye'de savaş devam edecektir. Golani-HTŞ ile sağlanan geçici çatışmasız ortam geçicidir. Bu geçecektir.
Kürdistanlı partilerin asla silahsızlanmayı kabul etmemeleri lazım. HTŞ bir devlet değil ki HSD gidip ona entegre olunsun. Başlangıçta Mazlum Abdi bir kol ordu olarak katılmayı planladığını söylemişti. Son günlerde tümenlere indiği söyleniyor. Tam olarak ne tartışıyorlar bilmiyoruz. Çünkü süreç halktan gizli sürdürülüyor. Türkiye tarafının bu süreci gizlilikle sürdürmesi anlaşılır; sonuçta bu işgalci, emperyalist bir devlet. Kürt tarafının açık olması, hem dünya kamuoyuna hem Kürdistan kamuoyuna doğru bilgiler servis etmesi lazım ki biz de değerlendirip anlayabilelim.
Farklı tümenlerle HTŞ'ye tabi olmaları, Rojava Kürdistanı'ndaki kazanımları tehlikeye sokar. Şu anda esas kritik mesele ordudur. Çünkü savaş halindeyiz; savaşın sonunu belirleyecek olan halkın gücünü desteğini kazanmış ordulardır. Bu yüzden PYD ve YPG hiçbir şekilde HTŞ'ye entegre olmamalıdır; bunlar, Rojava Kürdistanı'nın ordusu olarak kalmalıdır. Savaş devam edecektir. Silah konusunda yapılacak en ufak bir hata, savaşın kaybedilmesiyle sonuçlanabilir.
Emperyalizm Konusu
Emperyalizm konusu ciddi bir konudur. Çok karmaşık hale getirilmiş bir konudur. Emperyalizm kavramı, imparatorluk kavramıyla aynı kökenden gelir. Ortaçağ'daki bütün büyük imparatorluklar aslında emperyalisttir. Öyle tanımlanırlardı; kapitalizmin gelişmesiyle beraber bu başka ülkelerin topraklarında işgalcilik yapmak “kolonyalizm” sözcüğüyle tanımlanmaya başlandı. Onun için o eski büyük imparatorluklara artık emperyalizm değil, kolonyalizm denmeye başlandı.
20. yüzyılın başlarında Hilferdin, Buharin, Lenin yaptıkları ekonomik siyasi çözümlemelerle emperyalizm kavramına yeni bir anlam kattılar ve dediler ki: “Emperyalizm tekelci kapitalizmdir.” Ondan bu yana sosyalist çevrede emperyalizm denildiği zaman, Finans kapitalin egemen olduğu devletler anlaşılıyor.
Ben emperyalizmi her iki anlamıyla da kullanıyorum. Bir devlete emperyalist demem için orada ille de bir finans-kapital egemenliği olması gerektiğini düşünmüyorum. Eğer bir devlet kendi sınırlarının dışında yayılmacıysa, işgalciyse buna emperyalist demenin hiçbir sakıncası olmadığını düşünüyorum.
Kürdistan'ın iki temel emperyalist gücü var; Kürdistan'ı işgal eden, bölen, parçalayan: Biri, Osmanlı'nın devamı Türkiye Cumhuriyeti; öbürü Safevi'nin devamı İran Cumhuriyeti'dir. Bunlar bizim tarihi emperyalistlerimizdir. 16. yüzyılın başından bu yana, Kürdistan üzerindeki iki temel emperyalist devlettir bunlar.
Anti-emperyalizm öncelikle senin ülkeni işgal eden emperyalistlere karşı bir mücadeledir. Yani sen Türk emperyalizmiyle, İran emperyalizmiyle mücadeleyi bir tarafa bırakıp; ABD, Fransız emperyalizmiyle mücadele edemezsin. Enternasyonalizm böyle bir şey değildir.
Kürdistan devrimi, taşıdığı anti-emperyalist potansiyel bakımından şu günkü dünyamızın en çok anti-emperyalist ve enternasyonalist sonuçları olacak olan bir devrimdir.Biz Amerika'dan gelip bize bir devlet kurmasını söylemiyoruz. Amerika bizim için Irak'ı işgal etmiş değil. Amerika bizim için Suriye'ye gelmiş de değildir. Fakat Amerika Birleşik Devletleri ve onun etrafındaki koalisyon güçleri, bize yüzyıllardır zulüm uygulayan devletleri zayıflatmıştır. Biz buradan çıkan fırsatları değerlendirmek durumundayız.
Yani bir komünist olarak benim Türkiyelilerle beraber anti- emperyalizm yapmam söz konusu değildir. Eğer Türkiyeli arkadaşlar bizim onlarla beraber anti-emperyalizm yapmamızı istiyorlarsa önce kendi devletlerinin Kürdistan'dan çekilmesini sağlamalıdırlar. Türkiye, Kürdistan'ın işgalcisi olduğu müddetçe, herhangi bir dış işgale uğrarsa; biz, o dış işgale karşı mücadele etmeyiz. O dış işgalin sağladığı koşullardan, Kürdistan devrimini gerçekleştirmeye çalışırız.
Bunun (yani o arkadaşın söylediğinden anladığım kadarıyla) bir komünist olarak: “ABD'ye nasıl böyle bakıyorsun?” demeye getirmiş. Böyle değil mesele. Gerçek enternasyonalizm, kendi ülkende devrim yapmaktır.Kendi ülkendeki devrimi askıya alıp gücünün yetmediği sahalarda anti-emperyalizm yapmak da devrimcilik değildir.
Şu örneği verip tamamlayayım: Marx ve Engels in sözüdür. Polonya'yı değerlendiriyorlar. O zaman Polonya; Prusya, Çarlık Rusya’sı ve Avusturya Macaristan tarafından bölüşülüp işgal edilmiş bir ülkedir. Engels diyor ki: “Polonya'nın bölünüp parçalı halde kalması bu üç gerici güç arasında bir harç vazifesi görüyor. Polonyalılar enternasyonal olmadan önce nasyonal olmalıdır.” diyor. “Nasyonal olabildikleri ölçüde enternasyonalizme katkıları olabilir.” diyor. Bunu söyleyen de komünizmin temel kuramcılarından biri. Ben böyle bakıyorum.
Bugün Kürdistan'ın işgal altında tutulması, bölgenin en gerici dört devletini birleştiren bir harçtır. Yani Türkiye'yle İran zaman zaman karşı karşıya gelirler ama ne zaman Kürdistan meselesi söz konusu olursa ikisini aynı cephede görürüz. Türkiye, İran, Suriye, Irak Kürdistan'ın işgalcileri oldukları için, bu işgalcilik onları birleştiren bir harçtır.
Anti-emperyalizm bu harcı kırmak çabasıdır. Bu harcı muhafaza ederek, Alman emperyalizmi ile Fransız emperyalizmi ile mücadele etmek söz konusu değildir. O konuda bizim yapabileceğimiz bir şey de yoktur.
Sen daha kendi dilinle okuryazar değilsin. Bugün Kuzeybatı Kürdistan'da, Kürtçe okuryazarlık oranı %1 civarında var mıdır? Kuşkuluyum. Kendi dilinde okuryazar olanların oranını %1 olan bir milletten, sen gidip işte ABD emperyalizmi ile Fransız emperyalizmi ile savaşmasını bekliyorsun. Onun yerine Kürdistan devrimini gerçekleştirip Kürt milletini bu anormal durumdan çıkarmaya çalışmak; benim bakımımdan, en temel anti-emperyalist mücadeledir.
Emperyalistler Arası İlişki ve Çelişkilerin ve Bu Çelişkilerin Suriye’ye Yansımaları
Rusya, Güney Kürdistan'da federal yapıyı destekledi. Rusların, Suriye'de de Rojava'nın özelliklerine bir itirazları yoktu. 2015'ten sonra Amerika, Kürdistan denklemine girdikten sonra, Rusya tutum değiştirdi. Şimdi; biz, genelde batı diyoruz, bunları yekpare bir cepheymiş gibi görüyoruz. Aslında öyle değil. Yani ABD ile Avrupa arasında, Avrupa'nın kendi içinde, Amerika Birleşik Devletleri'nin kendi içinde farklı gruplar, farklı eğilimler var. Trump Amerika'sı temel düşman olarak Çin'i seçme hedefinde. Bu Avrupalıların işine gelmiyor. Çünkü Avrupalıların Çin'le çok yoğun ekonomik ilişkileri var.
Avrupalılar ise Rusya'yı temel hedef göstermek peşindeler. Özellikle Ukrayna savaşından sonra, İsveç gibi bir devlet bile NATO'ya girdi. Bu çelişkiler, Suriye'ye de yansıyor. Benim edindiğim izlenim kadarıyla HTŞ üzerinde İngiltere'nin nüfusu, Trump'tan daha az değildir. HTŞ daha İdlib'deyken İngilizler tarafından eğitilmiş desteklenmiş bir organizasyondur. Bu alanda İngiltere ile ABD arasında da farklı yönelimler var.
Bunların artık eskisi gibi Kürdistan meselesi üzerinden atlanarak; Yakın Doğu'ya, Orta Doğu'ya yeni bir nizam vermesi mümkün değildir. Bence bunu artık bütün dünya görüyor. Türkiye de görüyor. Türkiye görüyor, gördüğü için korkuyor Öcalan’ı piyasaya sürüp oradaki Kürt siyasetini teslim almaya çalışıyor.
Yani Türkiye görmüyor değil. Hatta Bahçeli'nin 2023 Mayısında yaptığı açıklama buydu: “Dünya değişiyor, bölge de değişiyor. Umarım bizim ülkemiz değişmez.” Onlar da değişim dinamiklerini görüyorlar.
Dolayısıyla; eğer, Kürdistan'daki siyaset sınıfı, ciddi bir ulusal programla sahada olursa dünyada onları görmezlikten gelecek hiçbir güç olmaz. Şu anda üç yüz bine yakın askerimiz var. Fakat bu üç yüz bin asker, üç partinin askerleri. Bir ulusal orduya dönüşmedi. Yani bunu ilk başta yapması gereken Güney Kürdistan'dı. 2005'ten bu yana alırsak, yirmi yıldır birleşik bir ulusal ordu oluşturamadılar. Şimdi bu müthiş bir güçtür. Kürdistan halkı savaşçı bir halktır.
Siyaset sınıfı, bu halka layık bir strateji izlerse bu üç yüz binlik nüfus altı ayda bir milyona ulaşır. Fakat egemen siyaset sınıfımız, parti ufkunu aşarak: “Biz de bu milletler âleminin eşit bir ferdiyiz.” gururuyla dünya devletleriyle oturamıyorlar. Çünkü partileri adına ilişki kuruyorlar. Yani şöyle bir şey var: Nêçîrvan Barzani, Türkiye'ye geldiği zaman, Bafıl Talabani tedirgin oluyor. Bafıl Talabani, İran'a gittiği zaman, Nêçîrvan Barzani tedirgin oluyor.
Şimdi bunun kırılması aşılması lazım. Yoksa İngiltere'de, Rusya'da, Çin'de yani mesela; Çin'in Kuşak Yol Projesi var. Hindistan'ın; Baharat Yolu dedikleri projeler var. Kürdistan, bütün bu enerji yollarının kavşağındadır. Ama maalesef siyaset sınıfımız, bu potansiyeli, bu gücü doğru değerlendiremiyor. Yoksa İngiltere tavır değiştirebilir. İngiltere, 2017’de Bağımsızlık Referandumu’nu esas göçerten güçtür. Ama bu devletlerin çıkarları, neyse orada olurlar ve hepsinin Kürdistan üzerinden hesapları var. Eksik olan: Bizim, birleşik ulusal hesabımız yok. İngiltere'nin bu ağız değişikliğini ona yoruyorum. Öyle görüyorum ki HTŞ, aslında SDG ile daha makul bir anlaşmaya yakındır. Bunu Türkiye engellemeye çalışıyor. Türkiye ne kadar engelleyebilir? Türkiye (anlaşma ihtimalini) doğrudan askeri gücüyle tehdit ediyor. Bir de elinde Öcalan var; Rojava'yı, Öcalan üzerinden tehdit ediyor. Ama şimdiye kadar teslim olmadılar gibi gözüküyor.
Bundan sonra ne olacak? Sahadaki aktörlerin bileşkesinden bir sonuç çıkar. Yani ABD İsrail'i frenleyecek mi? İsrail ve ABD'nin İran savaşı bitti mi? Bana kalırsa yıpratma savaşı devam edecek. Dolayısıyla çok uzak olmayan bir gelecekte, Doğu Kürdistan da dünya siyaset arenasında ciddi bir yer bulacak gibi geliyor bana. Bizim bütün bunları görerek örgütlenmemiz ve her tür saldırıya hazır olmamız gerektiğini söyleyeyim.
Birlikte güç oluruz, birlikte kazanacağız. Kürdistan'da birlikte var olacağız. Herkes kendini Kürdistan'da birlikte yaşama hukukuna bağlı görmelidir. Kürdistan'daki bütün bileşenleri Kürdistanlılık bilinciyle değerlendirmelidir. Anıtkabir'e gitmemiz için bir neden yoktur. Alparslan Türkeş'in mezarını görmek için de bir nedenimiz yoktur. Kürdistan'ın her tarafı şehit kanıyla sulanmıştır. Sen Kürdistan'ın her tarafında şehit kanıyla sulanmış bu toprağı bir tarafa bırakıp Kürtleri Anıtkabir'e davet ediyorlar. Bu daveti yapanlar utanacaklardır. Biz başaracağız diye düşünüyorum. Herkese selamlar başarılar.*