Hoş geldiniz,
Kürdistan'da devrimci siyaseti konuşmak istiyoruz sizinle. Siz Kürdistan'a dair bütünlüklü değerlendirmeler yapıyorsunuz ve Kuzey Kürdistan'da bağımsızlıkçı bir örgüt ihtiyacı olduğunu söylüyorsunuz. Bu sebeple sorularımız çoğunlukla Kuzey Kürdistan'a dönük olacaktır.
Ne Yapmalı?: Kuzey Kürdistan'ın 50 yıllık sürecini değerlendirdiğinizde ileri çıkışlar ve geri çekilişler bağlamında neler söylemek istersiniz?
Fuat Önen: Kürdistan'da ciddi değişiklikler oldu. Bütün bunların Kürdistan'daki devrimci harekete yansıması, inişli, çıkışlı olması anlaşılırdır.
Ama 74-80 dönemi bir tür aydınlanma, Kürd hareketinin kendi kimliğini bulma dönemiydi, ciddi bir arayış dönemiydi. 74-80 arası; hem klasik Kürd ulusal hareketlerinden bir kopuşu temsil ediyor, hem de Türkiye solundan kopuşu temsil ediyor. O yıllarda tartışmalarımızın esasını oluşturan konular şunlardı; Kürdistan sömürge midir, değil midir? Kürdistanlı komünistler ayrı örgütlenmeli midir yoksa Türkiyeli komünistlerle birlikte mi örgütlenmelidirler?
Bu her iki soru aslında birbirine bağlıydı.
Sömürge tezi, bir ölçüde ayrı örgütlenmenin teorik dayanağı olarak düşünüldü ve savunuldu.
74-80 arası, bu dönem; aynı zamanda Dünya Komünist Hareketi'ndeki gelişmelerden büyük ölçüde etkilendi. Özellikle; Pekin, Moskova, daha sonra Arnavutluk, bir üçüncü yol olarak Vietnam, Küba, neredeyse bu çizgilerin tamamı, Türkiye solunda olduğu gibi Kürdistan solunda da ayrışma nedeni oldular.
Bu dönem için bir diğer önemli şey; İran'da Şahlık rejiminin devrilmesi, yerine Humeyni'nin İslami rejiminin kurulmaya başlanmasıydı. Bu, Doğu Kürdistan'da ciddi bir ulusal kalkışmaya yol açtı.
Güney Kürdistan'da zaten süren bir silahlı mücadele vardı.
75 yenilgisi, dünyanın her tarafında, Kürdistan'ın her dört parçasında ciddi bir hayal kırıklığı yarattı. Doğu Kürdistan'daki başkaldırılar, bir ölçüde bu hayal kırıklığını da giderdi.
Aynı zamanda, Güney Kürdistanlı Kürd siyasi hareketler de toparlanıp yeniden silahlı mücadeleye başlamışlardı.
Ne Yapmalı?: 65'teki çıkışıyla Sait Elçi, Sait Kırmızıtoprak, onları bağımsızlıkçı diye görebilir miyiz? Tarif ettiğiniz 74'deki bağımsızlıkçı hat, buradan etkilenmiştir diyebilir miyiz?
Fuat Önen: 1965'te kurulan Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi, aslında o dönem, Kürd hareketinde egemen siyaset anlayışının bir parçası olarak kuruldu. Otonomi talepli bir hareketti. 69-70'te Sait Kırmızıtoprak'ın kurduğu parti de aynı zeminde ama farklı iddialarla oluşan bir örgütlenmeydi.
Sait Kırmızıtoprak'ın programında da bağımsızlıkçılık yoktur. Otonomi, otonominin yanında bir de tayin hakkı vurgusu vardır. Zaten Sait Kırmızıtoprak'ın bütün siyasal mücadelesi iki yıl sürdü. Dolayısıyla orada ciddi bir kopuştan söz etmek güçtür.
Ama 1974 sonrası Kuzeybatı Kürdistan'daki siyasal hareketlilik, geleneksel mücadeleden de bir kopuştu, hem mücadele tarzı olarak, hem de dünya görüşü olarak. İlk defa Kuzeybatı Kürdistan'daki tüm siyasi örgütler, kendilerini komünist olarak tarif etmeye ve Kürdistan'daki ulusal kurtuluş mücadelesinin, komünizmin ilkeleri ışığında yürütmeye başladılar.
Bunun olumlu ve olumsuz yanları ayrıca tartışılabilir.
Ama her iki bağlamda da hem siyaset bağlamında hem dünya görüş bağlamında ciddi bir kopuştu.
Kuzeybatı Kürdistan'da Bağımsız Birleşik Kürdistan savunulduğu zaman, Kürdistan'ın diğer her üç parçasında otonomi savunuluyordu. İran, Irak, Suriye için de demokrasi talep ediliyordu. Yani Kürdistan'ın bütününü ele aldığımızda ciddi bir siyasal kopuştu aynı zamanda.
Bana kalırsa bu siyasal kopuşu tetikleyen ana faktör, komünist düşünceydi. Komünistler radikal programlara sahiptirler. Komünistler, temel stratejik hedeflerini, bir devrim meselesi olarak görürler. Bu, Kuzey Kürdistan'daki ulusal hareketin bağımsızlıkçı bir hüviyet kazanmasına neden oldu.
Tabii arada şunu da belirtmeliyim; diğer parçalardaki Kürd örgütleri de her ne kadar –mesela- Kadı Muhammed ya da Mele Mustafa Barzani, otonomi talep etseler, otonomist bir tarz-ı siyaset benimseseler de örtük siyasi hedefleri her zaman, Bağımsız Birleşik Kürdistan olmuştur.
Ama sonuçta; devlet sınırlarını, mücadelenin çerçevesi olarak aldığın zaman, ittifaklar da mücadele tarzları da ona göre belirlenir.
Doğu Kürdistan'da da Güney Kürdistan'da da KOMELA adlı örgütler aslında bağımsızlıkçıydılar.
Hatta dört parçada birlikte örgütlenmeyi de savunuyordu; Güney Kürdistan'daki Komela da bağımsızlıkçı idi. Ama, 74 sonrasını bu egemen siyaset tarzından -bu anlamda- ciddi bir kopuş olarak değerlendiriyorum.
Darbe ve Kürd Hareketi
80 darbesi, Kürd hareketini hazırlıksız yakaladı. Aslında beklenmeyen bir darbe değildi.
77 yılı 1 Mayıs’ından itibaren, bir darbe beklentisinden söz ediliyordu. Fakat darbe olduğu zaman ne yapılacağı, bu darbeye karşı mücadele tarzını nasıl değiştireceği konuları, Kürd hareketi içinde tartışılmadı.
Belki yüksek bir özgüvenle, yani: “Darbe de gelse, biz mücadeleyi sürdürürüz.” diye düşünüldü.
Fakat bu hazırlığın olmaması, darbe geldiği zaman, düzenli geri çekilme yerine, ricata yol açtı.
Eğer ki: “Darbeden önce ciddi bir planlama, ciddi bir yol haritası çizilmiş olsaydı, bu şekilde ricata dönüşmezdi.” diye düşünüyorum.
80-83 arası bir bocalama dönemidir. Yeni arayışlar dönemidir. PKK dışı Kürd örgütleri, 82-83 yılında tepeden ikiye bölündüler. Aynı bölünmeyi biz 78-79 yılında da yaşadık.
78-79'da artık mücadelenin giderek sertleşeceği anlaşılıyordu ama örgütlerimiz bunu karşılayacak bir örgütsel yapıya ve siyasal düşünceye sahip değillerdi. Baskı arttığında eğer sen örgütlü olarak buna karşı direnemezsen; bu, içeride bir basınca yol açıyor ve sonuçta bölünmelerle karşılaşıyorsunuz:
Yani, 78'e 5 ya da 6 örgütle girdik.
80'de 11 ya da 12 örgüt.
84’'de 20’ye yakın örgüt vardı.
83'te yeniden bir bölünme yaşadık.
Neredeyse bütün Kürd siyasal hareketlerinde PKK'yı hariç tutarsak, örneğin; Kürdistan İşçi Partisi, KİP ve KİP-PÊŞENG olarak bölündü. Alarizgari 3'e bölündü; Kürdistan Ulusal Kurtuluşçuları, KUK ve KUK-SE olarak bölündü.
Şimdi bu bölünmeler teorik-ideolojik bölünmeler değil. Her bölünme yaşadığında; herkes kendi tarafını doğru ideolojik tutum olarak saptayıp, diğer tarafları yoldan çıkma, sapma olarak değerlendiriyor. Oysa 1978-79 yılında, 1982-83 yılında, Kürd hareketindeki bölünmeler, ideolojik bölünmeler değildi. Güçsüz olduğumuz için bölünmeye başladık. Genelde bu denklem ters kuruluyor. Herkes “Eğer birlik olsaydı, yol alırdık.” diye düşünüyor. Ben bu denklemin ters kurulduğunu düşünüyorum: “Bölünmüş olduğumuz için güçsüz değildik. Güçsüz olduğumuz için bölünüyorduk.”
84'ü esas almamın nedeni, PKK'nın silahlı mücadeleye başlamasıdır.
O dönemdeki bütün Kürd siyasi örgütleri, silahlı mücadeleyi savunuyorlardı. Yani aramızda: “Silahlı mücadele gereksizdir.” diyen bir tek önemli siyasi kadro yoktu. Hepimiz silahlı mücadeleyi savunuyorduk. Ancak PKK dışı gruplar; bunun için önceden örgütlenilmesi, hazırlık yapılması gerektiğini düşünüyorlardı ve bu hazırlıklar bir türlü bitmiyordu. Doğru bir yol haritasına sahip olmadıkları için de örgüt ve askeri mücadele aşamasına bir türlü geçilemedi.
PKK'nin Sahneye Çıkışı
PKK, bölgede bir denklemde yer alarak ortaya çıktı. Bu denklem, daha çok Suriye rejimi üzerinden şekillendi. Sovyet kampı da bu denklemin içindeydi. Burada Sovyetler Birliği'nin 12 Eylül darbesine karşı tutumunda, 1982 bir dönüm noktası idi. SSCB, 1980-82 arasında darbecilerle iyi ilişkiler kurmaya çalıştı. Onun için mesela Türkiye Komünist Partisi operasyonu 82'de başladı.
Kürdistan İşçi Partisi (KİP) operasyonu, 1982'de başladı. Bu, devletin seçmeli caydırıcılık dediği işlerden biriydi. İlk önce, silahlı mücadele verebilecek örgütlere yüklendiler. Belli bir ölçüde tasfiye ettikten sonra; diğer sol, komünist ve Kürdistanî hareketlere saldırdılar.
Sovyetler, ancak 1982 sonu 1983 başı darbeye karşı tavır aldı.
Sovyetler Birliği'nin bu bölgedeki işleri daha çok Bulgaristan devleti üzerinden yürüyordu.
Sahada ise Suriye Komünist Partisi ve Irak Komünist Partisi üzerinden yürüyordu.
Ve bunlar bir ağızdan bütün Kürd örgütlerinin PKK ile iş birliği yapmaları gerektiğini söylüyorlardı.
Bunu şunun için anlatıyorum; PKK karşıtları, 84 silahlı mücadelesinin de Türk devleti tarafından PKK içindeki ajanlarınca başlatıldığını söylüyor ki bu akıldan, izandan yoksundur.
Biz sahadaydık. Silahlı mücadele, Türk Devleti'ne karşı ve bu devlete karşı olan uluslararası bir iklimde başladı. Filistin Hareketi'yle ilişkileri vardı. PKK'yı Güney Kürdistan'a taşıyan Mesut Barzani'dir. Seksen üçte bir protokol imzalayarak, PKK savaşçılarını Güney Kürdistan'a taşıdılar.
Dolayısıyla buradan bir Türk Devlet aklı çıkarmak doğru değil.
PKK, silahlı mücadeleye bu denklem içinde yer aldı. Bölge komünist partilerinin güçlü desteği ile silahlı mücadeleyi başlattı.
84-94 ayrı bir dönemdir. Hem PKK bakımından hem PKK dışı örgütler bakımından.
PKK dışı örgütler, 84-90 arasında tasfiye oldular. Burada da şunun altını çizmem lazım:
Bu örgütler, PKK tarafından tasfiye edilmediler. Bu bir otolikidasyon idi. Örgütsel varlığını sürdüren bir tek Türkiye Kürdistan Sosyalist Partisi kaldı. Diğer bütün örgütler örgütsel varlıklarını sürdüremediler.
PKK açısından baktığımız zaman; 1984-94 dönemi, ciddi bir silahlı mücadele dönemidir.
Devleti doğrudan hedef alan 1930'dan sonra, Ağrı başkaldırısından sonra, ilk defa halk yığınları içinde de “Bağımsız Kürdistan mümkündür.” hissiyatını yaratan, bir silahlı mücadele dönemidir. Bu, o dönemde yapılan her şeyi meşrulaştırmaz, her şeyi doğru kılmaz. PKK'nin askeri mücadele anlayışı da siyasi mücadelesi de eleştirilebilir, eleştirilmelidir.
SSCB'nin Çözülüşü ve Kürd Hareketi Üzerine Etkileri
90'lı yılların başında, Kürd siyasetinin siyasi anlayışındaki değişim, Sovyet sisteminin çöküşü ile ilgilidir: “Bu, ideolojik olarak bizim yenilgimizdir.”
Kendisini komünist gören herkes, bunun kendi yenilgisi olduğunu da bence anlamalıdır. Bu Kuzeybatı Kürdistan'da daha ciddi sonuçlara yol açtı. Çünkü Kuzeybatı Kürdistan'da herkes komünistti. Ya da herkes komünist olma iddiasındaydı o zamana kadar. Bu komünist olma iddiasının arka planında -bana sorarsanız- ulusalcı bir pragmatizm de var.
Çünkü biz, bir NATO devletiyle savaşacaktık ve bir NATO devletiyle savaşınca, Sovyet kampının desteği kaçınılmaz gözüküyordu. Sovyetlerin çözülmesinden sonra, Kürd siyasi hareketleri, komünist olmak bir tarafa; çoğunluğu, artık anti-komünist bir çizgide yer almaya başladılar.
Dolayısıyla, Sovyetlerin çözülmesi, diğer parçalarda değil ama Kuzeybatı Kürdistan'da, Kürd hareketi için ciddi bir yenilgi psikolojisi oluşturdu.
Bölünmüş, parçalanmış ve işgal edilmiş bir ülkeden söz ediyoruz: Kapitalizmin Eşitsiz Gelişim Yasası, bu parçalanmışlıkta, daha katmerli yaşanıyor.
Yani 90'lı yıllar: “Güney Kürdistan için yükselişin başlangıcı oldu, Kuzeybatı Kürdistan için yenilginin başlangıcıydı.”
Dolayısıyla, Sovyet sisteminin çözülmesinin bizde yarattığı, bir yenilmişlik haliydi.
Ve Kürd örgütleri, anti-komünist saflara geçtiler ama yeni bir dünya görüşüyle de kendilerini ifade edebilecek durumda değillerdi. Dolayısıyla bir ölçüde; ideolojisiz, prensipsiz bir ulusal hareket oluşmaya başladı.
SSCB'nin Dağılışı PKK İçin de Ciddi Bir Kırılma Noktasıdır.
Yani 93'teki ateşkes; aslında, dünyadaki değişikliklerin bir sonucudur.
Artık bu hareketi destekleyecek bir Sovyetler Birliği, bölge komünist partileri, dünya sosyalist bloku yok. Böyle olunca geri adım atılmaya başlandı 93'te.
93 Ateşkesinde, Celal Talabani’nin de ciddi bir etkisi var. Onlar da Güney Kürdistan'da böyle zor bir durumdayken, Türkiye ile karşı karşıya gelmek istemediler ve PKK'yi bir ölçüde ateşkese zorladılar. Ama bence ana nedeni, Sovyet sisteminin çözülmesiydi.
Ne Yapmalı? SSCB'nin dağılması ile birlikte: “Dünya küreselleşti, bir köy haline geldi.” tespitleri yapıldı. Bu en çok da Kürdistan bahis konusu olunca konuşuldu. Artık ulusal kurtuluş mücadeleleri de gereksizleşti dendi. Siz bu görüşlere katılır mısınız?
Fuat Önen: Hepsi yanlış değerlendirmeler. Birincisi, dünyanın küreselleşmesi, Sovyetler'in çözülmesiyle başlamadı. Sovyetlerin çözülmesinden sonraki süreci; biz, globalizasyonun üçüncü büyük dalgası olarak değerlendiriyoruz. Bu, birinci büyük dalgayı 1870’ler, ikinci büyük dalgayı 1960'lı yıllar olarak alırsak, Sovyetler'in çözülmesi globalizasyonun üçüncü büyük dalgasıdır.
Bu bütün dünyada şaşkınlıkla karşılandı. Kapitalist blok; Sovyetler Birliği'nin dağılmasını, oradaki sosyalizmin çözülmesini, elbette ki istiyordu. Ama kimsenin beklemediği bir şekilde; bir ayyaş tarafından, bir ayyaş önderliğinde, koca sosyalist sistem çöktü.
Şimdi bu çöküşün esas nedenlerinin, içsel olduğunu düşünüyorum. Yani evet, emperyalizm emperyalistliğini yapıyordu. Sovyetleri kuşatmak için yeşil kuşak dâhil elinden gelen her türlü şeyi yapıyordu. Ama Sovyet sistemi -Romanya'yı dışında tutarsak- savaşmadan teslim oldu.
Eğer 76 yıllık bir sistem çok da ciddi olmayan biri tarafından savaşmadan teslim alınıyorsa bunu dış saldırıyla, emperyalistlerin saldırısıyla izah edemeyiz. İçerideki çürümenin sonucuydu Sovyet sisteminin çözülmesi. O dönem için iki kitaba bakmak lazım: Bir, Fukuyama'nın Tarihin Sonu, bir de Samuel P. Huntington’ın Medeniyetler Çatışması.
Kapitalizm ideolojik ve moral üstünlük sağladı. Sovyetlerin çözülmesiyle ve Fukuyama tarihin sonunun geldiğini ilan etti. Esası şudur; Fukuyama'ya göre, bir dönem imparatorluklar savaşıydı, bir dönem din savaşıydı, bir dönem Faşizm ve komünizmle savaşımdı. Sovyetlerin çözülmesiyle bütün bu savaşlar sona ermiştir. Dünyadaki tek makul ekonomik sistem, liberal ekonomidir. Tek makul siyasi form da liberal demokrasidir. Dolayısıyla bütün alternatifleri eliyorsan, tarihin sonu geliyor. Bu aynı anlamda ideolojilerin sonu anlamına geliyor.
Fukuyama, ulus devlet döneminin de bittiğini söyledi o dönemde. İlginçtir; son dönemlerde Fukuyama, aslında ulus devletlere hala ihtiyaç olduğunu anlamaya başlayıp, teröre, dini fundamentalizme karşı hala ulusal devletlerin ya da ulus devletlerin fonksiyonel olduğunu, söylemeye başladı. Huntington ise medeniyet çatışmalarından söz etti ve yegâne akla uygun, rasyonel medeniyetin; Batı medeniyeti olduğunu söyledi. Bu Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri medeniyeti anlamındadır.
Bu medeniyetin, diğer medeniyetleri göçertmesi; Batı medeniyetine katması gerektiğini söyledi Huntington. Bir ölçüde: Ulus devletleri dönemi geçmiştir.” dedi. Çünkü artık tek rasyonel medeniyet Batı medeniyetiydi. Aslında önermenin kendisi zaten çelişkili. Yani medeniyetler arasında çatışma olmaz. Sınıflar arasında olur, uluslar arasında olur, cinsler arasında olur ama iki medeniyet niye çatışır, nasıl çatışır? Aynı Huntington, bundan birkaç sene önce bu sefer; “Amerikan Ulusu” diye bir kitap yazdı ve kendileri için söylüyor: “Bizim Amerikan Ulusu, henüz tam inşa edilmemiştir, biz bu inşa sürecini daha titiz ele almalıyız.” diye ayrı bir kitap yazdı. Dönüşlerin temel nedeni şuydu: 90'lı yıllardan sonra tek kutuplu dünyaya geçildiği vaaz edildi ve birçok insan da ilericiler, solcular, liberaller de olmak üzere tek kutba geçildiğini söyledi.
Oysa 2000'li yıllara gelindiği zaman anlaşıldı ki; dünya tek bir kutuplu olmak bir yana eski iki kutuplu dünya yerine, çok kutuplu bir dünyaya geçti. Ve dünya düzenini de göçerten Sovyet sisteminin çözülüşü de -bana kalırsa- 3. Dünya Savaşı'nın da başlangıcıdır. Dünya kendisine yeni bir düzen arıyor.
Emperyalizm koşullarında, emperyalist savaş dışında, yeni bir düzen inşa etmenin imkânı yoktur. Ancak bu yeni savaş, birinci ve ikinci savaşından farklıdır. Bu, bir tür post-modern bir savaştır. Kaygan bir zeminde yürüyen bir savaştır. Tarafların sürekli değiştiği, taraflar arası geçişkenliğin fazla olduğu bir savaştır. Şimdi bu savaş, ulusal kurtuluş mücadelelerini gereksiz hale getirdi mi? Tam tersine, Sovyetler'in çözülmesinden sonraki dünya, ulusal kurtuluş mücadeleleri için yeni bir sayfa açtı. Ve devletsiz ulusların devletleşmesi için, otonomi, federasyon gibi bağımlılıkları olan devletlerin, bundan vazgeçip, bağımsız devletler kurması için olumlu bir işlev gördü. Sonuçta, Sovyetlerin çözülmesinden sonra, 30'a yakın devlet yeniden tarih sahnesine çıktı.
Şimdi 30'a yakın devlet tarih sahnesine çıkıyorsa, burada ulus devletin sonu ya da ulusal kurtuluş mücadelesinin sonundan söz etmek, ideolojik bir saldırıdır. Aslında realite tam tersidir.
SSCB'nin Dünya Düzenini Yıkmak Değil, Aksine Korumak Gibi Bir Misyonu Vardı.
Bizim temel problemimiz, komünistlerin temel problemi şudur; İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra kurulan dünya düzeninin bir tarafı Sovyetler Birliği'dir.
Öbür tarafta ABD, İngiltere... var. Kurucusu olduğu dünya düzenini değiştirecek bir tutum almaz. Eğer bir devlet kurulan dünya düzeninin kurucusu ise, o dünya düzenini yıkmaya çalışmasını beklememek lazım. Sovyetler de öyle bir şey yapmadı zaten.
Yani 1945-1990 arasında, dünya düzenini yıkmak yerine, dünya düzenini birlikte korumaya esas aldılar. Barış içinde yan yana var olma ilkeleri, o zaman piyasaya çıktı. Birleşmiş Milletlerin kurucu daimî üyesi, güvenlik konsey üyesi, IMF'in kurucu üyesidir Sovyetler Birliği. Sovyetler Birliği'nin IMF'den çekilmesi, IMF kurulduktan sonra gerçekleşti.
IMF zaten yenidünya düzeninin bir organıdır. Bu organ işlemeye başladıktan sonra, bütün ekonomileri -yani kendisine üye olan bütün ekonomileri- denetlemeye başladı ve Sovyetler buna itiraz edip IMF'den ayrıldı. Yani biz, 70'li yıllarda kahrolsun IMF falan dediğimiz zaman, bu IMF'in kurucu aktörlerinden birinin Sovyetler Birliği olduğunu bilmiyorduk doğrusu. Biz bunu daha sonra öğrendik.
İşin aslı ulusal kurtuluş mücadeleleri için, bağımsızlık için, 1990 sonrası dünya daha elverişli bir ortamdır.
Ne Yapmalı?: Komintern ‘de Milletler Cemiyetine “haydutlar örgütü” deniyor. SSCB revizyonistlerin inisiyatifiyle önce, Cemiyet-i Akvam'a ardından, Milletler Cemiyeti’nin yerine kurulan yeni haydutlar çetesinin kurucusu olarak, oranın meşrulaşmasına katkı yaptı. Bunu nasıl değerlendiriyordunuz?
Fuat Önen: Bu çizgi, 1945'te birdenbire ortaya çıkmadı. Milletler Birliği ya da Cemiyet-i Akvam kurulduğu zaman, Bolşevikler buna itiraz ettiler.
Hatta Komünist Enternasyonale üye olmanın 21 şartından biri de bu Cemiyet-i Akvam'a karşı, ideolojik mücadele vermek idi. Ancak 1934’te Sovyetler Birliği, Milletler Birliği'ne (Cemiyet-i Akvam) üye oldu. Milletler Birliği'ne üye olmasının çeşitli nedenleri var:
Yükselen faşizm, ona karşı sonra işte yurt savunması vs. Ama sonuçta, bir prensipten vazgeçilmiştir. Şöyle söyleyeyim. 70'li yıllarda biz, ısrarla hep: “Parça bütünle çeliştiği zaman, parça feda edilir.” diye düşünüyorduk. Öyle söylüyorduk. Bizim kafamızdaki bütün dünya devrimiydi. Yani eğer bir parçadaki devrimci hareket, dünya devrimiyle çelişir hale gelirse, dünya devrimi için o parça feda edilebilirdi.
Ama Sovyetler bakımından bu böyle değildi. Yani SBKP bakımından; bütün, Sovyetler Birliği idi ve Sovyetler Birliği'nin çıkarıyla çelişen, çatışan her parça feda edilmeliydi ve feda edildi. 1943'te Komintern bu nedenle kapatıldı. Komünist olmak, uluslararası bir örgüte üye olmaktır.
Ama bu Komünistlerin uluslararası örgütünü (Komintern’i), ABD ve İngiltere ile ittifak yapmak için tasfiye etmiştir. Amerika Birleşik Devletleri Komünist Partisi'ni de tasfiye etmiştir. Azerbaycan ve Doğu Kürdistan'daki devrimci örgütleri tasfiye etmiştir. Azerbaycan TUDEH yerine, Azerbaycan Demokratik Halk Partisi kurdurulmuştur.
Komela Jekaf yerine, Kürdistan Demokrat Partisi kurulmuştur ve bütün bunlar Sovyetlerin dış politikasıdır. Yani uzatmadan söylersem, 26'lardan sonra belki bunun daha öncesi de vardır. Sovyetler Birliği'nin Türkiye ile Kemalistlerle ilişkisi de buna bir örnektir. Ama özellikle 1926'dan sonra, Sovyetler Birliği'nin dış politikası, bir tek ilkeye dayanır: Sovyetler Birliği'ni korumak.
Oysa bu komünist bir tutum değildi. Yani Sovyetler birliğini korumak elbette dünyadaki bütün komünistlerin kanıyla, canıyla savunduğu bir şeydi. Ama sonuçta onu savunan komünistler, Dünya Devrimi'nin bir odağı olarak savunuyorlardı.
Ne Yapmalı? : Kürdistan'da Öcalan'ın yakalanması sonrasını nasıl değerlendirirsiniz? Kitleler nezdinde yahut devrimciler nezdinde, bir gericilik dönemi olduğunu düşünüyor musunuz?
Fuat Önen: Şimdi o dönemleri nitelemek için iki kavram var. Bir yenilgi yılları, bir de gericilik yılları. Doğrusu bunları bu dönemde hangisini temel alıp değerlendirmeliyiz? Net değilim ama deneyeceğim: Öcalan'ın yakalanması, kendi başına, ulusal harekette bir gerilemeye, bir yenilgiye yol açmadı.
Tam tersine, dünyanın dört bir tarafındaki Kürdler bu yakalanmaya karşı isyan ettiler. Onlarca Kürdistanlı da bunu protesto etmek için kendilerini yaktılar. Yakalanmasının kendisi bir yenilgiye, bir moral çöküşe neden olmadı. Tersine güçlendirdi.
Fakat Öcalan'ın yakalandıktan sonra devletle çalışmayı, devlete çalışmayı temel alması, ideolojik yenilginin başlangıcıdır. Kürd Ulusal Hareketi bakımından ideolojik yenilginin başlangıcıdır. Çünkü Öcalan 99'dan sonraki bütün açıklamalarında, 84-94 hatta 84-99 yıllarında söylediği her şeyin, aslında yanlış olduğunu söyledi. Yani bağımsızlık iyi bir şey değil, devlet kurmak iyi bir şey değil. Hatta mahkemelerdeki konuşmalarından birinde “Kürd sorunu denilen şey, bir dil-kültür meselesidir. O konuda da birçok adım atılmıştır. Bundan sonrasını konuşarak, uzlaşarak çözebiliriz.” dedi. Bu, ideolojik olarak kendisine yabancılaşmak ve yenilginin nedenini kendinde aramaktır.
Bir diğer sembol de; İmralı'da öldürülen asker-polis ailelerinden, özür dilemesidir. Özür, kabahatle ilgili bir şeydir. Yani bir kabahat işlersen, özür diliyorsun. Oradan şunu anlıyoruz ki: 84'ten 99'a kadar yürütülen savaş, bir kabahatti. Bu savaş sonucunda, birçok asker-polis öldürüldü. Bu nedenle: “Özür dilerim.” dedi. O dönem öldürülen asker-polis sayısı; 5-6 bin civarındadır. 84-99 arasında öldürülen Kürdistanlıların sayısı; 70 binin üzerindedir. Bir kabahat yapılmışsa, öncelikle Kürdistanlı şehit ailelerinden özür dilemesi gerekir. Fakat bunu yapmadı. Karşı taraftan özür diledi.
Bu ideolojik yenilginin esasıdır. Bu zaman içinde birdenbire değil ama zaman içinde, Kuzeybatı Kürdistan'daki ulusal harekette, bir ideolojik yenilgiye dönüştü. Yani ikisini birlikte alırsak; Sovyetler Birliği'nin çözülmesi, Kürdistan'daki komünistler için ciddi bir ideolojik yenilgi oldu ve bu yenilgiyi içselleştirmeyen çok az sayıda komünistimiz kaldı. Üstüne bir de ulusal harekette, bir ideolojik yenilgi yaşandı.
Artık eskiden beri savunulan ne varsa, onun tersi savunulmaya başlandı. Bu anlamda bir yenilgiden söz edebiliriz. Yani bu bir askeri yenilgi ya da siyasi yenilgi değildi. Tümüyle Öcalan'ın devlete teslim olmasıyla başlattığı bir süreç sonunda ciddi bir ideolojik yenilgiye dönüşmesidir.
Şimdi bu ideolojik yenilgi de PKK ile sınırlı kalmadı. PKK dışı örgütler, PKK'nin açtığı yoldan cesaret alarak, onlar da daha önceki temel stratejik hedeflerinden vaz geçtiler. Yani Kürdistan'da 2000'lere kadar esas stratejik hedef; Bağımsız Birleşik Kürdistan'dı. Önce, Birleşik Kürdistan'dan vazgeçildi, sonra Bağımsız Kürdistan'dan, en sonunda da Kürdistan'dan vazgeçildi.
Yani bu ideolojik yenilgi PKK ve çevresiyle sınırlı değil.
Tabii böyle büyük, önemli sosyal olayları, tek faktöre bağlayıp açıklamak doğru değil. Yani bu dönem dünya çapında bir globalist saldırı altında idik. Bu elbette ki Türkiye'deki, Kürdistan'daki komünist kadroları da etkiledi.
Türkiye Devleti 2002-2013 arasında, çok ciddi entegrasyon meseleleri, entegrasyon mekanizmaları kurdu. Yani şöyle söyleyebilirim: Aslında, Türk sömürgeciliğinin, Türk işgalciliğinin içsel bir faktöre dönüşmesi, son 40-50 yılın işidir. Ama daha çok son 20 yılın işidir. Öncesinde bir dış egemenlik olarak yürüyordu. Yani 1960'lara kadar Kürd toplumu kendi iç örgütlenmesine sahipti. Hukuktan siyasete kadar kendi örgütleriyle, yani bunlar aşiret olur, aşiret konfederasyonları olur vs. bu örgütlüğe sahiptiler.
Ama kapitalizm, Kürdistan'da da geliştikçe, Türk Devleti'nin, Kürd toplumunun dokularına nüfuz etmesine yol açtı. Son yıllarda, Kuzeybatı Kürdistan'da; konformist, reformist siyaset tarzının, egemen olmasının bu ve bunun gibi birçok nedeni var. Öcalan'ın 1999'dan-2015'e kadar geçen sürede, birbirine taban tabana zıt söylem ve tutumları oldu. 1999'dan-2004'e kadar temel argüman: “Silahla mücadele dönemi bitmiştir, Kürdistan'da devletleşmek yanlıştır. Şiddet de devlet de her tür kötülüğünün anasıdır ve bunlardan uzak durmak lazımdır.” dedi. Bu dönemde dağlardan birçok gerilla Türkiye'ye iyi niyet elçisi olarak gelip teslim oldu. 1999 sonuna doğru, bütün savaşçıların Kuzeybatı Kürdistan'dan Güney Kürdistan'a geçmeleri istendi ve bu kabul edildi PKK tarafından.
Sadece bu geri çekilme sırasında öldürülen savaşçı sayısı; en az sayan 700 sayıyor. Yani onlar geri çekilmeyip, durdukları yerde dursalardı, öldürülmeyeceklerdi. Ama Öcalan'ın talimatıyla geri çekilindi ve bu geri çekilme sırasında yüzlerce savaşçı şehit oldu.
Şimdi bu da bu tek yönlü ateşkes mekanizmasının; aslında, Kürd ulusal hareketinin aleyhine işlediğini gösteriyor. 93'ten bu yana kaç defa ateşkes ilan edildi, sayısını bilmiyorum doğrusu. Ama her seferinde, tek yanlı bir ateşkes oldu. Bu da yenilginin izdüşümüdür. Yani eğer senin mücadelen yükseliyorsa, ateşkes mümkündür. Ama o da çift taraflı olur ve birtakım konularda anlaşılarak olur.
Oysa 1993'ten bu yana ilan edilen ateşkeslerin hiçbirinde, devlete kabul ettirilmiş bir şey yok. Ve devlet buna karşı ateşkes ilan etmiş değildir. 2002'de PKK feshedildi ve yerine Bilim-Sanat Komitesi diye bir komite kuruldu. Başında Cemil Bayık var idi. 2004'te bir kongre yapıldı. Bu kongrede, o döneme kadar, PKK'nin yönetici kadroları içinde, yani tepeden bölünen bir kongre oldu.
O kongrede, demokratik konfederalizm ilan edildi ve PKK yeniden kuruldu. Yeniden kuruluş gerekçesi de ilginçtir: “Komünist teoride ciddi bir bunalım vardı. Öcalan demokratik konfederalizmle, bu teorik sıkıntıları aştığı için yeniden partileştik.” dediler ve silahlı mücadeleye başladılar.
Bu silahlı mücadelenin, Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’ nin olağan gelişimi ile bir ilgisi yoktur. Çünkü 5 yıl sürekli kendi kitlene: “Silahlı mücadele- şiddet, her tür kötülüğünün anasıdır ve bundan uzak durmalıyız.” demişsindir. Birdenbire, PKK yeniden kurulup silahlı mücadeleye başlıyor. Bu Öcalan'ın kendi başına aldığı bir karar değildi; devlet'in İmralı'ya egemen kanadının kararı olduğu düşüncesindeyim.
O dönem İmralı'ya henüz hükümet egemen değildi. Ve o dönemin temel tartışma konusu da: “AKP hükümet oldu, iktidar olacak mı olmayacak mı?” tartışmasıydı. Henüz iktidar olamamıştı yani. O dönem AKP'li siyasetçilerin de: “PKK, Ergenekon'la çalışarak, bizi yıkmaya çalışıyorlar.” diye açıklamaları var. Dolayısıyla o yeniden silahlı mücadele kararının, Ulusal Kurtuluş Hareketi'nin olağan gelişiminde alınmış bir karar olmadığını düşünüyorum.
2008 Yeni Bir Kırılma Noktasıdır.
Bu sefer hükümet İmralı'ya egemen oldu. İmralı'nın yönetimi, askerden alınıp MİT'e devredildi ve artık orada egemen olan Ergenekon değil, Erdoğan oldu.
Buna bağlı olarak İmralı'da yeni bir dönüşüm gördük ya da yeni bir kırılma gördük. 2007 sonu-2008 başı, Oslo görüşmeleri başladı. Erdoğan zor durumdaydı. Batı kampı tarafından iktidara getirilmişti ve ABD'nin desteğine rağmen, kendi çabasıyla bütün bu sorunların üstesinden gelemiyordu.
Bu nedenle öncelikle, Turgut Özal'ın da yaptığı gibi bir çatışmasızlık ortamına ihtiyacı vardı. Buna ihtiyaç duyan PKK değildi; hükümetti. Bu nedenle Oslo görüşmeleri başladı. Bu görüşmeler, belki PKK tarihinde ilk defa, iki tarafın birbirini tanıdığı bir görüşmedir.
Türk tarafını, Milli İstihbarat ve devlet temsilcisi temsil ediyordu. (Afet Güneş ile Hakan Fidan'dı.) Kürd tarafında da Mustafa Karasu ve bir iki kadrosu daha vardı.
Ama aynı dönemde İmralı ile de irtibat halindeydi. Bir süre sonra Türk Devleti, bunun kendisi için sakıncalı olduğunu anladı. Çünkü üçüncü bir taraf vardı. Zaten normalde böyle görüşmelerde üçüncü bir taraf olur. Tutanaklar tutulur. Üçüncü taraf da savaşan tarafları uzlaştırmaya çalışır. Bu nedenle oradaki görüşmeler, İmralı'ya taşındı. İmralı'ya taşınması şu anlama geliyordu, artık bütün bu görüşmeler sadece devletin kontrolündedir.
İmralı'da devlet dışında bir taraf yok zaten. Devlet var ve devlete teslim olmuş Öcalan var. Daha rahat yürütülebileceğini düşündüler, öyle de oldu. Bu nedenle, 2009'dan sonra yeniden bir silahlı mücadele karşıtlığı, demokratik cumhuriyet, demokratik özerlik, demokratik konfederalizm tartışıldı.
2011'de Silvan'da birkaç Türk askerinin öldürülmesiyle, bu süreç sona erdi. Burada şunu söylemeliyim. Bütün bu ateşkes süreçlerinde Kürdlerin öldürülmesi, Kürdistan'ın bombalanması, ateşkesin bozulması için bir neden sayılmıyor. Ancak 93'te 33 askerin öldürülmesi süreci bitirdi. 2011'de Silvan'da Türk askerlerinin öldürülmesi süreci bitirdi. Hatta daha sonra Güney Kürdistan'dan gelen PKK'liler çok görkemli bir şekilde karşılandıkları için Kürdler buna çok seviniyorlar, bu bizim zararımıza dediler. Çünkü devletin kafasında Kürdleri sevindirecek bir çözüm yok. Devlet bu işgal durumunu sürdürmeye kararlı.
Böylece 2011'de Öcalan; “PKK'de devlet de beni taşeron olarak kullanmak istiyor,” dedi ve piyasadan çekildi. Kimse de şunu sormadı: “Devleti anladık, evet, devlet seni taşeron olarak kullanıyor, yani kullanmaya çalışmıyor, kullanıyor da PKK seni taşeron olarak nasıl kullanıyor?” Kimse de bunu sormadı, PKK de üzerine alınmadı.
2011'de Suriye Savaşı başladı. Suriye Savaşı'nın Kürdistan'a, Türkiye'ye, İran'a, Irak'a çok önemli etkileri oldu. Savaş başladıktan sonra, ABD patronajında; Türkiye, Suudi ve Katar bir blok oluşturdular. Ve Suriye'deki muhalefet denilen kesimleri desteklemeye başladılar. Temel slogan: “Esad gitmelidir!” oldu. 2011 sonu ya da 2012 başı olmalıdır. Erdoğan: “Suriye'deki mesele, bizim iç meselemizdir.” demeye başladı.
Bu arada 2012'de, uzun süren zindan direnişleri başladı. Öcalan piyasada görünmüyor. Ve PKK Şemdinan bölgesinde, alan hâkimiyeti ilan etti: “Alanda olacağız, Türk Devleti de olursa çatışacağız.” dedi.
Hem zindan direnişi hem alan hâkimiyeti, kitlelerde yeni bir umut oluşturdu. 2012'nin Kasım’ında Öcalan, yeniden piyasaya sürüldü. Ve zindan direnişleri sona erdi.
Alan hâkimiyeti de sona erdi. Yeni bir İmralı süreci başladı. Şimdi buradaki alan hâkimiyetini de tartışmak lazım. Yani bu savaş PKK'nın paradigmasına uygun bir savaş değildi o zaman.
“Kimin paradigmasına uygun?” denirse; bu: “İran'ın paradigmasına uygun.” Türkiye: “Suriye'deki mesele, benim iç meselemdir.” dediği zaman, İran: “Benim de iç meselemdir.” deyip rest çekti. Çünkü Suriye Savaşı'nın başlangıcında, İran ile Türkiye karşı cephelerde yer alıyorlardı. Bütün bu gelişmelerin ardından, 2015'te İmralı süreçleri sona erdi.
Bütün bu öne çıkardığım gelişmeler: “Çözüm süreçleri değildir.” onun altını özellikle çizmeliyim. Çözüm sürecinden söz etmek için tarafların birbirini tanıması, kabul etmesi ve aralarındaki sorunları tartışıp çözüm önerisinde bulunmaları lazım. Türk devletinin önünde, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan bu yana Kürdistan meselesi hakkında, hatta Kürdistan meselesi değil, Türkiye'deki Kürd meselesi hakkında da hiçbir çözüm önerisi olmamıştır. Bu yüzyılda kat ettikleri mesafe, eskiden: “Kürd yoktur.” diyorlardı. 93'ten bu yana: “Kürd vardır ama Kürd milleti yoktur, Kürdistan yoktur.” diyorlar. Kat ettikleri mesafe bu kadardır. Dolayısıyla eğer karşındakiler ulus-ülke hakikatlerini tanımıyorsa ve buna rağmen bir çözümden söz ediyorsan, bu çözüm süreci değil, teslimiyet sürecidir.
2015'te Bu Sürecin Bitmesinin de Temel Nedenleri
En önemli neden, 2013'te Mısır'daki Sisi darbesidir. O zamana kadar ABD, Suudi, Katar, Türkiye birlikte çalışıyorlardı. Suudi, İsrail ve ABD birlikte Sisi darbesini desteklediler. Erdoğan ise Mursi’yi savunmaya devam etti.
Hatırlarsınız o zaman işte Rabia işaretleri, tahrir meydanları... Bu Türkiye ile ABD arasındaki kırılmanın başlangıcıdır. Daha önce 2003'te 1 Mart tezkeresinde bir kırılma yaşamıştı ama ABD bundan Erdoğan'ı değil, Türk Genel Kurmay Kurumu'nu sorumlu tutmuştur. Bu seferki kırılmada muhatap Erdoğan'dı.
Şimdi bu sürecin sonuçlanması, PKK ya da Erdoğan tarafından bitirilmiş değildir bence. Bu tümüyle bir devlet müdahalesidir. 2014'ün sonlarına doğru Milli Güvenlik Kurulu'nda alınan kararın uygulanmasıdır bu. Bunun da temel nedeni şudur;
Güney Kürdistan'da artık bağımsızlık tartışılmaya başlandı. Küçük Güney'de, Rojava denilen Küçük Güney'de de kantonlar üzerinden de olsa Kürdistan'ın sınırları görünür hale geldi ve bunların birleşeceği varsayıldı. Devlet bunu kendisi için beka meselesi olarak görür. 2015'ten bu yana sürdürülen savaş devletin sürdürdüğü bir savaştır.
Şu anda da PKK'nin Kuzeybatı Kürdistan'da bir silahlı mücadelesi yok, bir silahlı mücadele gerektirecek bir paradigması da yoktur. Ama Türk Devleti'nin savaşa ihtiyacı var. Türk Devleti, alt-emperyal hedefleri olan bir devlet ve Kürdistanî düşünen bir devlet, Güney Kürdistan'da, Batı Kürdistan'da, Doğu Kürdistan'daki gelişmeleri kendisi için beka sorunu olarak gördü. Görmeye devam ediyor ve savaşı da sürdürmeye devam ediyor.
Ne Yapmalı?: Bir yenilgi sürecinde olduğunu söylüyorsunuz. Kürdistan ve Orta Doğu dinamikleri, bu geri çekilme ve yenilgi süreçlerini, nasıl etkiliyor? Bir durağanlık mümkün mü?
Fuat Önen: Tam tersini düşünüyorum.
Kürdistan'daki dinamikler canlıdır. Ve Kürdistan hala bütünlüğünü korumaktadır. Yani aralarına çizilmiş devlet sınırları henüz Kürdistan hakikatini ortadan kaldırabilmiş değildir. Bu nedenledir ki 2014'te Güney Kürdistan'dan çıkan peşmergeler, Kobani'ye gittiğinde, Kürdistan'ın dört parçasında ve dünyanın her tarafındaki Kürdler, ortak bir ruhla buna sahip çıktılar. Bu, dinamiklerin işlediğini gösteren bir faktördür.
İkincisi, bağımsızlık referandumu, 2017 bağımsızlık referandumunda aynı ruh halini gördük. Siyasal partilerden farklı olarak, yani diyelim PKK yanlısı kitlelerin çoğunda da bağımsızlık referandumuna bir gönül bağı görüldü. Dolayısıyla Kürdistan'daki dinamikler canlıdır.
Bağımsızlıkçı düşünce, son 10 yılda, öncekine göre daha fazla taraftar bulmaktadır. Burada temel sorunumuz, bu ruhu, bu düşünceleri örgütleyememektir. Yani sonuçta bir devrimden söz ediyorsak, devrimci örgüt olmadan devrim olmuyor.
Ne Yapmalı? Kürdistan devriminin yöntemini nerede görüyorsunuz? 4 gerici devlet tarafından ilhak ve işgal altında olan bir ulusal kurtuluş mücadelesinin, devrim sürecini, nasıl öngörüyorsunuz?
Fuat Önen: Birleşik bir devrim olarak değerlendiriyorum. Bir çırpıda, her dört parçada birden sonuç almanın, oldukça zor olduğunu düşünüyorum. Bu bir ölçüde, bu dört sömürgeci devletin, komünist hareketlerinin gelişmesiyle de ilgilidir.
Çünkü sonuçta bu devrim, Kürdistan devrimi ilk elde dört devleti hedef alıyor. Bu dört devlette bu devrimi destekleyecek dinamiklerin gelişmesi, bu süreci hızlandırır, bir nedeni olur. Bir diğer nedeni, demin söyledim, Eşitsiz Birleşik Gelişme yasası Kürdistan'da katmerlenmiştir ve Kürdistan'ın parçaları arasında sadece ekonomik değil; sosyal, siyasal, ideolojik eşitsiz bir gelişmeye de neden oluyor.
Dolayısıyla bunun bir birleşik devrim olacağını düşünüyorum. Zamana yayılmış bir devrim olacağını düşünüyorum. Deyim yerindeyse Kürdistan'da sürekli devrim halini ayakta tutmak ve yaşatmak gerektiğini düşünüyorum. Bunun önünde iki tane temel engel var:
Biri, dar parçacılıktır. Öbürü de alt iktidar tutkusuna bağlı dar particilik anlayışlarıdır. Dar parçacılıktan kastım, Güney Kürdistan'da çok kanuni olmasa da bir federe yapı var. Ama Güney Kürdistan'daki siyasal hareket, bir ölçüde işlerinin bittiğini düşündüler.
Onu Kürdistan Devrimi'nin bir parçası olarak ne anladılar ne formüle ettiler, ne de bunun gereklerini yerine getirdiler. Bu, Kürdistan'daki birleşik devrimi geciktiren, engelleyen temel faktörlerden biridir. Onun için biz, dar parçacı anlayıştan kurtulunması gerektiğini düşünüyoruz.
İkincisi dar particilik.
Bu kendisini alt-iktidar tutkusu olarak gösteriyor. Milletin, halkın iktidarı yerine parti iktidarını temel alan anlayışlar egemendir Kürdistan'daki ulusal harekette. Bu hem Güney Kürdistan'da hem Kuzey Batı Kürdistan'da oldukça egemen bir tarzı siyasettir ve Kürdistan devrimini engelleyen, öteleyen bir faktöre dönüşmüş durumdadır.
Böyle olduğu için Güney Kürdistan'da 1993'ten bu yana, ya da 2003'ten bu yana; 21 yıl geçtiği halde, orada bir ulusal-demokratik iktidar tesis edilemedi. Şu anda Güney Kürdistan'da, iki önemli askeri gücü olan, iki önemli parti var: PDK ve YNK. Bunlar, parti iktidarını aşıp, bir ulusal demokratik iktidarı kuramadılar. Siyaset anlayışları, belki ideolojik duruşları da bunu gündeme almalarını engelliyor. Aynı sıkıntı PKK'de de var. PKK de bir ulusal demokratik iktidar hedefine sahip değil. Güçlü oldukları yerlerde parti iktidarı kurmakla meşguller.
Dolayısıyla bu her iki faktör eşitsiz birleşik gelişme yasasının çıkardığı güçlükleri iki katına çıkaran faktörlerdir. Bunların aşılmaları gerektiğini düşünüyorum.
Ne Yapmalı: Ayrılıkçı Yazılar 2 kitabınızda, Kürdistan'ın sosyolojisinin değiştiğini ve mücadele biçimlerinin de değişmesi gerektiğini söylüyorsunuz. Bunu açar mısınız?
Fuat Önen: Şimdi; siyaset, belli bir teritoryada ve bir sosyoloji içinde sürdürülen bir faaliyet. Son elli yılda Kürdistan'da müthiş sosyolojik dönüşümlere tanık olduk.
Özellikle Kuzeybatı Kürdistan'da. 50 yıl önce Kuzeybatı Kürdistan bir köylü ülkesiydi. Köylülüğün oranı %75 civarındaydı. Günümüzde şehirli nüfus %75, köylü nüfus %25 civarındadır.
Şimdi bu sosyolojik dönüşümün yol açtığı şey şudur. Kırlardan şehirlere bir askeri mücadele hattının artık Kürdistan toplumunda bir karşılığı yok. Çünkü Kürdistan toplumu artık şehirli bir toplum. Kürdistan'ın diğer parçalarında da çok ciddi sosyolojik dönüşümler var.
Yani Güney Kürdistan'ın son 20 yılda katettiği mesafeler var. Kürdistan'da kapitalizmin Kürd egemenleri tarafından geliştirilmesi durumu var. Bir üretim ekonomisine sahip olmamaları, daha çok tüketim ekonomisini sağlamaları var. Bütün bunlar yeni örgüt ve yeni mücadele tarzlarına ihtiyacımız olduğunu gösteriyor.
Silahlı mücadele miadını doldurmamıştır. Kürdistan'da 1 milyona yakın işgalci silahlı güç var. Ülkende 1 milyona yakın işgalci askeri güç varsa silahlı mücadele miadını doldurmuştur demek ya teslimiyettir ya da gevezeliktir. Fakat bu silahlı mücadelede artık partizan savaşı olmaktan çıkarılmalıdır. Partizan savaşı bu silahlı mücadelenin hiç olmazsa temel biçimi olmamalıdır. Eğer silahlı mücadeleyi programlayan bir örgüt varsa, bunu da şehirleri merkez alan, şehirlerde kitlesel ayaklanmaları örgütlemeye çalışan, yeni bir mücadele tarzına dönüşmesi gerekir.
Bir diğer temel mesele örgüt meselesidir. Her ne kadar 74-90 arası dönemde devrimcilerin örgütüne yakın bir örgüt anlayışı vardıysa da günümüzde Kuzey Batı Kürdistan'da artık devrimcilerin örgütü anlayışı ortadan kalktı. Bu, Kürdistan meselesinin çözümünü devrimde görmemekle ilgili bir şeydir.
Ama günümüz şartlarında yeniden devrimciler örgütünün oluşması bu devrim için olmazsa olmaz koşuldur. Mevcut örgütlerimizin neredeyse tamamı PKK'de dâhil kendilerinin kitle örgütleri olarak tanımlıyor. Elbette ki devrimde kitle örgütlerinin de yeri vardır, olacaktır. Ama sonuçta devrimi örgütleyecek olan, devrime öncülük edecek olan bir devrimciler örgütüdür. Bu alanda yeni ve ciddi arayışlar içindeyiz. Bunun sonuçlandırılması gerekir.
Üçüncüsü de ideolojik alandır.
Kuzey Batı Kürdistan, Türkiye'deki ideolojik iklimden her zaman etkilenmiştir. Nasıl ki 74-78 arasında daha çok Türkiye'deki sosyalist hareketlerden, sosyalist iklimden etkilendiysek, günümüzde de egemen, liberal anlayışlardan etkileniyoruz. Türk Devleti'nin zor aygıtlarının yanında, İdeolojik aygıtları da 100 yıldır işler haldedir. Buna karşı çok ciddi bir ideolojik mücadelede vermek durumundayız.
Ne Yapmalı: Ayrılıkçı yazılar-2 kitabınızda Kürdistan'da bağımsızlıkçı olan 40 kişilik bir kadronun olmamasını eleştiriyorsunuz. Ve ideolojik yenilgiden bahsediyorsunuz. Büyük bir tasfiyeci dalganın içerisinde Devrimci kadrolar ile buluşmak üzere hareket ediyorsunuz. Öncelikle TEVKURD deneyiminizi soracağım. Amacı neydi, başarıya ulaştı mı? Muhasebe gerekliliğini dillendiriyorsunuz bu muhasebe hangi temel ilkeler ışığında yapılmalı?
Fuat Önen: Aslında 40 milyonun nüfusta 40 devrimci, aydın, yurtsever siyasetçinin olmaması bir eleştiriden çok bir özeleştiridir. Demek ki işimizi iyi yapmıyoruz.
TEVKURD deneyimi, 2005 ile başladı. Erdoğan'ın Kürd sorunu vardır, benim de sorunumdur konuşması üzerine Ankara'da düzenlenen bir konferansla başladı.
İlk adı Ulusal Demokratik Çalışma Grubu'ydu. Sonra 2007’de TEVKURD'e dönüştürüldü Kürd Ulusal Birlik Hareketi, olarak. Bundan hiç olmasa benim temel beklentim; bu Türkiyeci, liberal konformist anlayışa karşı, bir mevzi oluşturmaktı. Ancak hedefleri, örgütsel durumları çok farklı olan bileşenlerden oluşuyordu. Ona rağmen o platformu iyi değerlendirdiğimizi düşünüyorum. Sonuç alınmamasında elbette ki eleştirilmesi gerekenlerin başında geliyorum. Çünkü TEVKURD’ün bütün aktivitelerini neredeyse arkadaşlarla birlikte yürüttük. Ama hem liberal saldırıyı hem de Türk Devleti'nin Erdoğan üzerinden barış çözüm havasını yaratmasını engelleyemedik.
Türk açılımı başladığında, ben bunun demokratik ya da kardeşlik açılımı olmadığını, bir Türk açılımı olduğunu, Kürd siyasetinin bunu muhatap almaması gerektiğini söyledim. Ama TEVKURD'de de yalnız kaldım. Herkes bu yumuşamanın bize gerekli olduğunu, yararlı olduğunu söyledi. Kısmi yararları olduğunu hiç inkâr etmedim. Ama bu yumuşamaya o zaman bizim değil, devletin ihtiyacı vardı. Ve bizden çok 2009-2015 sürecini devlet kullandı, örgütlendi, hazırlandı. Bunun önüne geçemedik maalesef. Bu teorik ideolojik donanımdan yoksun olmakla ilgili değil. Politik, pratik ve daha çok da örgütsel pratikle ilgili bir konudur.
Örgütsel pratik bakımından kendimi hep eksik bulduğumu söyledim. Dolayısıyla bu sürecin sona ermesinde o eksikliklerimin de önemli bir faktör olduğunu düşünüyorum.
Muhasebe meselesine gelince gerekli olan örgütlü muhasebedir. Ve gerekli olan, bu uzun süreçte yer alan kadroların, örgütlerin, hiç olmazsa bir kesimin örgütlü olarak bu muhasebeyi sağlamalarıdır.
Kendi payıma eliminden geldiğince muhasebe yapıyorum ama bir tartışma ortamı yok. Kuzeybatı Kürdistan, fikri açıdan bir çöle dönmüş durumda. Kendimizce çok önemli saydığımız birçok konuyu tartışmaya sunuyoruz. Ama maalesef bunlar tartışılmıyor. Tartışmanın olmadığı yerde muhasebe de olmaz.
Muhasebenin zemini, Kürdistan devriminin temel prensipleridir. Bu prensipleri nerede göz ardı ettik, nerede aşırı yaklaştık? Bütün bunların yapılması lazım. 50 yıllık bir süreçte kuşkusuz herkes çok hata yapmıştır. Ben belki herkesten daha çok hata yapmışımdır. Bu anlaşılır bir durumdur. Ama devrimcilik hiç düşmemek değildir. Düşerken de ayağa kalkmayı düşünmektir. Düşerken de ayağa kalkmanın en önemli halkası eleştiri-öz eleştiri yani muhasebe mekanizmasının işlemesidir.
Bizim yapabileceğimiz, kendimiz konusunda açık, dürüst olmak ve diğer taraflara da bunu önermektir. Çünkü aslında Kuzeybatı Kürdistan'da bir ulusal kurum yok. Kuzey Kürdistan'daki ulusal mücadele, tek ayaküstünde yürüdüğü için kimse hesap soramıyor. Bu tek ayak(PKK) da kendisini şaşmaz bir tarihsel ilerleme içinde görüyor! Öcalan ile başlamıştır, PKK ile devam etmektedir. Öyle ki 2015'teki yıkım, zafer olarak ilan edildi. 2015'te herkes 10.000 diyor, ben 3.000 civarında gencin öldürüldüğünü düşünüyorum. Oysa bu 3.000 tane genç donanımlı, eğitilmiş, fedakâr gençlerdi. Bu 3.000 gençten devlet kurarsın. Fakat Duran Kalkan dedi ki: “Biz, Türk Devleti'nin bu kadar barbar olacağını hesaba katmamıştık.”
Ne Yapmalı: Bugün Kürdistan devrimcilerinin önünde duran acil görev nedir ve bu görevi yerine getirmenin yolu nedir?
Fuat Önen: Lenin'in bir sözü var: “Zincirde öyle bir halka var ki o halkayı tuttuğun zaman, bütün zinciri kontrol edersin.” Kuzeybatı Kürdistan için söylersem: “Bu halka, devrimciler örgütünün oluşturulmasıdır.”
Bu oluşturulmadığı müddetçe, zincir bize hükmeder. Elimizi hangi tarafına atarsak, başka bir taraftan uç verir. Onun için devrimciler örgütünün yaratılması temel halkadır.
Bunun yolu nedir?
Bunun yolu bellidir: İdeolojik mücadele, siyasal mücadele, kitlelere gitmek. Sahte örgüt anlayışlarından kurtulmak, kitle partisi düşüncesinden sıyrılmak ve bunu genç kadrolara ve devrimci kadrolara ulaştırabilmektir.
Biz bunları yapmaya çalışıyoruz.