Siyasi partilerin topluma daha iyi kamu hizmeti sunmak üzere birbirleriyle yarışan demokrasinin vazgeçilmezleri olduğu, seçimlerin de halkın kendi kendini yönetmesinin bir yöntemi ve aracı olduğuna dair yaygın bir kabul, anlayış, öyle bir inanç geçerli. Dolayısıyla bu ikisi sayesinde demokratik bir işleyişin gerçekleştiği var sayılıyor ve ezici çoğunluk da öyle bir şeyin var olduğuna inanıyor… Tabii inancın olduğu yerde şüpheye ve tartışmaya yer yoktur… Artık “bu ne anlama geliyor”, başka türlü olur mu, olmalı mı, neden olmasın?” gibi sorular sorulmaz…
Teorik olarak siyasi partilerin farklı halk kesimlerinin, halk sınıflarının arzu, istek ve çıkarlarını gerçekleştirmek amacıyla, halk tarafından kurulması gerekirdi. Lâkin gerçek durum hiç de öyle değil. Aslında siyasi partiler, mülk sahibi egemen sınıflar ve/veya onların devletleri tarafından kuruluyor veya kurduruluyor. Bu yüzden siyasi partiler hiç bir zaman demokrasinin gerçekleşmesinin araçları olmadılar. Halk sınıflarının çıkarını gerçekleştirmenin hizmetinde olmadılar. Sadece mülk sahibi egemen sınıfların bir “yönetme aracı”, bir “iktidar” aracı olarak var oldular. Dolayısıyla, demokrasiyi gerçekleştirmenin değil, katletmenin, yok etmenin hizmetinde oldular. “Modern zamanlarda” veya aynı anlama gelmek üzere kapitalizm çağında, siyasi partiler, mülk sahibi sınıfların, oligarşilerin densin, “bundan sonra nasıl yöneteceğiz” sorusuna verdikleri cevapla ilgiliydi… Tabii her seferinde demokrasiden, demokratikleşmeden de çok söz edildi ama gerçek dünyada hiç bir zaman öyle bir şey var olmadı… Eğer demokrasi geçerli olsaydı, insanlık bu günkü sefil ve kepaze duruma düşer miydi?
Eski Rejimler (Ancién Régime) yıkılıp, burjuva sınıfı iktidarı ele geçirince, ister istemez “bundan sonra nasıl yöneteceğiz” sorusu gündeme gelmişti. Artık eskisi gibi yönetilmeyeceği kesindi ama “nasıl yönetileceği” belirsizdi. O zaman halk yönetsin ve yöneticiler de seçimle belirlensin dendi ama bu iş yoksul cahil halka bırakılabilir gibi de değildi… Koskoca devlet yönetimi cahil halk çoğunluğuna terk edilemezdi! Öyle bir şey, yeni sahneye çıkan burjuva sınıfı için intihar olurdu. Oysa “yönetenler değişmeli” ama “yönetim değişmemeliydi!”… Ve bunun çaresini buldular: Rejim temsil sayesinde işleyecekti. Bu iş “çapulcu” takımına da bırakılamayacağına göre, temsilciler varlıklı, zengin ve bilgili (eğitimli) olanlar arasında seçilmeliydi. Zira, sadece onlar bu işin üstesinden gelebilirdi… Dolayısıyla işçiler-işsizler, küçük çiftçiler, küçük esnaflar, yoksullar, köleler, ama asıl kadınlar veya aynı anlama gelmek üzere parası ve aklı olmayanlar denklemin dışına atıldı. Ve buna temsili demokrasi dendi. Denebilir ki, “ama bu gün artık öyle değil, 18 yaşın üstündeki herkes oy kullanıyor”… Aslında dananın kuyruğu öyle değil. “Garp cephesinde yeni bir şey yok”…
Her ne kadar halk çoğunluğunun seçme ve seçilme hakkı için büyük mücadeleler verilse de, mülk sahibi oligarşiler tarafından bu hak, söz konusu toplum kesimlerinin artık “zararlı sınıflar” olmaktan çıktığına kani olduklarında tanındı. Öyle ki, artık yapılan seçimlerin, kullanılan oyun hiç bir zaman bir karşılığı olmayacaktı. Her şey ona göre kurgulanmış ve dizayn edilmişti. Seçimlerle hükümet değişebilmeli ama iktidar hiç bir zaman değişmemeliydi. Sadece mülk sahibi sınıfların ihtiyacına daha iyi cevap vereceği düşünülen bir parti, eskiyenin-aşınanın yerini alıyor. O da aynı kumaştan yapılmıştır netice itibariyle… Burjuva toplumunda seçimler işte bu işe yarıyor, daha fazlası değil… Aslında verilen her oy, siyasi partiler ve seçimler dolayımıyla mülk sahibi sınıflara verilmiş oluyor. Başka türlü söylersek, kitleler her seferinde oyuna getiriliyor. Ve bu sefil oyun her dört-beş yılda bir tekrarlanıyor. Aslında bu oyuna dahil olanlar için verilen oy şu anlama geliyor: “Ey benim siyasi partim, sana oyumu veriyorum, artık dört yıl boyunca bütçeyi ve hazineyi istediğin gibi yağmalatabilirsin (tabii bal tutan parmağını yalar denmiştir), mülk sahibi sınıfın zenginliğini artırmak, bu amaçla sömürüyü derinleştirmek, yağma ve talanı büyütmek için ne gerekiyorsa yapabilirsin, mümkünse eşini dostunu da zengin edebilirsin, istediğin kanunları çıkarabilirsin, istediğin düzenlemeleri yapabilirsin, gelecek seçimlerde buluşmak üzere… “
Tabii yoksul emekçi çoğunluğun çıkarını gerçekleştirmek üzere de siyasi partiler kurulabiliyor, nitekim var ama onların iktidara tırmanma yolu sayısız tuzaklarla örülü. Yasaklar denizinde var olmaları, etkinlik sağlamaları engelleniyor? Var olmayı başaran da iyice budanmış olarak varlığını sürdürebiliyor. Rejim için tehlike arz ettiği düşünüldüğünde de kapatılıp-cezalandırılıyor. Ancak rejim için “tehlikeli olmaktan çıkmışsa” yaşamasına izin veriliyor. Kaldı ki, parlamento, oraya giren “muhalifi” kendine benzetmede de pek mahirdir, bu işin inceliklerini çok iyi biliyorlar… Ne de olsa bir kaç bin yıllık yönetme deneyimine sahipler…
Siyasi partiler güya demokrasinin gerçekleşmesinin aracı sayılıyor ama bizzat kendileri toplumun en antidemokratik kurumları. Antidemokratik siyasi partiler ve seçim kanununa göre ve demokrasi ve özgürlük bilincinin azgelişmiş olduğu koşullarda bu işi yapıyorlar… Misyonları ve varlık nedenleri oy almak için kitleleri aldatmak… Adı parti olsa da aslında söz konusu olan tek adamın şirketi ve şirket oy ticareti yapıyor. Kimin milletvekili, belediye başkanı, bakan, yönetici… olacağına şirketin şefi (sayın genel başkan) karar veriyor ve şirkette farklı-aykırı düşünceye zinhar izin verilmiyor. Aykırı düşünen, tartışma açmak isteyen hemen partiden ihraç ediliyor. Asgari parti içi demokrasiye ve tartışmaya izin verilmiyor.
Böyle bir ortamda siyasetçi hangi düşünce ve saiklerle bu sefil oyuna katılmak, onun bir parçası olmak ister? Kamu hizmeti için mi? Genel toplum yararını gerçekleştirmek için mi? Daha iyi bir toplum için mi, topluma hizmet aşkıyla mı, demokratik standartları yükseltmek için mi? Bunların hiç bir değil. Kendini, ailesini ve çevresini zenginleştirmek için oyuna dahil oluyorlar… Bir koyup çok almak için… Zaten her isteyenin oyuna dahil olma şansı da yok. Seçimi finanse etmek herkesin harcı değil ve her seferinde daha çok harcama gerekiyor. Başka türlü söylersek, toplumun kahir ekseriyeti zaten oyunun dışına atılmış durumda… Tabii aralarında az da olsa gerçekten kamu yararını gerçekleştirmek isteyenler, şahsi çıkar kaygısı taşımayanlar da vardır ama onların halisane niyeti ve arzusu şeylerin seyri üzerinde etkili olma şansına sahip değildir. Malûm, “istisnalar kuralı doğrulamak içindir” denmiştir… Aslında ne demek istediğimi görmek için uzağa gitmeye gerek yok. Son 12-13 yılda yapılanlara bakmak yeterli. Kalkınma ve büyüme adına yağmalanmamış, talan edilmemiş bir şey bıraktılar mı? Siyasi parti neye yarar sorunun cevabı orada mevcut değil mi?
Söylediklerim kimilerine abartılı gelebilir. Belki bu satırları okuyanlardan bazıları “iyi de o kadar da değil” diyebilirler. Bu tür düşünenler varsa, geride kalan son dönemi şöyle bir hatırlasınlar. 150–200 yılda, başta Batı olmak üzere, dünyanın başka yerlerinde ve son 70 yılda Türkiye’de yaşanana baksınlar. Tabii önce “Batı demokrasisi” söylemi üzerinde kafa yormak şartıyla. Tüm dünya Batı’da oynanan temsil oyununu demokrasi sanıyor. Oysa her yerde geçerli olan sermayenin diktatörlüğü. Lakin oyun Batı’da daha “rafine” oynanıyor, kitabına daha iyi uyduruluyor… Aradaki fark bundan ibaret… Tabii dünyanın geri kalanının zenginliğini 500 yıldır sömüren, yağmalayan, talan eden “uygar Batı”, oyunu daha kolay oynama ve kitleleri aldatma ve oyalama imkânına sahip… Emekçi çoğunluğa yapılan yağmadan pay verme imkânı var ve bu işlerini kolaylaştırılıyor. Tabii emperyalist-kolonyalist sömürü, yağma ve talan başka yerlerde işi daha da zorlaştırıyorlar ama bu nedense hiç bir zaman sorun edilmiyor…
Mesela ABD’yi alalım. Bu ülke “Batı demokrasinin” beşiği ve timsali sayılıyor. Aslında ABD’de geçerli olan “ikili” tek parti isteminden başka bir şey değil. Demokrat Parti de, Cumhuriyetçi Parti de aslında Amerikan oligarşisinin partileri. Ve rotasyon esasına göre biri inip biri çıkıyor. Neden iki yüz yıldır bir üçüncü parti ortaya çıkıp iktidar olamıyor? ABD Senatosuna seçilmek için kaç milyon dolar harcamak gerekiyor? O milyon dolarları kimler harcayabilir? İster Senato’da isterse Temsilciler Meclisinde olsun, hiçbir sıradan insana, bir emekçiye, işçiye, issize, yoksula rastlayan var mı? Öyle bir şey olabilir mi? İster Senato, ister Temsilciler Meclisi olsun, bunlar zenginler şurasından ibarettir… Eğer ABD’de demokrasi olsaydı, birincisi bu kadar milyarder, bu kadar milyoner, bu kadar yoksul, aç ve evsiz olur muydu? Gelir dağılımı skandal hâl alır mıydı? Zenginlik-yoksulluk farkı insan havsalasını zorlayacak boyutlara çıkar mıydı? Eğer ABD demokratik bir ülke olsaydı, Amerikan halkı ABD oligarşisinin çıkarları için savaş çıkarılmasına izin verir miydi? Vietnam’da, Afganistan’da, Irak’ta… Asya’da, Afrika’da Latin Amerika’da darbeler tezgâhlamasına, savaşlar çıkarmasına, insanlık suçu işlemesine izin verir miydi? Oligarşinin iktidarına bir kere demokrasi denmiş ve o yalana cümle âlem inanmış… İyi de demokrasinin bir tanımı yok mu, olması gerekmiyor mu? Hani demokrasi, ” halkın, halk tarafından, halk için idaresiydi”… Gerçek dünyada geçerli olan “Oligarşilerin, oligarşi tarafından halka karşı idaresi” değil mi?
Birincisi, Cornelius Costoriadis’in de dediği gibi, “demokratik bir toplum demek, her bir yurttaşın yönetme ve yönetilme yeteneğine sahip olması” demektir”. Demokrasinin önkoşulu, topumun her bireyinin yurttaş olmasını, yurttaş davranışı ortaya koymasını, haklarının ve ödevlerinin bilincinde olmasını gerektirir. Ve ikincisi, demokrasi pratiği sadece temsilden ibaret değildir. Temsil de dahil, yerine göre kamusal görevlere getirilecek olanların kura ile belirlenmesi, rotasyon esası, doğrudan demokrasi, halk tartışma meclisleri, ön referandum ve referandumdan oluşan bir yelpaze pratiğine dayanması gerekir…
Bu günün dünyasında politika profesyonellerin işi… Yani politikacı diye bir meslek türü var… 30- 40 yıl milletvekilliği yapanlar var! Bu, halk çoğunluğunun politika dışına atılması demek değil midir? Politikanın profesyonellerin işi olduğu yerde demokrasiden söz edilebilir mi? Orada yapılan seçimlerin bir kıymet-i harbiyesi olur mu?
Türkiye’de yurttaş bilincinin yokluğu veya yetersizliği egemenlerin işini kolaylaştırıyor. Daha önce de defaten yazdığım gibi, Türkiye’deki ortalama bilinç, misafir, mülteci, sığıntı “bilincinin” ortalaması düzeyindedir. Bu yüzden kolay yönetebiliyorlar. Mesela, insanlar gerçekten yurttaş bilinci taşıyor olsalardı 1982 cunta anayasası 33 yıl sonra hâlâ yürürlükte olur muydu? Yurttaş bilincine sahip insanlar %10 seçim barajına razı olur muydu? Bu gün hâlâ o baraj geçerli olduğuna göre, bu aslında siyasi partilerin de cuntanın devamı oldukları anlamına gelmez mi? Bu partilerin demokrasi kavramıyla uzaktan- yakından ilgileri yok ama kendilerini demokrasinin “vazgeçilmezleri” sayıyorlar… Düşünce (ifade) ve örgütlenme özgürlüğünün olmadığı yerde demokrasiden söz edilebilir mi?
Kaldı ki, demokrasi sosyal eşitliği varsayar. 80 ailenin 3.5 milyar insanının geliri kadar servete sahip olduğu bir dünyada, demokrasiden söz etmek abesle iştigal etmektir…
Velhasıl kime niçin oy verdiğini bilmek önemlidir. Düzen partilerinin iyisi olamayacağına göre, insanlar “daha az kötüsünü” tercih etmeyi marifet sayıyor. “Daha az kötüye” neden mahkûm olalım? Ellerimiz daha ne zamana kadar armut toplamaya devam edecek? Ne zaman haysiyetli insanlar olarak yaşamayı başaracağız, itilip-kakılmaktan, aşağılanmaktan, oyuna gelmekten, aldatılmaktan kurtulacağız?
http://www.peyamaazadi.com