Uzun laf gerekmez; Sakine, Kürt halkının en direngen evlatlarından biriydi ve Kürt kadının yüz akıydı. Adı, hiç kuşku yok, gelecek nesiller tarafından şerefle taşınacaktır.
Ne yazık ki o da güzel bir ata bindi ve o güzel insanların arasına karıştı. Yüreğimiz kanıyor. Tek tesellimiz, mahşeri adaletin ayan-beyan hükmüdür. Ki orada Sakine’yi kurşunlattıran kalleşlerin esamisi okunmazken Sakine’nin, Hallac-ı Mansurların mahallesinde mesken tuttuğu yazılıdır.
Sakine’yi ve arkadaşlarını asla unutmayacağız.
***
Sakine, yukardaki güzel insan. Peki, insanlığın lanetlediği katilleri kim?
Bilmiyoruz; çünkü Fransız polisinin konuyla ilgili bir açıklaması yok. Muhtemelen hiçbir zaman da olmayacak. Siyasi cinayetlerle ilgili tecrübeler bizi böyle düşünmeye götürüyor. 1986’da öldürülen İsveç başbakanı Palme’nin cinayeti bile hâlâ vurulduğu yere dikilmiş küçük bir taşın bir adım ötesine gitmiş değil.
Hal böyle olunca, konuyla ilgili söylenecek sözler tahminden veya spekülasyondan ibaret kalıyor. Nitekim son 2-3 gün içinde muazzam sayıda yorum ve spekülasyon yapıldı. O kadar ki, bugün itibarıyla bizzat bu yorum ve spekülasyonların kendisini inceleme konusu yapmak bile mümkün. Aşağıda, kısmen bu tür bir okumadan da beslenen yeni bir soru bulacaksınız.
Soracağım soru, muhtemelen bazı okurlara afaki gelecek ve daha ilk adımda spekülasyon olarak nitelendirilecektir. Bu ihtimali bile bile yazmamın nedeni, bu ve buna benzer soruların, bizi, İmralı Görüşmeleri diye adlandırılan barış sürecine ilişkin daha gerçek sorunları düşünmeye sevk edebilmesi ihtimalidir.
Kısa yoldan gitmek için cinayetin arkasında olduğundan şüphelenilen güçleri sayıp bunların böyle bir cinayeti işleme imkân, kabiliyet, istek ve iradelerine bakalım.
Muhtemel failler arasında şunlar sayılıyor: Suriye, Maliki yönetimi, İran, Türkiye’de kavganın sürmesini isteyen Batılı bir devlet, PKK ve Türk devleti. Yukarıda sözünü ettiğim soru, yazının Türkiye’yle ilgili bölümde fromüle edilmiştir. Zamanı olmayanlar veya uzun yazı okumak istemeyenler doğrudan Türkiye bölümüne atlayabilirler.
Suriye:
Cinayet onun en iyi bildiği işlerden ve Türkiye’deki muhtemel bir barış sürecini baltalamak onun için hayati önemde. Bu açıdan bakıldığında gerçek bir katil adayıdır. Fakat şu sıralar bırakalım Paris’te eylem yapma kabiliyetini Şam’ın banliyölerinde bile kafasını siperin dışına çıkarabilecek hali yok. Ayrıca böyle bir eylem, dışardan müdahale için bahane kollayan devletlere muazzam bir fırsat yaratacağı için de mümkün görünmüyor. Bütün bu nedenlerle onu ciddi bir katil adayı olarak düşünmek ikna edici değildir.
Maliki yönetimi:
Durumu Suriye’ninkine benziyor. Her gün cinayet işleyen bir makine ve Türkiye’deki süreci baltalamada hayati çıkarı var. Fakat çaylak bir devlet olduğu için uluslararası alanda operasyon yapmak, Bağdat’a bir numara büyük bir gömlek geliyor. Dahası, Bağdat’ın böyle bir kabiliyeti olsa bunu, PKK’den önce Güney Kürdistan, Türkiye veya Katar’da faaliyet gösteren kendi muhaliflerine karşı kullanması beklenir. Ama illa da PKK’yi vuracağım derse o zaman da Paris’e kadar gitmesine gerek yok; PKK merkezi kendisinin yanı başında. Ne yapacaksa orada ve legal kılıflar altında yapar. Bu ve buna benzer diğer nedenlerle Maliki’yi de ciddi katil adayı olarak görmek zorlaşıyor.
İran:
Bu cinayetten kâr umabilecek devletlerden biri de İran’dır. Buna ilaveten Fransa’da cinayet işleyebilecek tecrübe, güç, örgütlenme ve eylem kabiliyetine de sahiptir. Bu açılardan bakıldığında, İran en güçlü katil adaylardan biri olarak görünüyor. Fakat Suriye için geçerli olan problem bir ölçekte İran için de geçerlidir. Sokaktaki insanın bile “Suriye’den sonra sırada İran var” dediği bir dönemde, Paris sokaklarında cinayet işlemek demek, İran’ı “terörist devlet” olarak damgalayıp tecrit etmeye çalışan İsrail ve Amerika gibi devletlerin saldırgan politikalarına çanak tutmak demektir. İran yönetiminin bu basit ilişkiyi göremeyecek kadar kör olduğunu düşünmemiz için bir sebep bulunmuyor.
Dahası, PKK’nin merkezi üslerinden biri olan Zele Kampı İran’ın burnunun dibindedir ve Güney Kürdistan İran ajanlarıyla doludur. Yani İran, PKK yöneticilerini İmralı süreci nedeniyle baskı altına almak istese bunu en kolay Güney Kürdistan’da yapabilir. Ayrıca Güney Kürdistan’da işlenecek bir cinayetten veya cinayetlerden ötürü kimse kendisine saldırı tehdidinde de bulunmayacaktır. Bu kadar büyük avantajlar burnunun dibinde duruyorken İran neden gidip Paris’te eylem yapsın? Tutarlı bir açıklama yapan olursa biz de oturur hak veririz.
Türkiye ile PKK’nin barışmasını istemeyen Batılı bir devlet:
Sorunun formüle edilmesinden de anlaşılacağı üzere, bu iddianın işaret ettiği somut bir devlet yoktur. Daha çok, genel bir analizin parçası veya vargısı olarak dile getirilmektedir. Bu nedenle somut bir devletin cinayet işleme kapasitesiyle ilgili sorunları tartışamayız.
Çıkarlar ve istekler noktasından ise belki şunlar söylenebilir: Ortadoğu’daki hesapları, temel noktalarda Türkiye’nin Ortadoğu’ya ilişkin hesaplarıyla çakışmayan bütün Batılı devletler, Türkiye’nin Kürt sorunuyla meşgul olmasına en azından sevinirler. Bu cümleden olarak, Türkiye’deki barış görüşmelerini sabote etmenin bu devletlerin işine yarayabileceğini söylemek yanlış olmaz. Fakat bu genel bağıntıdan yola çıkarak Paris eylemini Batılı devletlere hamletmek boşluğa yumruk sallamak gibi bir şeydir. Çünkü böyle bir iddia, en fazlasından eylemin neden bugün yapıldığına dair bir fikir verebilir; ama eylemi yapan devletin hangi Batılı devlet olduğu veya eylem yeri olarak neden Paris’in seçildiği türünden sorulara cevap veremez.
Bu ve benzeri nedenlerle Batılı devletler tezini bu haliyle kaldığı müddetçe ciddiye almak zorlama olacaktır. Bunun tek istisnası Amerika’ya yönelik bir iddiayla ilgilidir ki onu, Türkiye’yle ilgili bölümde özel bir parantez halinde ele alacağım.
PKK:
Böyle bir cinayet işleyebilir mi?
Daha önce onlarca liderini veya kadrosunu kurşuna dizmiş bir örgütten söz ettiğimize göre, evet.
PKK’nin Avrupa ülkelerinde böyle bir cinayeti işleme kabiliyeti var mıdır?
Kesin olarak evet.
Peki, PKK’nin bu günkü koşullarda Sakine Cansız’ı öldürmek için gerçek ve yeterli bir gerekçesi var mıdır?
Hayır, yoktur.
PKK, kendi muhaliflerini, kural olarak, söz konusu muhalif örgütü bölme tehdidi oluşturduğu zaman öldürmüştür. Bu koşulun oluşmadığı durumlarda, kural olarak, muhalif tehdit edilmiş ve örgüte zarar vermeden bir kenarda yaşaması dikte edilmiştir. Bu kuralı izlersek sormamız gereken soru şu şekle bürünür:
Sakine Cansız şu sıralar PKK’yi bölmeye yönelik bir çaba içinde miydi? Ya da şu sıralar Sakine Cansız ile PKK arasında sorun olduğunu gösteren bir belirti var mıdır?
İki sorunun cevabı da olumsuzdur. Cinayeti PKK’nin işlediğini iddia eden Türk devleti bile Cansız’ın örgütü bölmeye yönelik bir davranış içinde olduğunu ileri sürmüş değildir.
Bir de cinayet mahalli var kontrol edilmesi gereken:
PKK’nin Sakine Cansız’ı Paris’te öldürmek için bir nedeni var mıdır?
Kesinlikle yoktur.
Çünkü PKK, Sakine Cansız’ı böyle bir cinayet için çok daha uygun olan bir yere, diyelim Zele Kampı’na istediği an götürüp orada kurşuna dizebilecek koşullara sahiptir. PKK’nin elinde bu imkân varken ve Fransa daha dün PKK üst düzey yöneticilerine karşı operasyon yapmışken, yeni operasyonlar için de bahane arıyorken, PKK neden Paris’in göbeğinde cinayet işleyip Fransa’nın yeni operasyonlarına çanak tutsun?
Eylemin zamanlaması başta olmak üzere daha birçok açıdan incelediğimizde de benzer bir sonuca varırız: PKK’nin bugün Sakine Cansız’ı öldürmek için bilinen veya iddia edilmiş vb. bir sebebi yoktur.
Bütün bunlara rağmen PKK’yi Sakine Cansız’ın katili ilan etmek, bilmezlikten değilse muhtemelen gerçek katili gizleme niyetindendir. İşte Türk devleti tam da bu noktada katiller listesine dahil olmaktadır.
Türkiye
Paris’teki eylemle ilgili olarak Türkiye denilince birçoklarının aklına devletin Ergenekon kanadı geliyor. Hükümete bağlı medya açıkça, BDP içindeki Hükümete yakın kanat da gizlice bu düşünceyi besleyen söylemler yayıyorlar: “Hükümet Kürt sorununu çözmeye doğru bir adım atınca, Ergenekon yeniden egemenlik sağlamak için ortalığı karıştıracak bir eylem yaptı.” İddia kabaca böyle.
İlk bakışta tutarlı gibi görünen bu iddia, Ergenekon kanadının eylem yapabilme kabiliyeti açısından ele alındığında bazı şüpheler uyandırıyor. AKP’nin iktidara geldiği ve adım adım devleti kontrol altına aldığı 2002’den bu yana geçen süreç ele alındığında, Ergenekon’u bu tür kanlı eylemler yapmaya teşvik eden veya kışkırtan bir düzine kritik gelişme olmuştu ama Ergenekon böyle eylemler yapamamıştı. Hükümetin 27 Şubat bildirisine boyun eğmemesi, Ergenekon davasını başlatması, Askeri Şura kararlarına önce şerh koyup ardından askerlerin isteklerini açıkça geri çevirmesi gibi kritik adımlar bu nitelikteydi. Ergenekon, bu adımların her birinde kendi ayakları altındaki halının çekildiğini görüyordu. Fakat buna rağmen İnegöl ve Hatay gibi balonu çabuk söndürülen birkaç kışkırtma dışında yerinden bile kıpırdayamadı. Deyim yerindeyse felç olmuştu.
Neden?
Herhalde Başbakanın ferasetinden değil. Genel olarak iç ve dış güç dengeleri, özel olarak da Ergenekon’un ağababası Amerika izin vermediği için. Fakat yukarıdaki iddiaya göre, o mefluç Ergenekon, o günün elverişli koşullarında gösteremediği eylem kapasitesini, bugün, yani AKP devlet içinde çok daha güçlenmişken ve dengeler polis ve MİT lehine değişmişken gösteriyor ve Paris’in göbeğinde eylem patlatıyor… Sizce de burada bir terslik yok mu?
Türk ordusundaki kritik dönüşümü sağlayan YAŞ toplantısından sonra, biri hariç bütün kuvvet komutanları topluca istifa edip Ergenekon da içinde olmak üzere kendilerine bağlı sivil ve resmi güçleri, ortalığı kıyamet gününe çevirmeye davet ettiklerinde bile eylem yapamayan Ergenekon’un bugün Paris’te ortalığı uluslararası çapta karıştıracak bir eylem yaptığı iddia ediliyorsa ya bu iddiada bir sorun vardır ya da aradan geçen zaman içerisinde Hükümetle Ergenekon ilişkilerinde Ergenekon lehine radikal bazı değişiklikler yaşanmıştır.
Peki, şimdiye kadar bu yönde bir güç değişikliği yaşandığına dair bir belirti görüp duyan oldu mu?
Şahsen ben ne gördüm ne de okudum. Ne içerde ne dışarda, ne Hükümet kanadından ne Ergenekon kanadından… Benim gördüğüm ve okuduğum, Ergenekon’un yavaş yavaş bozgun devresine girmeye başladığıdır. Çevik Bir’in Karadayı’yı ihbar etmeye karar vermesi, bunun işaretidir; yargılanan düşük rütbeli subayların yargılanan büyük rütbeli subayları topa tutmaya başlamaları bunun işaretidir; Ergenekon sanıklarının, yavaş yavaş “nasıl daha az ceza alabilirim?” hesabıyla gözlerini sağa sola çevirmeye başlamaları bunun işaretidir…
Kısacası, Ergenekon çöküyor! Ama bu, derin devletin çökmesi demek değildir. Son beş yıldır adını duyduğumuz Ergenekon, derin devletin AKP’yi iktidardan indirmeyi isteyen devletçi kanadına dinci ve liberal medyanın taktığı bir addı. Yani bu Ergenekon, bizim Ergenekon davasından evvel adını duyduğumuz gerçek Ergenekon’la, diğer adıyla söylersek “derin devlet”le tam olarak örtüşmüyordu. Bu gerçeği, eski Ergenekon’u deşifre eden Can Dündar defalarca yazdı. Hatta bu tür laflar ettiği için az kalsın Ergenekon savcıları tarafından tutuklanacaktı.
Her ne ise, yeni Ergenekon bozguna doğru gidiyor. Oradan geriye kalan derin devlet ise istikrara kavuşturulmuş ordu, polis, MİT ve idari bürokrasinin ana gövdesinin temsilcisi olarak ve artık AKP’nin koordinasyon ve yönlendirmesinde klasik görevinin başına geçmiş bulunuyor. Son iki yıldır Kürtlere karşı yürütülen savaş bu koalisyonun marifetidir. Liberallerin, “Başbakan Ankaralılaştı” diyerek teşhir ederken, devlet-içi kapışmadan doğan fırsatları koklayarak meşhur olmuş bazı Kürt yazarlarının gizlemek için çırpındıkları şey budur.
Bütün bu gerçekler orta yerde duruyorken, Ergenekon’un, Paris’in göbeğinde Hükümete karşı eylem yaptığını söylemek sadece Hükümetin propagandasını yapmak anlamına gelebilir.
Peki, Ergenekon’un uluslararası planda eylem yapma şansı hiç mi yok?
Var, fakat bunun için dün onun eylem yapmasını engelleyen uluslararası güçlerin bugün onun önünü açmış olmaları gerekiyor.
Peki, böyle bir ihtimal veya durum var mı?
İşte burada Amerika’yla ilgili yukarıda sözünü ettiğim paranteze geliyoruz:
Hatırlanacağı üzere, bir süredir Türk ve Amerikan medyalarında Güney Kürdistan petrolleri konusunda Amerika ile Türkiye arasında bir problem yaşandığına dair bazı haberler çıkıyor. Bu haber kekeme oldukları için ne kadar gerçeği yansıtıyorlar, ne kadar önden pozisyon kapma savaşlarının gereği olarak sarf ediliyorlar belli değil. Eğer gerçekten böyle bir çekişme başlamışsa Amerika, Ergenekoncu kurtçuklarının sağda solda çat-pat yapmalarına göz yumabilir. Paris’teki eylem de bu çerçevede belki bir anlam kazanabilir. Ama bu durumda Paris’teki eylemin gözdağı verdiği özel olarak Hükümet değil, genel olarak Türk devleti olur ki bu da yukardaki teze bir kanıt özelliği taşımadığı gibi bizi bambaşka bir konuya götürür. Şimdilik, kekeme iki habere bakarak bu vadiye dalmayalım.
Özetlersek, henüz ciddiye alınabilecek bir durumda olmayan bu küçük soru işareti bir yana bırakılırsa bugün Ergenekon ile Hükümet kanadı arasındaki güç dengelerinin radikal biçimde Ergenekon lehine değiştiğini gösteren hiçbir veri yoktur. Olmadığı için de “Ergenekon Paris’te Hükümete karşı eylem yaptı” mealinde bir iddia, ya bilgi yetmezliğinin ya da kasıtlı bir çarpıtmanın ürünü olabilir.
Bir nokta daha:
Eğer Hükümet, gerçekten de iddia edildiği gibi dirilmekte olan Ergenekon’un Paris’ten kendilerine bir mektup yazdığını düşünseydi Başbakan ve onun partisi, cinayet sonrasında, okların sivri ucunu Kürt hareketine değil, tehlikenin geldiği gerçek adrese yöneltirdi. Fakat Başbakan’ın bir Afrika ülkesinde dile getirdiği ilk günkü sözleri dışında (ki açıkça ortalığı yatıştırmaya ve zaman kazanmaya yönelik sözlerdi) bu yönde bir şey duymadık. Daha doğrusu duyduk, ama bu sözler bu tür durumlarda sistemli biçimde bu tür demeçler veren Bülent Arınç’a ait olduğundan hesaba katmamız gerekmedi. Çünkü Başbakan Türkiye’ye döndükten sonra yeniden cinayeti PKK’ye yıkan iddiaya hem de daha katı biçimde sarılınca, Arınç’ın sözlerinin Papaz rolüyle ilgili repliklerden ibaret olduğu ortaya çıktı.
Kısacası, Ergenekon Hükümete karşı eylem yaptı tezi temelsizdir.
Peki, bu durumda Türk devletini katiller listesinden çıkarmamız mı gerekiyor?
Hayır. Aşağıda özetlemeye çalışacağım soru işareti böyle yapmak için zamanın henüz çok erken olduğunu söylüyor.
Bu soru işaretini sergileyebilmek için İmralı Görüşmeleri denilen sürecin mevcut andaki en kritik adımına bakmamız gerekiyor:
Denildiğine göre, MİT ve Öcalan, PKK’nin silah bırakmasına gidecek sürecin genel çerçevesinde anlaşmışlar. Geriye ne kalmış? PKK’yi, BDP’yi ve Avrupa kanadını bu işe razı etmek. Kritik nokta işte burası. Çünkü bu noktada işler pek MİT’in ve Öcalan’ın istendiği gibi yürümüyor. Dikkat ederseniz, İmralı görüşmeleri kamuoyuna ilan edildiği gün, Kandil, BDP ve Avrupa kanadı ortak bir mesajla konuştular: Bu iş, bir tarafla konuşup diğerini dışlayarak çözülmez. Yani demek istediler ki bu işi Apo’yla ucuza kapatacağınızı sanıyorsanız, aldanıyorsunuz. Biz de bu işin sahibiyiz, bizi dışlayamazsınız.
Bu talepleri haklı mıdır, değil midir? bu tür sorularla ilgilenmiyorum. Bunlar ayrı yazıların konuları. Şimdilik kayda geçirmek istediğim, dağdaki örgütün, legal planda siyaset yapan kanadın ve Avrupa’daki PKK’nin Abdullah Öcalan’ın denetiminden devletin hiç arzu etmedikleri kadar uzak bir noktada durduklarıdır. Siz bakmayın PKK muhalifi Kürtlerin sabah akşam bu güçleri Öcalan’ın basit piyonlarıymış gibi resmetmelerine. Muhaliflerin bu sözlerinin büyük çoğunluğu temelsizdir, “siyaseten söylenmiş”tir.
Yarın ne olacağını bilemeyiz, ama bugün PKK ve onun çeperindeki güçler kendilerinin dışlanmasına karşı direnmektedirler. İşte Öcalan’la Türk devleti arasında kotarılmak istenen anlaşmanın önündeki en temel engel şu anda budur.Başka türlü ifade edecek olursak, Öcalan bugün bütün PKK’yi birleştiren tek yegane semboldür, ama aslında altında gerçek manada bir örgüt yoktur. Bir anlamda hayali bir örgütün üzerinde oturmaktadır.
Onun bugünkü halini belki on sene evvelki Türk genel kurmay başkanının haliyle karşılaştırabilirsiniz. O gün bir Türk Genelkurmay Başkanı (örneğin Hilmi Özkök) vardı, ama altında gerçek manada bir ordu yoktu. Yemeğini bile karargahta yemiyor, evden getirtip yiyordu. Bir bakıma hayali bir ordunun üzerinde oturuyordu. Çünkü Orduyu Ergenekoncular, darbeci generaller, Jitemciler, eroinciler, ülkücü mafya vs. parsellemişti. Hal böyle olunca, Ordunun merkez kanadının yapması gereken ilk iş, Orduya karşı bir operasyon yaparak onu genelkurmay başkanına gerçekten bağlı bir organizasyona dönüştürmek oldu. Ordunun merkez kanadının Ergenekon davasının açılmasına razı olmasının altında bu istek ve uzlaşma yatıyordu. Bu nedenle üç yıl evvelki “ Bir Restarasyon Operasyonu Olarak Ergenekon Davası” başlıklı yazımda, (Dönemeç Yazıları, Vate Yayınları) Ergenekon davası, Ordunun siyasetteki vesayetçi konumundan geri çekilmesi karşılığında genelkurmay başkanının altına bir ordu verme operasyonu olduğunu yazmıştım. Üç yıl sonra rahatlıkla şunu söyleyebilirim ki Hilmi Özkök’ün baktığında altında göremediği Ordu, bugün iyi-kötü yamanmış bir halde Orgeneral Özel’in altında durmaktadır. Ama Genelkurmay, bu kazancın bedeli olarak siyasetteki vesayet hakkından geri adım atmıştır.
Sanıyorum şimdilerde aynı oyunun Kürt versiyonunu seyrediyoruz. Bu kez deyim yerindeyse “ordusuz general”e dönüşmüş olan Abdullah Öcalan’dır. Evet altında bir örgüt vardır. Ama bu örgünün kendisinin göstereceği ve işin tabiatı gereği diğerlerininkinden daha fazla Türkiye yanlısı olacak olan çözüme ne ölçüde uyacağı belli değildir. Türk devleti ise tahmin edilebilir nedenlerle mutabakatı onunla yapmak istemektedir. Gerçi oyun daha başından böyle kurulmuştu ve Öcalan da ABD’den bu koşulla devralınmıştı. Fakat devlet, o dönemde farklı hesaplar yaptı ve Öcalan kartını başka biçimlerde kullandı. Şimdi ise devlet en kârlı çözüm yolu olarak Öcalan’la anlaşmayı görmektedir. Fakat bu kez de karşısındaki Öcalan eski gücünde değildir. Örgüt ve onun çeperindeki yapılar, aradan geçen yıllar içinde kendi ayakları üzerinde durmayı biraz daha öğrenmiş, böyle davranmalarının imkânları da biraz daha genişlemiş, uluslararası güç dengeleri PKK açısından “Türk kapısını açık tutma” politikasını eskisi kadar önemli olmaktan çıkarmıştır. Bütün bunların sonucu olarak MİT’in mutabakata varmaya çalıştığı kişinin altı pek sağlam görünmemektedir.
Peki bu durumda ne yapmak gerekir?
Elbette ilk yapılacak iş, muhatabın altını doldurmaktır. Buna, devletin Öcalan üzerinden Kürt karnını deşmesi de diyebilirsiniz. Yeni taktik budur.Düne kadar, Kürt hareketinin tek birleştirici sembolü durumunda olan lideriyle ilişkisini keserek bu hareketi bölme hesabı yapan devlet, iki yıllık uygulamadan sonra hareketi bu yolla bölemediğini görünce karar değiştirmiş, eline Öcalan kamasını almıştır.
Devlet, yakın zamana kadar tam tersini yapıyordu: PKK’nin muhalifi olan kişi ve grupları kama olarak kullanıp Kürtlerin karnını onlar üzerinden deşmeye çalışıyordu. Bu politika o kadar fütursuzca hayata geçirildi ki ekmeğini Kanal 6’dan çıkaranlar, gece gündüz PKK’nin ve Apo’nun Ergenekon mamülü bir şey olduğunu propaganda ettiler; PKK muhalifi partilerin liderleri VİP salonlarında, PKK’nin Ergenekon emriyle karakol bastığı yolunda basın açıklamaları yapmaya davet edildiler; PKK muhalifi kimi bağımsız aydınlar, altlarında duranın polis panzeri olduğuna bakmadan, ellerinde PKK’nin işlediği cinayetlerin listesini alıp tank üzerine çıkmış Yeltsin pozlarında özgürlük bildirileri okudular; diğerleri devletin komisyonlarına PKK’nin devletin örgütü olduğunu öğretmeye koştular; PKK’den kopmuş muhalifler, PKK liderlerine küfretsinler diye kendilerine uzatılan mikrofonlara doğru koştururken birbirlerini çiğneyecek oldular...
Bunların hepsi oldu. Devlet, bu yoldan gidebileceği yere kadar gitti. Uluslararası koşullar elverseydi belki bir süre daha devam ederdi. Fakat olmadı. Çünkü PKK bu siyasete karşı direndi ve Ortadoğu’nun yeniden şekillenmeye başladığı konjonktüre birliğini korumuş olarak girmeyi başardı. Bu, siyaseten muazzam bir başarıdır.
Bu başarı sayesindedir ki artık ne Cemil Bayık’ın bilmem hangi Ergenekon generaline dosya verdiğine dair haberler vardır medyada, ne de Duran Kalkan’ın MİT’teki kayıt numarasını biliyormuş edasında yazı yazan muhalifler itibar görmektedir. Hâlâ zaman zaman böyle şeyler söyleyip yazanlar olsa da bu tür sözlerin, kendi sözcüklerinden oluşan dünyalarında PKK ile ölümcül bir kavgaya tutuşmuş oldukları hissiyatıyla kılıç çalmaya devam eden kişiler ve küçük arkadaş grupları dışında alıcısı kalmamıştır.
Böyle olmasının bir nedeni de devletin yeni bir gündeme geçmiş olmasıdır. Fakat küçük bir pürüz var: yeni gündemin ana figürü olan Öcalan’ın bugün örgüt üzerinde eski etkinliği yoktur. Evet, ağzını açan “Yaşasın Başkan!” diye söze başlamakta, “Başkan bizi bağlar.” diye bitirmektedir. Öcalan da bir yandan sanki hiçbir şey değişmemiş gibi davranarak, öte yandan da örgütü birleştiren yegane sembol olmasının avantajını kullanıp kaybettiği mevzileri tekrardan ele geçirmeye yönelik adımlar atarak bu sözlerle dile getirilen durumu gerçeğe dönüştürmeye çalışmaktadır. Böyle bakınca ortada sanki bir sorun yokmuş gibi görünmektedir. Oysa gerçek böyle değildir. Gerçekte bu sözler, Müslüman olmak veya Müslüman kabul edilmek için Eşhed getirmeye benzemektedir. Eşhed’i getirdikten sonra evinin yolunu tutan Müslümanlar olabileceği gibi camiye veya meyhaneye giden Müslümanlar da çıkmaktadır. Öcalan’la yapılan mutabakatın işlemesi içinse “Yaşasın Başkan!” diyenlerin, burunlarının gösterdiği istikamete değil, Öcalan’ın gösterdiği istikamete yürümeleri gerekiyor. İmralı görüşmeleri adı verilen sürecin şu andaki en sorunlu noktası burasıdır.
İşte bu noktada yazının başında sözünü ettiğim soruya geliyorum: Türk devleti, Paris’teki eylemle, PKK’ye ve onun çeperindekilere: “Ya Başkan’la yaptığımız mutabakata uyarsınız ya da sizleri bekleyen bir cehennemdir” mesajı vermek istemiş olamaz mı? Özellikle de PKK’deki eski sosyalist çizgiden geldiği, Alevi bir aileye mensup olduğu, cezaevi direnişlerinde başı çektiği ve koskoca PKK içinde Abdullah Öcalan’a “Terbiyesizlik etme” deme cesaretini gösteren tek örgüt üyesi olduğu gerçeğiyle bir arada düşünüldüğünde Sakine, bu tür bir mesajı vermek için iyi bir hedef değil midir? Çünkü bu üç özelliğin üçü de, Kürt toplumunda, Öcalan’ın yaymaya çalıştığı itirafçı benzeri diskurdan en fazla rahatsız olan sosyo-politik kaynaklara işaret etmektedir: Sosyalistler, Aleviler ve Cezaevi direnişçileri. Bu kaynakların, yeni dönemde de, PKK’yi ve Kürtleri Öcalan’ın arkasında toplama ameliyesine karşı en fazla direnecek veya ayak sürüyecek güçler arasında olacakları kuvvetle muhtemeldir. Devletin yaygınlaştırmaya çalıştığı ve PKK muhalifi bazı Kürtlerin de bilmeden veya bilinçli olarak katkıda bulundukları “Ankara PKK’si”, “Alevi PKK”, “Zerdüşt PKK” lafları, devletin tam da böyle bir analizden hareket ettiğini gösteriyor. Devletin bu laflarla vurmak istediği hedefler ile, Sakine Cansız’ın kişiliğinde temsilini bulan sosyo-politik kaynaklar, milim şaşmaz biçimde üst üste düşüyor. Bütün bunlar bir tesadüf müdür?
Yazının başında işaret edilen soru işte budur.
Ve bu soru “pis pis düşünürken” birden aklıma düşmüş değildir. Beni böyle düşünmeye yönlendiren bizzat Başbakanın başdanışmanı Yalçın Akdoğan olmuştur. Kısaca şöyle:
Murat Karayılan, BDP milletvekillerinin İmralı’yı ziyareti ertesinde durumu değerlendirirken, şu mealde bir konuşma yapmıştı: “ Öcalan’la anlaşmak yetmez, hareketin bütün bileşenlerinin uzlaşmaya dahil edilmeleri gerekir. Bu nedenle bizim Öcalan’la görüşmemizi güvenceye alın ki biz de kendi sözümüzü uzlaşmaya katabilelim.”
Akdoğan, Karayılan’ın bu makul sözlerini değerlendirirken, “ Barış ne kadar geniş kesimleri kendine ortak ederse o kadar iyi gelişir ve o kadar kalıcı olur” mealinde bir şeyler söylemek yerine, biz Kürtleri PKK’nin dağ kadrosuna saldırmaya davet etti. Hem de bunu en kışkırtıcı olduğunu düşündüğü silahını kullanarak yaptı: Ey Kürtler, görüyor musunuz? Karayılan, lideriniz Öcalan’a racon kesiyor!
Elinde Öcalan kamasıyla yapılan bu konuşmanın hemen öncesinde Diyarbakır’da bir gerilla katliamı yapılmıştı. Bunu düşününce midem kalktı. Akdoğan’ın konuşması bütün Türk medyası tarafından cafcaflı biçimde verildikten hemen sonra ise Çukurca’daki karakol basıldı. Ne oluyor? demeye kalmadan, Paris’te Sakine ve arkadaşları kurşun yağmuruna tutuldu. Onun hemen ertesinde de Fetullah Gülen’in sesi olduğu söylenen Hüseyin Gülerce’nin sözlerini duyduk: “bizimle de konuşulsun, falanlar da konuşulsun” diyorlar, “ Barış için mi uğraşacağız, rol kapmaya çalışanlar mı tatmin” edeceğiz diyordu, özetle.
Mesele galiba aydınlanıyor dedim kendi kendime. Devlet, AKP’siyle Fetullahçısıyla yani değişik kanatlarıyla ortak bir mesaj veriyordu. Akdoğan’ın jargonuyla ifade edersem şöyle bir mesajdı bu: “Derdimiz Kürtlerle gerçek bir barış yapmak değil. Biz Başkan’la uzlaştık. Size kölece boyun eğmek düşer. Başkan’a racon kesene bundan sonra doğrudan biz racon keseceğiz ve bu raconun illa dağda kesilmesi de gerekmez. Ya Başkan’ın dediğine uyacaksınız, ya da Paris’te bile yaşasanız size kan kusturacağız!”
Olayları bu şekilde sıralayınca, AKP sözcüsü Hüseyin Çelik’in, daha Sakine ve arkadaşlarının cesetleri morga yetişmeden “Katil PKK’dir” diye bağırması da anlam kazanıyordu. Pek de hazırlıksızlıktan söylenmiş sözler değilmiş meğer. Nitekim Erdoğan da Afrika gezisinden dönünce kelimesi kelimesine aynı sözleri tekrarladı. Bütün bunların ardından, ben de kalkıp karın ağrıları içinde bu yazıyı yazmaya oturdum.
Karnım ağrıdı, çünkü AKP’nin başında bulunduğu derin devletin planı bu ise İmralı görüşmelerinden barış falan çıkmaz. Hep birlikte bir cehenneme doğru gideriz. Bunu bilmek ve söylemek için sadece vicdanı sahibi olmak gerekir, Einstein filan olmak değil.
***
Hep birlikte cehenneme doğru yol almak istemiyorsak yapılması gerekenler var. Bunlar başka yazıların konuları olmakla birlikte, asgari nitelikte olanları anmadan geçmek, yukarıda yapılan analizin bazı noktalarının yanlış anlaşılmasına veya çarpıtılmasına yol açabilir. Bu nedenle satır başları halinde eklemek istiyorum:
- Barış sürecine sağlıklı biçimde girebilmek için Kürtlerin kesinlikle bölünmemesi gerekiyor. Bunun için ödenecek bedel, Öcalan’la veya korucularla işbirliğine razı olmaksa bunlar bile göze alınmalıdır. Beni ister korucuların işbirlikçisi olmakla suçlayın, ister Öcalan işbirlikçisi olmakla. Gerçek değişmiyor: Ortadoğu’nun cehenneme dönmeye başlayan ortamında kurda kuşa yem olmamanın asgari şartı bu birliktir.
-Devletin bir gün Öcalan’ı diğer gün onun muhaliflerini Kürtlere karşı bir kama olarak kullanma siyasetinden vaz geçmesi gerekiyor. Bu, iğrenç bir siyasettir. Barışmaya niyetiniz varsa bu iğrençlikleri bırakacak Öcalan da dahil Kürt liderlerini gerçek bir siyasi muhatap gibi kabul edeceksiniz. Hepsiyle başbakan düzeyinde oturup görüşmeniz gerekmiyor. Ama isterseniz bunu sağlayacak mekanizmaları oluşturmak zor değildir.
-Sadece Kürt siyasi partilerinin değil, bütün Kürt toplumunun değişik (politik olmayan) kesimlerinin de kendi seslerini bu sürece katabilecekleri mekanizmaların yaratılması gerekiyor. Çünkü sadece Apo’yla anlaşmak hiçbir şeyi çözmeyecektir. Apo’dan geçtik, sadece PKK ile anlaşmanız bile yetmeyecektir. Avrupa’daki bütün Kürt aydınlarını tek tek öldürtseniz de yetmeyecektir. Ortadoğu’nun nereye gitmekte olduğuna bakarsanız niye yetmeyeceğini anlarsınız.
-Ortadoğu’nun bugünkü koşullarında cehennem vadisine yuvarlanmamanın ön koşulu, Kürtlerin kendi kaderleri hakkında kendilerinin karar verme hakkının garanti altında olduğunu onlara göstermektir. Kürtler bu garantiyi hissetmediği müddetçe önümüzdeki yollar mayınla döşeli olarak kalacaktır. Bu hakkı garantiledikten sonra, Kürtlerin bu hakkı birlik yönünde kullanmalarını sağlamak için meşru yollarla çalışmaya herkesin hakkı vardır ve Kürtlerin bundan ötürü rahatsızlık duymaları gerekmez.
-Bütün bunların olabilmesi için devletin öncelikle ve kararlı bir şekilde Türk milliyetçiliğinin ve ırkçılığının üzerine gitmesi gerekmektedir. En acil husus budur.
Bunlar asgari koşullardır. Bunları yapmak yerine, üstte görüşüyormuş gibi yapıp, altta, toparlanmış olan yeni derin devlet maharetiyle Ergenekon artıklarını oraya buraya saldırtarak barış sürecinde gerçek bir adım atılamaz, sadece bir barış oyunu oynanır. Hepimiz için çok pahalıya patlayacak bir oyun.
14-01-2013