Devletin Öcalan’la neden oturduğunu konu edinen geçen makaleden sonra orada sıralanan üç nedeni ele alacak bir yazı yazmayı düşünüyordum, olmadı. Birikmiş medyayı geriye doğru tararken, bunun yerine, Kürtleri görüşmelerde kimin temsil etmesi gerektiğiyle ilgili bir makale yazmanın daha acil olduğu sonucuna vardım. Özellikle de Sayın İsmail Beşikçi’nin, Kürtler adına devletle görüşmeleri BDP’nin yürütmesi gerektiğini dile getiren sözlerini okuduktan sonra.
Beşikçi Hoca, Birgün Gazetesi'nden İrfan Aktan'la yaptığı röportajda (*), Abdullah Öcalan’ın Kürtler adına müzakere yürütmesinin yanlış olduğunu söylüyor ve onun yerine BDP’nin muhatap olmasını teklif ediyor.
PKK ve çeperinden yükselen “İrademiz Öcalan!” sözleriyle karşılaştırıldığında daha makul gibi görünen bu teklif, aslında muhataplık meselesiyle ilgili olarak kafaların karışık olduğunu gösteriyor. Beşikçi Hoca diyor ki, Öcalan tutsaktır, bu koşullarda devletin söylemesini istediği şeylerin dışında fazla bir şey söyleyemez. Dolayısıyla Kürtler adına müzakereyi onun yürütmemesi gerekir.
Bunu anladık. Peki, kimler yürütmeli bu görüşmeyi?
Hoca’ya göre, BDP.
Neden BDP de örneğin PKK değil?
Hoca’nın tezinde bu soruya cevap yoktur. Böyle olunca, akla başka sorular geliyor. Örneğin, “savaşı BDP mi yürütüyor ki devletle barış görüşmesini de o yürütsün?” sorusu gibi. Ya da BDP’yi PKK’den daha kapsamlı bir muhatap haline getiren özelliği nedir ki PKK yerine BDP muhatap olarak önerilsin? Dahası, İ. Beşikçi’nin bir ömür boyu inatla savunduğu görüşlerden biri, Kürdistan’ın parçalanmış bir ülke olduğu ve bunun, Kürt sorunu denilen kompleksin ana kaynağını oluşturduğu düşüncesidir. Öte yandan PKK dediğimiz yapı, Kürdistan’ın parçalarının iki tanesinde (Türkiye ve Suriye) asli politik aktör, üçüncüsünde (İran) önemli politik güçlerden biri, dördüncüsünde ise (Irak) merkez üssünü konumlandırmış durumda. Dahası Kürt diyasporasının ana dinamiğini de PKK oluşturuyor. Buna karşılık BDP bu parçaların sadece birinde o da sadece legal planda örgütlü bir unsurdur. Bu durumda nasıl olacak da hem parçalanmışlığın bugünkü sorunu yaratan temel dinamiklerden biri olduğunu düşüneceğiz, hem de bu parçalarda yüksek ve yaygın bir temsil düzeyi olan bir aktör (PKK) yerine sadece Türkiye’deki legal alanla sınırlı bir aktörü (BDP) bu işin muhatabı olarak teklif edeceğiz?
Görüyorsunuz ki sorular arttıkça artıyor.
Sorunun böyle karmaşıklaşmasının nedenleri çoktur. PKK’nin 1999’da, birkaç ay direndikten sonra, kendi boynunu kendi eliyle cezaevi boyunduruğuna sokmuş olmasından tutun da toplumda özgür tartışma imkânının olmayışına kadar çok şey sayılabilir. Bunlar arasından benim bu yazıda dikkat çekmek istediğim, muhatap meselesinde, prensiplere dayalı düşünmek yerine anlık reflekslerle düşünmeye olan yatkınlıktır. Beşikçi Hoca’nın argümanı da böyle bir izlenim vermektedir.
Hoca’nın neden dağdakileri muhatap olarak görmek istemediğini bilmiyorum. Ama onları muhataplar listesinden çıkarırken prensiplere dayalı hareket etmediğini söyleyebilirim. Çünkü yazısında Abdullah Öcalan’ın neden muhatap olmaması gerektiğiyle ilgili kullandığı kriteri, yani devlet kontrolünden uzaklık prensibini tam işletseydi, dağdaki PKK’nin BDP’ye oranla devlet kontrolünden daha uzak aktör olduğunu görür ve BDP yerine PKK’nin muhatap alınması gerektiğini ileri sürerdi. Ama Hoca böyle yapmıyor, bilmediğimiz bir nedenle PKK’yi muhataplar listesinden çıkarıyor.
Bu vesileyle eklemek gerekir ki, bugünlerde piyasada adı en çok geçen Kürt aktörlerini devlet kontrolünün görece daha güçlü olduğu alandan bu kontrolün görece daha zayıf olduğu alana doğru sıralamamız gerekseydi İmralı, BDP, Diyaspora ve Kandil şeklinde bir sıralama yapmamız gerekirdi. Bu sıralama, aslında görüşme sürecinin topografyasıyla ilgili olarak da bir fikir vermektedir.
Ama temel noktada Beşikçi Hoca kesinlikle haklıdır: Kürtler, Öcalan’la MİT arasında PKK’den bile gizli yürütüldüğü izlenimi veren görüşmelerden kuşkulanmaktadır ve bu kuşkular gayet yerindedir. Kürt sorununun çözümü, ister bağımsız bir devlet kurmak şeklinde, isterse Türklerle bir arada yaşamak şeklinde tecelli etsin, özünde Kürtlerin yaşadığı evin içinin ve Kürtlerin komşularıyla olan ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi demektir. Bu durumda o evin içinde yaşayan herkesin kendi sözünü söyleme hakkı vardır. Görüşmelerin üzerine oturtulacağı ana prensip bu olmalıdır.
İkinci bir prensip ise, aktörlerin kendi sözlerini söyleme sürecinin devletin müdahalesinden arındırılmasıdır.
Muhatap sorunu bu temel prensipler çerçevesinde düşünülmesi gereken bir sorundur. Çünkü muhatap dediğiniz, nihayetinde bu temel prensiplere uygun olarak kurulacak ve bu prensipleri hayata geçirecek heyet demektir. Dolayısıyla sadece Öcalan’la, sadece PKK’yle, sadece BDP’le veya sadece Diyaspora’yla sınırlandırılabilecek bir şey değildir. Muhatap, bunların tümünü ve burada sayılmayan diğerlerini de kapsayacak daha geniş bir temsil demektir. Muhatap meselesinin kaidesi budur.
Bir kez prensipler ortaya konulduktan sonra bunları hayata geçirecek mekanizmaları yaratmak teknik bir iştir ve değişik koşullarda değişik biçimler alabilir. Örneğin İspanya’da bir değil, iki tane müzakere masası kurulmuştu: Birinci masanın etrafında Bask Ülkesi’ndeki legal kuruluşlar vardı: ETA’ya yakın legal parti ve kurumlardan meydana gelen İzguierda Abertzale (Yurtsever Sol), görüşmelerin yürütüldüğü dönemde iktidarda olan İspanya Sosyalist Parti’nin Bask kolunu oluşturan PSE-EE ( Bask Sosyalist Partisi-Bask Solu) ve İzguierda Abertzale’nin muhalifi durumundaki PNV (Bask Milliyetçi Partisi). Bu üçlü müzakereye Alt Hat adı veriliyordu. Üst Hat olarak adlandırılan ikinci görüşme masasında ise bizzat İspanyol Hükümetiyle ETA müzakere yürütüyorlardı. Her bir Hat’tın öncelikleri farklıydı; ama her iki Hat’ta yürütülen görüşmeler toplumun kılcal damarlarına yayılacak şekilde planlanmıştı.
Bizde kurulacak mekanizmaların İspanya’dakinin kopyası olması gerekmez; ama söyleyecek sözü olan BÜTÜN toplumsal ve siyasal aktörlerin sözlerini söyleyecekleri ortam ve olanakların yaratılması, işin temelini oluşturur ve bundan vaz geçilemez. Bu hak, Abdullah Öcalan’a veya tek başına bir başkasına devredilebilecek bir hak değildir. İsterse bu kişi veya aktör, BDP gibi temsil kabiliyeti görece yüksek, gerektiğinde ölümüne direnmiş ve bedel ödemiş birisi olsun.
Öte yandan geniş çevrelerin tartışmaya doğrudan katılması demek, görece uzun bir tartışma, derinleşme ve yaygınlaşma süreci demektir. Bunun olabilmesi için öncelikle silahların karşılıklı olarak susması ve bağımsız bir Kürt devleti kurma seçeneği de dahil her türlü çözümün açıkça tartışılabileceği özgür bir ortamın yaratılması gerekir. Böyle bir ortamda yapılacak tartışmalardan çıkacak ortak sonuçlar, PKK’nin ağırlığını oluşturduğu, ama değişik toplumsal kesimlerin de temsil edildiği bir organ aracılığıyla müzakerelerin üzerinde yürütüleceği temel haline getirilmelidir. Bu şekilde yürütülecek bir süreç sonunda her şey yolunda gider de Türk devletiyle bir anlaşmaya varılırsa, PKK’nin lideri, bu uzlaşmayı Kürtler adına imzalama tarihsel şerefini hiç kuşkusuz üstlenebilir.
Kısacası ne Öcalan barış sürecinin dışına itilmelidir, ne de muhataplık işi keyfi biçimde belirlenecek bir kuruma havale edilmelidir. Tersine, muhatabın oluşturulması, çözüm sürecine egemen olacak demokratikleşmenin bir ifadesi ve ilk adımı olarak tasarlanmalıdır.
Fakat MİT’le Öcalan’ın belirledikleri takvime bakılırsa her şey iki hafta içinde bitirilecek, Öcalan da Newroz günü sonucu ilan edecekmiş! Anlaşılıyor ki Öcalan, elinden silahlarını alacağı arkadaşlarıyla bile konuşma gereği duymadan MİT’le el sıkışmış, sadece dostlar alışverişte görsün diye Kandil’e ve Avrupa’ya birer mektup yollamıştır. Öcalan’ın, bir süredir “radikal bir demokrasi teorisi geliştirdim” diyerek pazarladığı demokrasisi de bu olsa gerek. O demokrasi ki bazı Türk solcuları tarafından da Ortadoğu’ya demokrasiye boğacak bir manifesto olarak propaganda edilmişti!
Hayır, bunun demokrasiyle ve bir halkın kaderini tayin etmesiyle bir alakası yoktur. Fakat kendi sözlerinin katılmadığı bir MİT mutabakatını reddetme onurunu gösterecek PKK’liler, PKK’li olmayan Kürtler, Kadınlar, Alevi Kürtler, Dersimliler, Zazalar, İslamcı Kürtler… vb.nin sayısı, bu tezgahı kuranların düşündüklerinden daha çoktur. Kürtlerin ihtiyaç duyduğu, bir MİT mutabakatı değil, demokratik bir toplumsal mutabakattır. Kalıcı olan budur. Diğerleri kan ve gözyaşını arttırmaktan başka bir sonuç doğurmaz. Yaşayanlar, eğer gerçekleşebilirse, bir MİT operasyonuyla kotarılacak “barış”ın kaç mevsim dayanabileceğini kendi gözleriyle göreceklerdir.
Muhataplık meselesinin demokratikleşmeyle ilişkisine dair yukarıda özetlenenlere “Türk devleti bu kadar demokratikleşmeyi hazmedemez,” diye itiraz edecekler çıkacaktır. Ama zaten Türk devleti demokratikleşmeden Kürt sorununun Türkiye sınırları içinde kalınarak çözülebileceğini kim söyledi? Ham hayallere gerek yoktur; bu iş, ya tam demokratikleşmeyle çözülür ya da Ortadoğu usulü. İkincisinin nasıl bir şey olduğunu merak edenler Saddam’a ve Hafız Esad’a bakabilirler. Kürtler’in çoğunluğu hâlâ birlikte yaşama seçeneğini açık ve kesin biçimde reddetmediğine göre (en azından ben böyle bir şey duymadım), bu iki yol arasındaki tercihi yapacak olan öncelikle Türk devleti, sonra da Türklerin bizzat kendisidir.
2013-03-05
Cemil Gündoğan
cemil_gundogan@yahoo.se
(*) Sözü edilen röportajın geniş bir versiyonu için bkz: http://tr.rizgari.com/modules.php?name=News&file=article&sid=38367