Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel 29 Ağustos 2005 tarihli Radikal gazetesinde, “’başarısız devlet’ nedir” başlıklı bir yazı yayınladı. Radikal gazetesi bu yazının, Süleyman Bey’in, 26 Ağustos 2005 tarihinde ,İstanbul’da, Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen “Birinci. Uluslararası Dünya Konferansı”nda ‘başarısız devletler’ başlıklı oturumunda yaptığı konuşmanın, makale versiyonu olduğunu belirtmektedir.Süleyman bey yazısına/konuşmasına, Büyük Petro’nun bir sözüyle başlamaktadır: “Deli Petro Paris’i ziyaretinde Kardinal Rişliyö’nün heykeline sarılıp ‘sağ olsaydın, Rusya’yı ikiye bölerdim. Bir yarısını sana verirdim ki, bize öbür yarısını nasıl idare edeceğimizi söyleyesin’ demiştir.” Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in konuşmasına veya yazısına böyle bir sözle başlaması beni çok şaşırttı. Bu konuşmada/yazıda Süleyman Bey, iyi yönetim nasıl olur sorununa açıklamalar getirmeye çalışıyor. Bu bağlamda ‘başarısız devlet’, ‘güçlü devlet’ ‘zayıf devlet’ tanımlarıyla ilgili analiz yapıyor. Bu ilişkiler çerçevesinde silahlı kuvvetler ve yönetim ilişkilerini irdeliyor, askeri müdahalelere vurgu yapıyor.
Burada, Süleyman Bey’in o günlerde yayınlanan başka bir konuşmasına ve açıklamalarına da işaret etmek gerekli olmaktadır. 11,12,13 Eylül 2005 tarihli Radikal gazetelerinde Murat Yetkin’in Süleyman Demirel’le yaptığı geniş bir röportaj yayımlandı. “Demirel 12 Eylül’ü anlatıyor” başlığıyla yayımlanan, üç gün süren bu röportajda Süleyman Bey “yönetemedik, gücümüz yetmedi, tartışamadık, bastırdık” diyor.
Başarılı devlet’ ‘güçlü devlet’ arayışı içinde olan Dokuzuncu Cumhurbaşkanının Büyük Petro’nun bir tutumuna ve düşüncesine vurgu yapması dikkate değer bir olaydır. Süleyman Demirel’in bu vurgusu, bende şöyle bir düşüncenin uyanmasına neden oldu: Süleyman Demirel, 1950’lerin başından itibaren Türk siyasetinin içindedir. Bürokrat olarak, parti başkanı olarak, başbakan olarak, muhalefet lideri olarak, askeri darbelerle karşılaşmış, gözaltına alınmış bir başbakan olarak, yasaklı bir siyasetçi olarak, cumhurbaşkanı olarak, siyasal ve toplumsal gelişmeleri izleyen bir kişi olarak Türk siyasal hayatının önemli bir aktörüdür. Süleyman Demirel 55 yıllık siyasal yaşamında acaba şöyle düşünmüş müdür: Kürtleri Türkleştirmekten vazgeçelim, Kürtleri bastırmaktan vazgeçelim, Kürdü Kürt olarak tanıyalım, Kürdü Kürt olarak yönetime katalım. Toplumsal ve siyasal gerginlikler ancak böyle yumuşayabilir.
Büyük Petro Rusya’yı iyi yönetebilmek, iyi yönetimin sırlarına erebilmek, bunları öğrenebilmek için ülkesini ikiye bölüp, yarısını Kardinal Rişliyo’ye vermekten, geriye kalan yarısını da nasıl idare edebileceğini ondan öğrenmekten söz ediyor ve bu söz, iyi yönetim arayışında olan Süleyman Demirel’i etkiliyor. Biz ülkenin yarısını Kürtlere vermekten falan söz etmiyoruz. Kürtleri Kürt olarak tanımaktan, Kürtleri Türkleştirme sürecini, Kürtleri bastırma sürecini terketmekten, Kürdü Kürt olarak yönetime katmaktan söz ediyoruz. Kaldı ki buralar zaten Kürtlerin yaşadığı topraklardır, Kürtlere ait olan topraklardır. Zaten hakları olanlar Kürtlere verilecektir.
Dokuzuncu Cumhurbaşkanının bunları düşündüğünü, bu duygular içinde olduğunu hiç sanmıyorum. Kürtleri bastırma ve Türkleştirme politikasını sürdürmekten, ancak Türkleşen Kürtlere kamu yönetiminde görev vermekten yana bir politika izlendiği yakından bilinen bir gerçek...
1970 yılının yaz aylarını hatırlayalım. O dönem Süleyman Demirel başbakandı. Özel birliklere o zaman ‘komando’ adı veriliyordu. Komandolar köylere giriyor, bütün köy halkını evlerinden çıkarıyor, köy meydanına topluyordu. “Bu köyde şu kadar firari var, onları sakladığınızı biliyoruz, onları derhal bize teslim edin” diye direktifler veriyordu. “Bu köyde şu kadar kaçak silah var, bunları biliyoruz, bu silahları derhal bize teslim edin” diye emirler yağdırıyordu. “Firariler” ve “kaçak silahlar” teslim edilmeyince işkence başlıyordu. Aslında “firariler”, “kaçak silahlar” bahaneydi. Toplu işkenceler söz konusuydu. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar herkes işkenceden geçiriliyordu. Yaygın bir işkence türü de şuydu. Orta yaşlı erkekler, yani gelinleri, damatları, torunları olan erkekler özel olarak ayrılıyordu. Onlar çırılçıplak yapılıyor, erkeklik organlarına ip bağlanıyor, ip kadınların eline veriliyor, dipçik zoruyla köyde dolaştırılıyorlardı. Bismil ve Silvan köylerinde, Diyarbakır’ın merkez köylerinde, Mazıdağı, Derik, Midyat, Savur, Eruh köylerinde, Malazgirt ve Karayazı köylerinde, Viranşehir, Hilvan köylerinde bu tür işkenceler, hakaretler çok yaygındı. Devrimci Doğu Kültür Ocakları 15 Mayıs 1970 tarihinde Beşinci Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a gönderdiği bir araştırma raporuyla bu hakaretleri ve işkenceleri ayrıntılarıyla dile getirmiştir (Devrimci Doğu Kültür Ocakları Dava Dosyası Cilt 1, Ankara 1975, s.595-603).
Bunun ne kadar onur kırıcı, alçaltıcı bir davranış olduğu açıktır. Bunun bir terör olduğu da açıktır, devlet terörü… Böylesine bir hakarete ve işkenceye neden başvuruluyor? 1969-1970 yıllarında Devrimci Doğu Kültür Ocakları kuruluyor. Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın kurulmasıyla, Kürtler arasında, kırsal kesimde ve kasabalarda milli bilinç gelişmeye başlıyor. O yıllara kadar, Diyarbakır’a gelmekten çekinen köylüler, buralara rahat bir şekilde gelmeye başlıyor. Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın bürolarına uğruyor, bu bürolarda itibar görüyor. Gençler, köylülerin şehirdeki işlerini yapmalarına yardımcı oluyor. Halbuki, 1960’ların ortalarında bile, köylüler Diyarbakır’a geldiklerinde, çocuklar, “Kürt gelmiş!” diye, onlara taş atarlardı. Çocuklar, giyimlerinden, konuşmalarından duruşlarından dolayı köylüleri aşağılarlardı. Esnaf da köylülere karşı böyle bir tavır içindeydi. Diyarbakır’a gelen köylüler, Türkçe konuşmak zorunda olduklarını hissederlerdi. Kürtçe konuşanlar, “Kürt” diye aşağılanırdı. Bu yüzden pek çok köylü Diyarbakır’a gelmekten çekinirdi. Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluşu, öğrenci derneklerinin faaliyet geçmesi, Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’nin çalışmaları, Doğu Mitingleri’nin yapılması, özellikle Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın kurulması, DDKO’nun Kürt şehirlerinde ve kırsal alanlarda aktif bir şekilde çalışması, bu süreci tersine çeviriyor. Örneğin, köylüler DDKO bürolarında Kürtçe konuştukları zaman daha çok itibar görüyorlar. İşte bu hakaret ve baskı bu gelişmeyi frenleme ve saptırma, bastırma amacını taşıyor.
Neden böylesine ağır bir hakaret ve işkence yönetimi uygulanıyor? Kürtler erkeklikleriyle övünen bir toplumdur. Kırsal kesimde yaşayan herhangi b ir Kürde kaç çocuğun var diye sorulduğunda 7, 8, 10, 11… diye cevap verir, çocuklarının, torunlarının sayısını bilemez olduğunu söyler. Çocuk sayısının artması erkekliğinin bir göstergesidir. İşte erkekliğiyle böylesine övünen bir topluma, uygulamaya konan hakaret ve aşağılama yöntemi bu olmuştur. Böylesine bir hakaretle ve aşağılanmayla karşılaşan fakat buna tepki gösteremeyen bir toplum değil milli haklarıyla, özgürlükleriyle ilgili taleplerde bulunsun, bizim köy yolu yok, suyu yok, bunlar sağlansın gibi taleplerde bile bulunamaz. Buysa tam bir bastırma operasyonudur. Bunları neden yazma gereğini duyuyoruz. Bu açıklamaların, Süleyman Demirel’in düşünceleriyle ilişkisi şudur:
Yukarıda Süleyman Demirel’in Radikal gazetesi yazarı Murat Yetkin’le üç gün devam eden geniş bir röportajı yayınlandığını belirtmiştim. “Demirel 12 Eylül’ü Anlatıyor” başlığıyla yayımlanan bu röportajın 11 Eylül 2005 tarihli gazetede yayımlanan birincisinde şöyle deniyor: “Türk siyasetinin son elli beş yılında ben varım. İlk on yılda devletin memuru olarak, son kırk yıl siyasetçi, parti, başkanı, muhalefet lideri, başbakan, cumhurbaşkanı olarak.... Bir ülkenin siyasetinde olabilecek hemen her şey Türkiye’nin başına geldi... Son beş yıldır siyasetin ne içindeyim, ne dışındayım, odamdan izliyorum”
“Bizim devletimizin yönetimindeki güçlük nereden geliyor? Devletin kusurları neydi? Biz bunları konuşamadık, hep bastırdık, toprağın altına. 1970’li yıllardan Türkiye çok şey öğrenemedi. Pekçok şey tartışılamadı, örtbas edildi, başka istikamete kaydırıldı.”
Murat Yetkin’in bir sorusu üzerine Süleyman Demirel “tartışma ve bastırma” konusundaki düşüncelerine yine vurgu yapıyor: “Türkiye meseleleri tartışamıyor ki, sabrımız tartışmaya müsait değil, birbirimizi anlamıyoruz, anlamak için gayret sarfetmiyoruz, çok önyargılıyı, yanıltıcı habere çabuk inanıyoruz. Tahammül gücümüz yok. Yönetimi yapamadık. Yönetemedik Türkiye’yi. Gücümüz yetmedi. Sistem bugün de yetmiyor. Sistem etkin bir sistem değil...”
Süleyman Demirel’in “biz bunları konuşamadık, bastırdık” dediği konuların başında Kürt sorunu gelir. Konuşulamayan ama hep bastırılan her zaman Kürt sorunu olmuştur. “Bastırma” operasyonlarıysa Türkiye’nin hem doğal kaynaklarını, hem ekonomik olanaklarını boşuna harcamış, insan kaynaklarını heder etmiş, halkın, ülkenin yoksullaşmasını getirmiştir. 15 yıllık savaş dönemini hatırlayalım, bir ölçüde bugün de devam eden savaşı düşünelim. Köyler yakılmış, yıkılmış, ormanlar yakılmış, temel geçim kaynakları tahrip edilmiş, temel üretim araçları tahrip edilmiş, hayvancılık iyiden iyi gerilemiş, aileler, insanlar yoksullaşmıştır. Bunlar iyi yönetimin, güçlü devletin göstergeleri midir? Bugün, köylerinden sürülen Kürtler, Bursa, İzmit, İzmir, Balıkesir, İstanbul, Sakarya gibi alanlarda, sefil bir yaşam sürüyorlar. Arkalarında bıraktıkları köylerinde su da var, toprak da var. Onları kullanamıyorlar. Köylerine dönemiyorlar, yasak. Köylerindeki toprak ve su olanaklarını kullanabilseler, kimselere muhtaç olmadan yaşayabilirler. Yukarıda sözü edilen yörelerdeki yaşantıları ise çok sefil. İş yok, aş yok, konut yok, sağlık hizmetlerinden yararlanma yok, okul yok… Bu ailelerin çocukları, hep, suç örgütleri tarafından organize ediliyor. İyi yönetim, güçlü devlet bu mudur? İyi yönetim, güçlü devlet arayışı içindeki Süleyman Demirel’in bu ilişkileri gözden ırak tuttuğu söylenebilir mi? Ama bunların düşünülememiş, tasarlanamamış, yaşa geçirilememiş olması irdelenmeye değer bir durumdur.
Süleyman Demirel Murat Yetkin’in yaptığı röportajın birinci bölümünde demokrasiyi tehdit eden üç büyük tehlikeden söz etmektedir. Bunları yoksulluk, terör ve yerkürenin tahribi olarak sıralar. O zaman yoksullaşmayı getiren, doğanın tahrip edilmesini getiren savaşa da karşı olmak gerekir. Bunun esas yolu ise toplumsal ve siyasal sorunları konuşarak, tartışarak halletmektir. “Bastırma” operasyonlarından uzak durmaktır. Çünkü bastırma operasyonlarının demokrasiyi tehdit eden durumlar ortaya çıkarması kaçınılmazdır. Ayrıca demokrasiyi tehdit eden tehlikelerden söz edilirken ”terör”den önce devlet teröründen söz edilmemesi kuşkusuz eksikliktir.
Şöyle düşünelim: Örneğin Yunanistan’da Batı Trakya Türklerinin ilkokula devam eden çocuklarına her gün “Yunanım, doğruyum, çalışkanım... Varlığım Yunan varlığına armağan olsun...” diye and içirildiğini farz edelim. Öğrencilerin and içmeye zorlandıkları, bunun her gün birkaç defa gerçekleştirildiğini farz edelim. Veya Bulgaristan devletinin, Bulgaristan’daki Türklere karşı böyle bir dayatmada bulunduğunu farz edelim. Böyle bir durum karşısında parti başkanı Süleyman Demirel’in, başbakan Süleyman Demirel’in veya cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in tepkisi ne olurdu? Buna karşı tepkinin nasıl gelişeceğini yakından biliyoruz. Ayrıca buna tepki de gösterilmelidir. Türk çocukları neden Yunan varlığına armağan olacakmış? 1985-89 arasında Bulgaristan’daki Türklerin isimlerinin değiştirilmesi ve Türklerin Bulgarlaştırılması operasyonuna karşı nasıl tepki gösterildiği yakından biliniyor.. Bu böyle…. Ama Kürt çocukları her gün “Türküm, doğruyum, çalışkanım... varlığım Türk varlığına armağan olsun diye ant içiyor. Bu ant, Kürtlerin yaşadığı alanlarda Türk egemenlik sisteminin ayrılmaz bir parçası olmuş. Dokuzuncu Cumhurbaşkanı veya Türk yönetimi, başkalarının Türklere karşı yapmalarını istemedikleri şeyleri neden Kürtlere yapıyor? Böyle bir politika Kürtlere karşı neden sistematik şekilde uygulanıyor?. Bu da konuşulamayan fakat durmadan bastırılan bir konudur. Bunlar iyi yönetimin işaretleri midir? Güçlü devlet, hep devletin zorlayıcı baskı araçlarının gücüyle mi sağlanacaktır?
Süleyman Demirel’in, “güçlü devlet” derken, “başarılı devlet, zayıf devlet” derken, yönetim asker ilişkilerini irdelerken, askeri müdahaleleri gündem getiren referansları Francis Fukuyama, Samuel E. Finer’dır. Her ne kadar konuşmalarında, yazılarında söz etmese de diğer referanslarının da Samuel Huntington olduğu açıktır. Bu kişiler acaba Kürtlerin inkarına dayanan, bastırılmasına dayanan Türk siyasetini başarılı buluyorlar mı?
Murat Yetkin’in yaptığı röportajda Süleyman Demirel seçim sisteminden yakınıyor. Başbakanın istediği anda seçimlere gidememesini Türkiye’deki siyasal krizlerin önemli bir nedeni olarak gösteriyor. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin seçimlerde aldığı oy oranını, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki milletvekili sayısını dikkate alarak şu eleştiriyi getiriyor: “AK Parti Kasım 2002’de yapılan seçimlerde yüzde 36 oy almıştır fakat mecliste yüzde 66 ile temsil edilmektedir. Geriye kalan yüzde 64 ise mecliste yüzde 36 ile temsil edilmektedir.” Süleyman Demirel, “halk kullandığı oya sahip çıkmalıdır” demektedir. Süleyman Demirel’in “halk oylarına sahip çıkmalıdır” demesi de şaşırtıcıdır. Bu dilek, Demokratik Halk Partisi (DEHAP)’ın durumunu gündeme getirmektedir. DEHAP’ın 2002 seçimlerinde aldığı yüzde 6 civarındaki oyun hiç hesaba katılmaması, bu oyların boşa verilmiş gibi değerlendirmesi konusunda Süleyman Demirel ne düşünüyor acaba? “Halk kullandığı oya sahip çıkmalıdır” diyen Süleyman Demirel’in bu ilişkileri hiç gündeme getirmemesi dikkat çekici değil mi? Geçtiğimiz Ağustos ayı sonlarında Başbakan Recep Tayip Erdoğan, Diyarbakır’a gitmiştir. Başbakan Ankara’da Türk aydınlarıyla konuşmuş, Kürt sorunu vardır şeklinde açıklamalar yapmıştı. Bu türden bir açıklamayı Diyarbakır’da da yapacaktı ama programında DEHAP’lı belediye başkanı Osman Baydemir’i ziyaret etmek yoktu. Basın, başbakanı karşılayanların, başbakanı dinleyenlerin 600-700 kişi kadar olduğunu yazmıştı. AK Parti’nin 7-8 Diyarbakır milletvekili var. Bir iki Diyarbakır milletvekili de CHP’nin var. Deniz Baykal yöreye gitse kaç kişiyle miting yapar acaba? Başbakanın 600-700 kişiyle karşılanması, 600-700 kişiye konuşması dikkate değer değil mi? AK Parti’nin yörede kitlesi olsa meydanlara gelmez mi? Halbuki o milletvekillikleri hep DEHAP’ın hakkıydı. Örneğin 21 Mart Newroz kutlamalarında en az 500 bin civarında insan toplanıyor. Newroz kutlamalarını kim organize ediyor? Bu olgu seçim sistemindeki sakatlığı bütün açıklığıyla ortaya koyuyor ama bu da konuşulamayan, tartışılamayan fakat bastırılan bir konunun dikkate değer bir örneği olarak ortada duruyor. Bu antidemokratik anlayış, antidemokratik düzenleme nedeniyle, sakatlık nedeniyle, DEHAP’ın hakkı, yörede, bu iki tabanı olmayan partiye verilmiştir. Oylarına sahip çıkmaya çalışan Kürtler ise ayrıca baskılarla, zulümlerle karşı karşıya kalmaktadır. Sorunları konuşmama, tartışmamama, bastırma yine devam etmektedir. Dokuzuncu Cumhurbaşkanı’nın bu konudaki tutumu ne olmalıdır?
28 Şubat 1997’yi anlatırken Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Genelkurmay Başkanı’nın “ilticadan rahatsızız” dediğini söylemektedir. Dinsel akımların, dinsel kurumların, dinsel vakıfların geliştirilmesi vs. Kürt hareketini frenlemek için Milli Güvenlik Kurulu’nda alınmış bir kararla gerçekleşmiş değil midir? Hizbullah’ın askeri garnizonlarda eğitildiğini bilmeyen var mı?
1990’ların başlarında iki defa Kültür Bakanı olan Fikri Sağlar’ın, 18 Ağustos 1995 ve 8 Şubat 1996 tarihli Siyah-Beyaz gazetelerinde, Hasan Uysal tarafından yayımlanan açıklamaları bu durumu bütün açıklığıyla ortaya koyuyor. (Etraflı bilgi için bk. İsmail Beşikçi, ‘Hayali Kürdistan’ın Dirilişi, Aram Yayınları, Şubat 1998 s. 67-71)
3 Ekim 2005 tarihinde Türkiye’nin Avrupa Birliği’yle müzakerelere başlaması kabul edilmiştir. Fakat bu başlangıç hiç iyi bir başlangıç değildir. 2 Ekim günü Diyarbakır’da “Avrupa Birliği’ni istiyoruz” düşüncesiyle bir miting düzenlenecekti. Bu miting valilik kararıyla yasaklandı. Fakat aynı gün, Ankara’da, Milliyetçi Hareket Partisi, İstanbul’da Türkiye Komünist Partisi “Avrupa Birliği’ne karşıyız” düşüncesini dile getiren mitingler düzenledirler. Bu sürecin irdelenmesinde yarar vardır. Bugünkü hükümet, Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti, Türkiye’nim Avrupa Birliği’ne katılmasını hedefleyen bir politika izliyor. Hükümet, Avrupa Birliği’nin hararetli bir taraftarı… Bu amaç doğrultusunda birçok anayasal ve yasal değişiklikler de yaptı. Ama bu hükümetin işbaşında olduğu bir dönemde, 2 Ekim’de Diyarbakır’da düzenlenecek olan ve “Avrupa Birliği’ni istiyoruz” şeklinde sloganlar söylenecek ve pankartlar açılacak olan miting yasaklanıyor, buna karşılık, Ankara’da ve İstanbul’da “Avrupa Birliği’ne karşıyız” şeklinde sloganlar ve pankartlar içeren mitingler hiçbir yasal engele takılmadan gerçekleşebiliyor. Bu elbette tartılaşamayan fakat bastırılan Kürt sorunuyla ilgili bir süreçtir ve bu, Türk siyasal siteminin özüyle ilgilidir. “Madem ki Kürtlerin lehinedir o zaman Avrupa Birliği’ne karşıyız” anlayışı egemendir. “Kürtler Avrupa Birliğine katılmayı çok istediklerine göre biz Avrupa birliğine karşıyız” denilmektedir. Bu, tayin edilmişlerin iradesidir. Seçilmişler iktidarı Avrupa Birliği’ne taraftardır. Böyle bir mitingin yapılması seçilmişler iktidarının görüşlerine güç katar, durumunu güçlendirir. Ama Türk siyasal siteminde tayin edilmişlerin iradesinin karşısında seçilmişler iktidarının, hükümetinin bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Prof. Dr. Mehmet Altan ,4 Ekim tarihli Ülkede Özgür Gündem gazetesinde “yapılabilmiş olsaydı Diyarbakır’da, Ankara’da ve İstanbul’da toplanan Avrupa birliği karşıtlarının belki on misli büyüklüğünde bir kalabalık toplanırdı. Bu da büyük bir sinerji yaratırdı.” şeklinde açıklama yapmıştır. Sinerjinin toplumsal olaya katılan aktörlerin toplamlarından daha büyük bir güç oluşturduğu şeklinde bir anlamının olduğunu da vurgulayalım. Ona rağmen böyle bir miting düzenlenemiyor. Kürtlerin “Avrupa Birliği’ne taraftarız “ demeleri bile bastırılmaya çalışılıyor.
3 Ekim 2005’te Avrupa Birliği ile müzakerelerin başladığını fakat bunun iyi bir başlangıç olmadığını vurgulamak gerekir. O günlerde yani 3 Ekim öncesindeki ve sonrasındaki Ülkede Özgür Gündem gazetesi ve ROJ TV haberlerine baktığımız zaman, güvenlik güçlerinin Kürt halkına saldırılarının devam ettiği, çocukları, çobanları öldürdüğü, halka baskı ve zulmün arttığı açık bir şekilde görülmektedir. Avrupa Birliği bunları görmezden gelse bile, Türkiye’deki insan hakları savunucularının, Kürtlerin, bunları sorun yapacağı açıktır. Avrupa Birliği’nin bunları görmezden gelerek Türkiye ile ilişkileri sürdürmesi ise kendi değerlerinin çürümesi, çürütülmesi anlamına gelecektir.
Süleyman Demirel’in Radikal gazetesinde yayımlanan yazısı ve röportajı üzerine yapılmış iki eleştiri dikkat çekmektedir. Bu eleştirilerden biri Prof. Dr. Taha Parla tarafından yapılmıştır. 18 Eylül 2005 tarihli Radikal Iki’de yapılan eleştiri, “Demirel, Fukuyama ve Huntington” başlığını taşımaktadır. Bu yazıda Taha Parla Türkiye’de demokratik kurumlaşmanın olmadığını, çünkü “kırk yıldır Türkiye’nin siyasal hayatını işgal eden Süleyman Demirel”in Fukuyama ve Huntington aklıyla ülkeyi yönettiğini söylemektedir. Bu akılla hareket eden Süleyman Demirel’in askeri darbelerle uzlaştığını, askeri darbeleri savunduğunu vurgulamaktadır. İkinci eleştiri Prof. Dr. Mahmut Mutman’a aittir. Bu eleştiri, “Türk ‘Ödip’i” başlığını taşımaktadır ve 25 eylül 2005 tarihli Radikal İki’de yayımlanmıştır. Demokratik kurumlaşmanın gerçekleşmemesi ile ilgili olarak Süleyman Demirel eleştirilmektedir.
Yazarlar, demokratik kurumlaşmanın gerçekleşmediğine vurgu yapmakta fakat buna engel olan temel olguya hiç değinmemektedirler, bu olguyu görmezden gelmektedirler. Bu, Süleyman Demirel’in “tartışmadık, hep bastırdık” dediği Kürtler konusudur, Kürt sorunudur. Yazarlar da bu konuyu tartışmamaktadırlar, bu konuya işaret etmemektedirler. Süleyman Demirel’in konuşmalarından, yazısından, “bu sorunları konuşsaydık, bastırmasaydık iyi olurdu” gibi bir anlam çıkmaktadır. Ama Taha Parla ve Mahmut Mutman Kürt sorununa işaret etme, sorunu tartışma gereğini duymamışlardır. Halbuki demokratik kurumlaşmanın gerçekleşememesinin önündeki temel pürüz Kürt sorunudur, Kürt sorununun tartışılmaması, bastırılmasıdır.
Süleyman Demirel bu sorun gündeme geldiğindeyse “Kürtler bizim kardeşimizdir. Herkes evinde, ahırında tarlasında zaten kendi diliyle konuşuyor. Bu konuda bir yasak mı var? Ankara’da, İstanbul’da, Diyarbakır’da, iş tutanlara, evlenenlere, mal-mülk sahibi olanlara, alanlara, satanlara kimliklerini soran mı var?” şeklinde konuşuyor. Böylece yine sorunun özü konuşulmamış, tartışılmamış oluyor. Aslında bu tür konuşmalar da bastırma harekatının bir parçasıdır. Süleyman Demirel 1991’de başbakanken, Sosyal Demokratik Halkçı parti ile koalisyon hükümeti kurduğu dönemde “Kürt realitesini tanıyoruz” demiştir. Bunu sadece bir defa söylemiştir ama tanımanın gereklerini yerine getirmemiştir. Koalisyon ortağı SODEP genel başkanı Erdal İnönü de benzer bir açıklama yapmıştı.
Süleyman Demirel, “konuşamadık, bastırdık” dese de, “konuşsaydık iyi olurdu” dese de, konuştuğu zaman, yine eski tutumunu sürdürüyor. 55 yıldır Türk siyasetinde önemli bir aktör olan Demirel’den, farklı bir tutum beklenemez. Fakat, Süleyman Demirel, Dokuzuncu Cumhurbaşkanı olarak, Türkiye’de, ifade özgürlüğünün kurumlaşması konusunda daha etkili bir rol oynayabilir. Bu da Türk düşün hayatı için, bilim hayatı için, Kürt sorununun kavranılması için yararlı olur.
Taha Parla, Mahmut Mutman sorunu konuştukları zaman ne konuşabilirler? Süleyman Demirel’den farklı bir şey söyleyebilirler mi? Soruna işaret etmemeleri, insana, farklı bir açıklama yapacaklarını, demokratik içerikli bir açıklama yapacaklarını düşündürtmüyor.
* Bu yazı daha önce Esmer Dergisinde iki bölüm halinde 11.sayı( Kasım 2006) da aynı isimle birinci kısmı, 12. sayı da (Aralık 2006) Konuşmadık, bastırdık başlığıyla da ikinci kısmı yayınlanmıştır.