Kürt sorunu gündeme geldiğinde hep çözüm üzerinde duruluyor, çözüm üzerinde yazılar yazılıyor. Bu Kürtlerin genel tavrıdır. Kürtler durmadan çözüm üzerinde konuşuyor, fakat çözülmesi gereken bu sorunun ne olduğu konusunda ciddi bir şey söylemiyor. “Kürt sorunu nasıl çözülecektir?”, “Kürt sorununu çözmek için ne yapmak gerekir?”, “Kürt sorununu çözmenin ortamı var mıdır?”, “Kürt sorununu çözmek için devlet Kürtlere el uzatmalıdır, devlet Kürtlerle barışmalı, Kürtleri dinlemelidir.”, Kürt sorununu çözen devlet, Ortadoğu’da, Ortaasya’da, Kafkasya’da ve Balkanlar’da çok büyük güç haline gelecektir.”
Çözüm üzerine yazılan yazıların, çözüm üzerine yapılan konuşmaların önemli bir özelliği şudur: Sık sık çözümden söz edilmekte, bu kavram sık sık kullanılmakta, fakat, çözüm olarak düşünülen öneriler ortaya konulmamaktadır. Çözümün varsa, önerilerin içeriği belli değildir.
Halbuki, Kürt sorununda, çözümün, çözüm önerilerinin konuşulmasından önce, kavranılması, irdelenmesi gereken bir konu vardır. Sorunun kendisi nedir? Sorunun içeriği nedir? Sorun ne zamandan beri bir sorundur. Sorun neden çözümlenmeden günümüze kadar gelmiştir? Bunlar elbette bilimin kavramlarıyla kavranılması, incelenmesi gereken konulardır. Üstelik, bu konuların, çözüm konusundan bağımsız olarak incelenmesi, irdelenmesi gerekir. Sorunun kendisi kavranılmadan, sorunun içeriği belli olmadan, çözüm olarak getirilen önerilerin, yapılan konuşmaların, yazılan yazıların ciddi bir değeri olur mu? Sorunun niteliği, esası anlaşılmadan, çözüm yazılarının, konuşmaların, yapıcı, açıklayıcı bir özü olur mu?
Genel olarak Ortadoğu tarihini, yani, Irak, İran, Türkiye, Suriye gibi ülkelerin tarihini ilgilendiren önemli olaylardan biri, Kürtlerin halk olarak, Kürdistan’ın ülke olarak bölünmesi, parçalanması ve paylaşılmasıdır. Bu olgu, Irak, İran, Türkiye ve Suriye’de siyasal toplumsal ve kültürel hayatı yakından ilgilendirmektedir. Bu devletlerde, Fars, Arap ve Türk toplumlarında siyasal kültürün oluşumunu belirleyen, yönlendiren etkenlerin başında yine bu olgu gelmektedir. Fiili yaşamda bunu izlemek, gözlemek mümkündür. Bütün bunlara rağmen bu, görmezlikten, bilmezlikten gelinen bir olgudur. 1920’lerde, Ortadoğu’nun, sözü edilen devletlerin siyasal tarihini, siyasal hayatını çok yakından ilgilendirdiği halde, bu olgu yok sayılmıştır, bilmezlikten gelinmiştir. Yok sayıldığı için, bu konuyu araştırmamak, öğrenmemek için ciddi bir ısrar vardır.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Milletler Cemiyeti döneminde, Kürtlere, çok büyük, çok ağır haksızlıklar yapılmıştır. Dönemin emperyal güçleri, Büyük Britanya ve Fransa, Kürtlerin siyasal istemlerini, bu uğurda yürüttükleri mücadeleleri bastırmak için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardır. Bu dönemde, Güney Kürdistan’da, Şeyh Mahmud Berzenci önderliğinde başlayan mücadele bağımsız Kürdistan’ı hedef alıyordu. Büyük Britanya Kürtlerin isteklerini bastırabilmek için çok yoğun bir çaba içinde oldu. İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri, Kürtlere karşı çok etkin bir şekilde, sistematik bir şekilde kullanıldı. İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri Arap bölgelerinde de kullanıldı ama, en çok Kürdistan’da ve Kürtlere karşı kullanıldı. Bu dönemde, Kürtlere karşı zehirli gazlar da kullanıldı. Ortadoğu’da zehirli gazlar, kanıma göre ilk defa Büyük Britanya tarafından Kürtlere karşı kullanıldı. Büyük Britanya ve Fransa gibi emperyal güçler, değil bağımsız bir Kürdistan’ın kurulmasını, sömürge bir Kürdistan’ın kurulmasını bile düşünmemişler, böyle bir sürecin gerçekleşmesine olanak vermemişlerdir. Kürtlerin bu uğurda yürüttüğü mücadeleler, teknolojik bakımdan en yeni silah araç ve gereçleri kullanılarak bastırıldı. Birinci Dünya Savaşı içinde ve savaştan sonra yürütülen emperyal politikalar Arapları da bölmüştür ama, Araplar, bağımsız devletler olarak, manda devletler, vesayet altında devletler olarak bölünmüştür. Bu devletlerin bir kısmı, 1930’larda, (Irak), bir kısmı İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, (Suriye, Ürdün, Filistin, Lübnan) bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. Körfezdeki ve Arabistan yarımadası içindeki birçok devlet de 1960’lardan sonra bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. Kürtler ise, adıyla sanıyla, diliyle, kültürüyle, tarihten silinmek üzere, bölündü, parçalandı ve paylaşıldı. 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, Güneydoğu Asya’da, Afrika’da, Ortadoğu’da birçok manda-sömürge devletler kurulurken, Kürtlere, Kürtlerin isteğine ve iradesine rağmen, böyle bir politika uygulandı. Emperyal devletler, Kürtlere ilişkin bu politikalarını yaşama geçirirken, Anadolu’daki Kemalist hareketle, Arap ve Fars yönetimleriyle, Sovyetler Birliği yönetimiyle belirli ilişkiler içindeydi. Bir ülkenin ve bir halkın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması, bir insanın beyninin dağılması, iskeletinin parçalanması gibi bir etki yaratır. Kürtlere yönelik bu tarihsel haksızlıklar, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Birleşmiş Milletler döneminde de devam etmiştir. Birleşmiş Milletler döneminde bu tarihsel haksızlıklar perçinleşmiştir, güçlendirilmiştir.
Bazı araştırmacılar, bugün Kürtlerin durumunu anlatırken, Kürtlerin, İran, Irak, Suriye ve Türkiye arasında bölündüğünü söylemektedir. Bu çok yanlış bir saptamadır. 1920’lerde, Irak, Suriye gibi manda (sömürge) devletler vardır. Ama, Irak Büyük Britanya, Suriye, Fransa tarafından yönetilmektedir. Dolayısıyla, 1920’lerde, 1930’larda, 1940’larda, Kürtler, Irak ve Suriye ile değil doğrudan doğruya Büyük Britanya ve Fransa ile karşı karşıyadırlar. Kürtlerin tarihinde emperyalizm bu dönemde vardır. Etkili ve kalıcı olduğu açıktır. Kürtlerin tarihindeki bu dönem görmezlikten bilmezlikten gelindiği için, anti-emperyalizm düşüncesi ve pratiği bu ilişkileri değerlendirmekten uzaktır. Bugün Türkiye’de, anti-emperyalizm örneğin Filistin’e dayanılarak yapılmaktadır, Latin Amerika’ya dayanılarak yapılmaktadır. Halbuki, 1920’lerde, Kürtlerin, Asurilerin, Ermenilerin, Rumların, Ezidilerin durumunun dikkate alınarak yapılması gerekir. Anti-emperyalizm düşüncesi ve pratiğinin neden bu çerçevede yapılmadığı, elbette dikkate değer bir soru olmalıdır.
Kürtlere yapılan bu tarihsel haksızlık, somut olarak nasıl gösterilebilir? Bugün dünyada 204 devlet var. 2004 Atina Olimpiyatlarına 204 devlet katıldı. Bu devletlerden belki ellisinin, belki elliden fazlasının nüfusu bir milyondan azdır. Nüfusu 50 binin altında olan devletler de vardır. Ve bu devletlerden bazılarının ülke genişlikleri bir Kürt şehri kadar, bir Kürt kasabası, beldesi kadar bile değildir. Kürtlerse, Ortadoğu’nun ortasında yer almaktadır ve geniş bir coğrafyaya sahiptir. Kürtlere sorarsak, “Ortadoğu’da Kürtlerin nüfusu 40 milyon kadar vardır” diyorlar. “Ortadoğu’da ve dünyada Kürtlerin nüfusu 40 milyondan fazladır” diyenler de vardır. Ama, Kürtlerin statüsü yoktur, uluslararası kurumlarda adı yoktur. Ne Birleşmiş Milletlerde, ne Avrupa Konseyi’nde, ne Avrupa Birliği’nde, ne İslam Konferansı’nda, hiçbir yerde Kürtlerin adı yoktur. Zaman zaman, terörden söz ederken, uyuşturucu kaçakçılığından, silah kaçakçılığından söz ederken, adları geçmektedir.
Lüxemburg, Avrupa Birliği’ne üye olan devletlerden biridir. 25 üyeden biridir. Avrupa Birliği’nin 1950’lerdeki kuruluşuna baktığımız zaman, Lüxemburg’un, Avrupa Ekonomik Topluluğunu kuran 6 devletten biri olduğunu görüyoruz. Bugün Lüxemburg, Avrupa Birliği’nin bütün kararlarında imzası olan bir devlettir. Avrupa Birliği zaman zaman, “Ortadoğu’da bağımsız bir Kürt devletine karşıyız”, “Ortadoğu’da sınırların değişimine karşıyız” yollu kararlar almaktadır. Avrupa Birliği, bunları, “Kürtler, bulundukları devletlerin sınırları içinde bazı kültürel haklara sahip olabilmelidirler…” demek için dile getirmektedir. Bu kararların altında, Lükemburg’un da imzası vardır. Lüxemburg bugün 450 bin civarında nüfusu olan, 2 bin 500 kilometrekare genişliğe sahip bir devlettir. Ortadoğu’nun ortasında yer alan Kürdistan’ın coğrafi genişliği ise, 500 bin kilometrekarenin üzerindedir. Fiili ve hukuki olarak Lüxemburg 40 milyon nüfusa sahip olan Kürtlerin geleceğini belirleyen bir devlettir. Bu, Milletler Cemiyeti döneminde, uluslararası ilişkilerin nasıl Kürtlerin aleyhine kurulduğunu açıkça göstermektedir. Kürtlerin aleyhine kurulan bu nizam, varlığını, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da, aynen sürdürmüştür. Kaldı ki örneğin tarihte, Lüxemburg diye bir ülke yoktur, Lüxemburg diye bilinen bir halk da yoktur. Beli, Almanya, Fransa, Belçika arasında bir prensliktir. Lüxemburgluların tarihte milli mücedeleleri de yoktur. “Dilimizi kazanmak için, kültürümüzü yaşamak için, kimliğimizi kazanmak için mücadele ediyoruz” şeklinde bir süreç de yaşamamışlardır. Halbuki Kürtler, 19, yüzyılın başından beri, bir mücadele içindedirler. O zamanlardan günümüze, bu uğurda, yüzbinlerce insan kaybı vardır. Bu kararlı mücadeleye rağmen, Kürtlerin aleyhine oluşan uluslararası koşullardan dolayı, bir kazanım elde edilememiştir. Kürt mücadelesinde bu, dikkate değer bir noktadır. Bu sürecin siyaset felsefesi açısından da değerlendirilmesi gerekir. Bu süreç siyasi ahlak açısından da değerlendirilmelidir. 450 binlik Lüxemburg hangi artılarından dolayı, 40 milyonluk Kürtün geleceğini belirleme hakkı kazanmış? 40 milyonluk Kürt hangi eksilerinden dolayı, hiç de adil olmayan bu uluslararası nizama itaat etmek durumunda kalmış? Bütün bunların ötesinde, 1920’lerde, bu süreç nasıl gerçekleşmiştir? Kürtlere ilişkin politikalar nasıl saptanmıştır? Nasıl uygulanmıştır? Sonuçlar ne olmuştur? Bunların da ayrıntılı bir şekilde bilinmesi, araştırılması, irdelenmesi gerekir.
1919 sonlarından, 1921 başlarına kadar süren dönem, 18 ay kadar olan bu dönem Kürtlerin tarihinde çok önemlidir. Büyük Britanya Savaş Bakanlığı’nın, Hindistan Bakanlığı’nın, Sömürgeler sorumlu bakanlığın, Kahire’de yaptıkları toplantılarda, Kürtlerin defterinin dürüldüğü kanısındayım. Şu da önemli bir konudur: Böl-yönet politikasının hedefi olmuş bir halk zaaf içinde olan bir halktır. Hasımları onun bu zaaflarını, kendi amaçları, kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktadırlar. O zaman, Kürtlerdeki bu zaafların da antropolojik olarak incelenmesi gerekir. Bütün bunlar en azından bir merak konusudur. Kürtlerin aleyhine olan böylesine adaletsiz bir dünya nizamı, nasıl kurulabilmiştir? Nasıl işlerlik kazanabilmiştir? Daha sonraki yıllarda, Kürtlerin bütün istemlerine ve mücadelelerine rağmen, bu ilişkiler Kürtlerin aleyhine nasıl güçlendirilebilmiştir? Bu merakın giderilmesi, bu ilişkilerin her şeyden önce bilimin kavramlarıyla incelenmesi gerekir. Bu inceleme, varılan sonuçları güdülen siyasete temel yapma amacıyla değil, bilimsel bilginin arttırılması, bir merakın giderilmesi amacıyla yapılmalıdır.
Kürtlerin, Kürt aşiretlerinin birbirlerini dinlememeleri, herkesin, her aşiretin başına buyruk hareket etmesi, şüphesiz önemli bir zaaftır. Ayağı kendi toprağına değmeyen Kürtlerin, sürgün yaşayan Kürtlerin durumları da dikkate değer. Kendi toprağına ayağını basmadan, kendi halkıyla organik ilişkiler kurmadan mücadele örgütlemeye çalışmak, zaaflarla dolu bir çaba olur. Şerif Paşa’nın, Paris Konferansı’nda (1919-1920) Kürtlerin temsilcisi olduğu söylenir. Ama Şerif Paşa’nın, Kürt halkıyla organik bir bağı yoktur. Şerif Paşa köken olarak Süleymaniyeli bir Kürttür. Ama, Kürdistan’ı bilmemektedir. Şeyh Mahmud Berzenci’nin Paris Koferansı’na gönderdiği iki Kürt temsilcinin ise Paris’e gitmeleri ve konferansa katılmaları, Büyük Britanya ve Fransa tarafından engellenmiştir. Şeyh Mahmud Berzenci’nin temsilcisi iki Kürt, Suriye’den öte gidememişlerdir.
Tarihsel bir olgu incelenirken, “ne oldu?”, “kim yaptı?”, “nasıl yaptı?” gibi sorular sorulması bunlara cevaplar aranması önemlidir. Ama bunlardan çok daha önemli olan, “neden oldu?”, “niçin oldu?” soruların sormaktır. Kürt incelemelerinde bu son soru hiç sorulmuyor. Halbuki, incelemeye bilimsellik katacak olan, bilimselliği geliştirecek, derinleştirecek olan bu sorudur. Bu soruyu sormak ve bu soruya makul cevaplar aramak önemli olmalıdır. Örneğin, İran, Irak, Suriye sınırlarının sadece varolduğu, Kürtleri böldüğü biliniyor. Sınırların neden böyle olduğu, böyle çizildiği konusu üzerinde düşünülmüyor. Kürt incelemelerinde, “neden oldu?, niçin oldu?” sorularının hiç sorulmadığını, belirtmiştim. Aslında, ilk üç soru da sorulmuyor veya eksik bir şekilde, yanlış bir şekilde soruluyor.
Başbakan Recep Tayip Erdoğan, bir buçuk-iki yıl kadar önce Rusya Federasyonu’na resmi bir ziyaret yapıyordu. Ziyaretin Moskova durağında, Rusya’da yaşayan Kürtler, Başbakan’a bir soru sordular. Kürtler, Başbakan’a “Kürt sorunu nasıl çözülecek?” diye soruyorlardı. Başbakan şöyle cevap verdi: “Eğer bu konuları düşünmezseniz, kafanızı bu konularla meşgul etmezseniz, sizler için de böyle bir sorun olmaz” Başbakan o günlerde Norveç’i de ziyaret etti. Norveç’te yaşayan Kürtler de, Başbakan’a aynı soruyu sordu. “Kürt sorununun çözümü konusunda ne düşünüyorsunuz?” diye soruldu. Başbakan burada da aynı şekilde cevap verdi. “Eğer düşünmezseniz, sizin için de sorun olmaz.” Başbakan’ın bu tutumu Türk düşün dünyasında biraz yadırgandı. Aslında bu yadırgama şaşırtıcıdır. Örneğin, yukarıda, sözünü etmeye çalıştığım konu, üzerinde düşünülen bir konu değildir. Böyle bir konu, böyle bir olay yok sayılmaktadır. Yok sayıldığı için bu alanda resmi ideolojinin görüşü egemen olmaktadır. Sadece Türk düşüncesi için değil, Arap düşüncesi için de Fars düşüncesi için de durum aynıdır, böyle bir sorun yoktur. Bu konuda, sağcı-solcu, Marksist-liberal, şeriatçı-laik ayrımı yapmak yersizdir, gereksizdir. Bu konu Kürtler için de böyledir. “Çözüm çözüm” diyen Kürtler de bu konulara dokunmamaktadır. Kürtler de örneğin sınırların sadece varolduğunu, Kürtleri böldüğünü, fakat, bunun neden böyle olduğunu konuşmamaktadır, yazmamaktadır, irdelememektedir. Batılı araştırmacılar, örneğin İngiliz ve Fransız araştırmacılar için de durum budur. Bu araştırmacılar da bu temel konuya dikkat çekmemeye özen göstermektedir.
Resmi ideolojinin görüşü bütün bu siyasal akımların üzerinde, belirleyici ve yönlendiricidir. Sözünü etmeye çalıştığım konu, bu bakımdan, araştırılan, incelenen bir konu değildir. Görmezlikten, bilmezlikten gelinen bir konudur. Bu konuları öğrenmemek için de yoğun bir çaba gösterilmektedir, özen gösterilmektedir. Ama, batılı araştırmacıların da benzer tutumda olmaları, dikkate değer bir durumdur.
1917’den sonra, Sovyetler Birliği yöneticilerinin, Lenin’in, Stalin’in, Troçki’in Kürtlere ilişkin tutumlarının incelenmesi önemli olacaktır. Ulusların kendi geleceklerini belirleme hakkı, Sovyetler Birliği yöneticileri tarafından sık sık dile getirilen bir ilkeydi. Ulusların kendi geleceklerini belirleme ilkesi, Sovyetler Birli için temel ilkelerden biriydi. “Emperyalizmle savaş” kavramı yine Sovyetler Birliği yöneticileri tarafından, Lenin, Stalin, Troçki gibi liderler tarafından çok dile getirilen bir ilkeydi. Ortadoğu’da emperyalizmi üretecek, emperyalizmin kalıcılaşmasını sağlayacak en önemli politika ise, Kürdistan’ın ve Kürt halkının bölünmesi, parçalanması ve paylaşılmasıdır. Çünkü hiçbir halk, kendi milli haklarından, dilinden, kültüründen vazgeçmez. Kendisinden çalınan milli haklarını tekrar kazanmak için, kendisine uygulanan baskı politikalarına karşı durur, ayaklanır. Buysa, bölgede bir istikrarsızlık yaratır. Ayaklanma ve ayaklanmanın bastırılması süreci, bölgede istikrarsızlığı yaratan önemli bir ortam oluşturur. Örneğin 1920’lerde, 1930’larda, 1940’larda, Irak’ta, Arap yönetimine karşı Kürtlerin başlattığı her ayaklanma, İngiliz kara birliklerinin müdahalesiyle, İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetlerinin bombardımanıyla, etkisiz bir hale getirilebilmiştir. Kürt ayaklanmasının bastırılması konusunda Büyük Britanya’ya duyulan ihtiyaç, Büyük Britanya’nın yani emperyal bir gücün, bölgede, kendini üretebilmesi için çok elverişli bir ortam yaratmıştır.
1919 Mayısından itibaren, Güney Kürdistan’da, Şeyh Mahmud Berzenci liderliğinde çok ciddi bir ayaklanma vardır. Hasan Yıldız’ın, Sevr-Lozan-Musul Üçgeninde Kürdistan (Doz Yayınları, genişletilmiş 4. bs. 2005) kitabında bu ayaklanma konusunda ciddi belgeler ve belirlemeler vardır. Hasan Yıldız, 20. Yüzyılın Başlarında Kürt Siyasası ve Modernizm (Doz Yayınları, Genişletilmiş ikinci bs. Eylül 2006) kitabındaysa, Şeyh Mahmud Bezenci hareketinin siyasetsiz bir ayaklanma olduğunu, Şeyh Mahmud’un, dönemin İngiliz siyasetini ve Türk siyasetini kavrayamadığını vurgulamaktadır. Bu bağımsız Kürdistan’ı hedefleyen bir mücadeledir. Dönemin emperyal güçleri Büyük Britanya ve Fransa, değil bağımsız Kürdistan’ı kabul etmek, sömürge bir Kürdistan’ı bile düşünmemişlerdir. Kürtlerden gelen her türlü siyasi isteği reddetmişler, bu istekleri bastırmak için ellerinden gelen her yöntemi yaşama geçirmişlerdir. Kürtleri ve Kürdistan’ı bölüp parçalamak ve yok etmek için her şeyi yapmışlardır, her yöntemi uygulamışlardır. Bu emperyal güçler, Kürt politikasını saptarken, uygularken Arap ve Fars yönetimleriyle, Kemalist yönetimle, Sovyetler Birliği yönetimiyle gizli-açık çeşitli ilişkiler içinde olduğu açıktır.
Büyük Britanya ile mücadelesinde, Şeyh Mahmud Berzenci, 1923 yılında, üç defa, Sovyetler Birliği’ne başvurup yardım talep etmiştir. 23 Ocak 1923, 10 Haziran 1923, 23 Temmuz 1923 tarihlerinde yazılan bu mektuplarda, ulusların kendi geleceklerini belirleme ilkesi, emperyalizme karşı savaş ilkesi, bu uğurda Sovyetler Birliği’nin düşünceleri ve uygulamaları dile getirilmiş, mazlum uluslar kavramı hatırlatılmış, Kürtlere yapılan haksızlıklar vurgulanmıştır. Bu mektuplara olumlu veya olumsuz bir cevap verilmemiştir. Kürtlere yardım da verilmemiştir. Hasan Yıldız, ikinci mektubun, 23 Haziran 1923 tarihli Pravda gazetesinde yayımlandığını belirtmektedir. Emperyalizme karşı mücadele ilkesini, bunun yanında, ulusların kendi geleceklerini kendilerinin belirlemesi ilkesini en çok dillendiren Sovyetler Birliği yönetiminin teoride ve uygulamada meydana gelen bu derin uçurumu görememesi üzerinde durulması gereken bir konudur. Şöyle söyleyebiliriz: 1920’lerde, Sovyetler Birliği’nin Kürt politikası Kürtlere karşı bir politikadır. Bu politika, Büyük Britanya’nın ve Fransa’nın Kürt karşıtı politikalarından farklı bir politika değildir. Moskova’nın politikası da, Londra’nın politikası ve Paris’in politikası gibi Kürt karşıtıdır.
Fakat, Kürtlere yönelik bu ilişkiler, yani Sovyetler Birliği’nin Kürtlere yönelik bu tutumu, Türk düşüncesi, Arap düşüncesi ve Fars düşüncesi tarafından irdelenmemektedir. Sovyetler Birliği döneminde, Sovyet araştırmacılar tarafından da incelenmemiştir. Avrupalı araştırmacılar, örneğin, İngiliz, Fransız araştırmacılar, ABD’li araştırmacılar tarafından da incelenmemiştir. Durum bu kadar açıkken, milli haklarına sahip çıkmak için mücadele yürüten Kürtlerin, “emperyalizmin ajanı”, “emperyalizmin işbirlikçisi” olarak suçlanmaları, aşağılanmaları ibret verici bir tutumdur. Bunun genel bir tutum olduğunu, Marksistleri de liberalleri de kapsadığını, sağcıları da, solcuları da kapsadığını, laikleri de, şeriatçıları da kapsadığını bir defa daha belirtmek gerekir. Bu tutumun Kürt sorununu açıklayıcı bir niteliği de yoktur. Sanılanın tersine, emperyalizmin düşüncesini ve eylemini açıklayıcı bir niteliği de yoktur. Bilakis bunları gizleyici, saptırıcı bir niteliği vardır. Halbuki, emperyalizm düşüncesi ve pratiği, başta Kürtlere karşı geliştirilmiştir. Bu ilişkileri gözlerden, dikkatlerden kaçırmak mümkün değildir.
Sovyet yöneticilerinin, “emperyalizme karşı mücadele” değerlendirmelerindeki çifte standarda da dikkat çekmek gerekir. Örneğin, Afgan Emiri Emanullah Han’ın, 1920’lerde, İslamiyet temelinde, Büyük Britanya’ya karşı yürüttüğü mücadele, hem milli mücadele, hem de emperyalizme karşı mücadele olarak algılanmıştır. 1890’larda, Sudan’da, yine İslamiyet temelinde, Büyük Britanya’ya karşı gelişen Mehdi hareketi, aynı kavramlarla değerlendirilmiştir. Yine aynı dönemde, Libya’da, İtalya’ya karşı gelişen Ömer Muhtar hareketi için benzer değerlendirmeler yapılmıştır.
Türk düşüncesinin bu olguları algılayış biçimi de çifte standartlıdır. Yukarıda sözü edilen, İslamiyet temelinde gelişen hareketler, hem milli mücadele hem de emperyalizme karşı mücadele olarak algılanmaktadır. Şeyh Mahmud Berzenci’nin, bağımsız Kürdistan’ı hedefleyen mücadelesi ise, milli bir hareket olarak algılanmamaktadır, şeyhlik temelinde gelişen, şeyhliği korumaktan başka bir amacı olmayan bir hareket olarak algılanmaktadır. Büyük Britanya’ya karşı sürdürülen savaş ise, yok sayılmaktadır.
Sovyetler Birliği’nin tutumuna biraz daha yakından bakmakta yarar vardır. 1970lerin sonlarını, 1980’leri düşünelim. Irak’ta, yüz civarında Sovyet uzmanı çalışıyordu. Bu uzmanlar kimyasal ve biyolojik silahlar konusunda Baas yönetimine, Saddam Hüseyin rejimine danışmanlık yapıyorlardı. Kimyasal ve biyolojik silahlar nasıl üretilir, nasıl kullanılır, hangi hava koşullarında kullanıldığı zaman daha verimli sonuçlar alınır gibi konularda danışmanlık… Kimyasal ve biyolojik silahların yapımı ve kullanımı konularında danışmanlık yapmak ne demektir? Örneğin, şu kadar birimdeki taun gazını, şu hava koşullarında bir köyün üzerine atarsanız yüz civarında insan ölür. Fakat aynı birimdeki sarin gazından, aynı hava koşullarında bir köyün üzerine atarsanız, üçyüz civarında insan ölür… Etik açıdan bu danışmanlığın değeri nedir? Böyle bir danışmanlık, Marksizm gibi, komünizm gibi bir ideolojiyle nasıl bağdaştırılabilmiştir? Acaba, Sovyetler Birliği vatandaşları, 1980’lerde, mühendislerinin, uzmanlarının, Saddam Hüseyin rejimine danışmanlık yaptığını biliyorlar mıydı? Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın sözü burada da geçerlidir: Eğer düşünmezseniz böyle bir olay, böyle bir sorun yoktur. Ne Türkiye’de, ne Ortadoğu’da, ne de dünyada, komünistler, sosyalistler, böyle bir olayı düşünmemişler, irdelememişlerdir, bunun etik değeri konusunda yorum getirmemişlerdir, Bu süreci görmezlikten, bilmezlikten, duymazlıktan gelmişlerdir. Bunun gibi, Saddam Hüseyin rejiminin, Kürt halkına karşı yürüttüğü insanlık dışı operasyonlar sırasında, enfal operasyonları sırasında, Kürtlerin çığlıklarını da duymamışlardır. Kürtlerin ölmemek için, yaşamak için dünyadan yardım istemelerini, ilgi beklemelerini, “Kürtler emperyalizme ajanlık yapıyor” şeklinde değerlendirmişler, suçlamalarını sürdürmüşlerdir. Yine, 1970’lerin ortalarında, Mele Mustafa Barzani liderliğindeki, mücadelede Kürt köyleri, Sovyet yapımı MİG uçaklarıyla bombalanmıştır. Bazı durumlarda bu uçakların pilotlarının Sovyet pilotları olduğu gözlenmiştir.
Halepçe’de, 16 Mart 1988’de, beş binden fazla Kürt’ün yaşamını yitirdiği söylenir. Halbuki, Halepçe’ye gelinceye kadar, hangi gazın daha öldürücü olduğu, hangi biyolojik silahın daha büyük, daha kitlesel ölümlere yol açtığı konusunda deneyler yapılarak ulaşılan bir bilgi, bir tecrübe birikimi olmuştur. Bu deneyler hep Kürt köyleri üzerinde yapılmıştır, gözaltına alınan Kürtler üzerinde, tutuklanan cezaevine konulan Kürtler üzerinde yapılmıştır. Çeşitli ülkelerde, laboratuarlarda, fareler üzerinde yapılan deneyler, Irak’ta, Kürt köyleri üzerinde, Kürtler üzerinde yapılmıştır. 1980’lerde, bu deneyler sırasında öldürülen Kürlerin sayısı Halepçe’de öldürülenlerden de fazladır. Enfal operasyonları sırasında öldürülen, kaybedilen, akıbeti hakkında bilgi olmayan Kürtlerin sayısı 180 binin üzerindedir. Ama, örneğin Arap aydınları, Saddam Hüseyin rejiminin, Kürtlere karşı böylesine insanlık dışı politikalar, soykırıma varan politikalar uyguladığını bildikleri halde, bu rejime karşı küçücük bir eleştiri getirmemişlerdir. Kanan Makiya, bu rejime karşı eleştiri geliştirebilmiş çok ender olan Arap aydınlarından biridir Vahşet ve Sessizlik kitabı bu bakımdan ibretle okunması gereken bir kitaptır. Kitabın alt başlığı, Savaş, Diktatörlük, Başkaldırı ve Arap Dünyası’dır. (Çev. Arif Karabağ, Avesta/Acil kitaplar, 2002)
Kanan Makiya Enfal ile ilgili olarak şunları söylemektedir: “Enfal batılı devletlerin ve Arap aydınlarının tam bilgisi dahilinde, Irak içinde yılladır sürdürülmekte olan, baştan aşağı mantıksız, vahşetin doruk noktasıdır. Batılı devletler tiranı silahlandırırken Arap aydınları ona payanda oldular. Vahşet şimdi herkese dokunmakta.
İsrail devletini yaratmak amacıyla gerçekleştirilen yüzlerce Filistin köyünün tahribatı üzerine milyonlarca ve milyonlarca kelime yazıldı. Ve böyle olması da gerekiyordu. Ancak, bunları yazan aynı aydınların, çoğu, binlerce Kürt köyünün bir Arap devleti tarafından yok edilmesi söz konusu olduğunda sessiz kalmayı tercih etti. Bizler, sadece, bilmek istediğimiz şeyleri biliyor gibi gözüküyoruz.” (s. 242-243)
Edward Said, günümüzde, sadece Arapların değil, dünyanın da önemli entelektüellerinden biridir. Edward Said, Saddam Hüseyin rejiminin, Baas rejiminin, 1988’de, Halepçe’de, ve daha sonrasında, Kürtlere, kimyasal silahlar kullanılmadığını ileri sürmektedir. Rejimin, Kürtlere karşı soykırıma varan uygulamaları konusunda, küçücük bir eleştiri yapmamıştır. Edward Said’e göre, Kürt sorunu diye bir sorun yoktur. Saddam Hüseyin, emperyalizme karşı direniş sergileyen bir Araptır. (Kanan Makiya, a.e.e, s.314)
2003 Mart’nda, ABD’nin Irak’a silahlı müdahalesinden sonra, en çok duyulan söz, Irak’ın elinde kitle imha silahları yokmuş!”, “Saddam Hüseyin’in elinde kitle imha silahları olmadığı anlaşıldı.” Uluslar arası medya, Arap medyası, Türk medyası, Fars medyası, sık sık bu görüşü dile getirdi. Fakat bu medyalar, Irak’ın Baas rejiminin elinde, bir zamanlar, 1980’lerde, bu silahın bulunduğunu, bu silahların Kürtlere karşı sistematik olarak kullanıldığını dile getirmediler. Kişi olarak bu ikinci cümlenin dile getirildiğini hiç duymadım. ABD Başkanı Bush da bu ikinci cümleyi hiç dile getirmedi. ABD Başkanı Bush’un ve Britanya Başbakanı Tony Blair’in, “Saddam’ın elinde kitle imha silahları var” diyerek savaş başlattıkları iddia ediliyordu. Başkan Bush ve Başbakan Tony Blair “Saddam Hüseyin’in elinde kitle imha silahları yokmuş” diye eleştiriliyordu. Böyle bir anda bile bu yöneticiler, “…ama, Sadddam’ın elinde bir zamanlar bu silahlar vardı ve bu silahları kendi halkına karşı sistematik olarak kullandı” demediler. Sadece ABD Başkan Yardımcısı Dick Chaney’in, Irak’la ilgili olarak yaptığı bir konuşmada, “Irak’ta kitle imha silahları bulunamadı, ama bu silahların, 1980’lerde, üretildiğin ve Saddam Hüseyin’in bu silahları kendi halkına karşı kullandığı biliniyor.” demişti. Bu konuda başka bir yazı veya konuşma hatırlamıyorum. Bunun Kürt karşıtı bir tutum olduğu açıktır. Bu silahların üretildiğini ve Kürtlere karşı kullanıldığını dile getirmemek, Kürtlerin bu durumunu, insanların bilincine çarptırmamak için çaba sarfetmek anlamına gelir.
İngiliz gazeteci Robert Fisk’in, 12 Kasım 2006 tarihli Radikal gazetesinde bir yazısı yayımlanmıştır. Bu yazı, “ABD Saddam’ın suç ortağıydı” başlığını taşımaktadır. Bu yazıda, “Eski ABD müttefiki, Saddam’ın idam kararı, bir ikiyüzlülük örneği. İşgal güçleri, ABD’le ilişkisinden söz etmesi yasaklanan Saddam’ı, Halepçe’de, Kürtleri, ABD, Britanya ve Almanya’dan aldığı gazla katlettiği için yargılamaya cesaret edemedi” denilmektedir. Böyle olunca Başkan Bush’un ve Başbakan Tony Blair’in, bir zamanlar bu silahların üretildiğini ve Kürtlere karşı kullanıldığını dile getirmemesi açıklanmış olmaktadır. Robert Fisk yazısında, CİA’nın, Halepçe’deki savaş suçunun hemen ertesinde, Ortadoğu’daki Amerikalı diplomatlara, Kürtlere karşı gaz kullananın Irak değil, İran olduğunun söylenmesini tembihlediğini de yazmaktadır. Bu konuda uyduruk bir CİA raporu da vardır. İşte Edward Said, CİA’nın bu raporuna dayanarak, Kürtleri katledenlerin Irak değil İran olduğunu yazmaktadır.
1920’lerde Kürtlere yönelik büyük devlet politikaları konusunda küçük bir analiz
1920’lerde, Kemalist hareketin, Büyük Britanya, Fransa, İtalya ve Sovyetler Birliği ile ilişkilerinde birinci planda gözettiği konu Kürtler olmuştur. Büyük Britanya ve Sovyetler Birliği ile gerçekleşen ilişkilerde Kürtler konusu özenle gözetilen bir konu olmuştur. Sivas Kongresi günlerinden beri, Fransa ve İtalya, Kemalist yönetimle ilişki geliştirmiş, bu yönetimle anlaşma yollarını aramışlardır. Burada, Büyük Britanya ile Fransa arasında doğan çelişkilerin önemli bir payı olduğu açıktır. İtalya’nın Anadolu’daki istekleri ise hiçbir zaman ciddi olmamıştır. İtalya başından beri, yani Mondros Mütarekesi’nden beri, Anadolu’daki Kuva-yı Milliye hareketine maddi ve manevi yardım yapmaktadır. Büyük Britanya ise, çok önemli bir hasımdır. Sovyetler Birliği ise, dünyaya yaydığı ilkelerden dolayı örneğin ulusların kendi geleceklerini belirleme ilkesinden dolayı dikkatle izlenmesi gereken bir konumdadır.
Güneyde Şeyh Mahmud Berzenci, bağımsız Kürdistan’ı hedef alan bir mücadele içindedir. Bölgeyi denetim altına alan Büyük Britanya’ya karşı silahlı mücadele yürütmektedir. Kemalist hareketin tek amacı ise, Kürtlerin Büyük Britanya ile buluşmasını, anlaşmasını engellemektir. Çünkü bu buluşma, bu anlaşma, Kürtlerin isteklerinin yaşama geçmesini sağlayabilir. Bu ortam içinde Kemalist hareket, Şeyh Mahmud Berzenci’nin, Büyük Britanya ile çelişkilerini artırıcı, derinleştirici bir politika uygulamıştır. Bu doğrultuda Kemalist hareket Şeyh Mahmud Berzenci’ye maddi yardımlar da yapmıştır. Bu şüphesiz, sonuç almayı sağlayacak bir yardım değildir. Kürtlerin Büyük Britanya ile buluşmasını, anlaşmasını engelleyici, çelişkileri artıran, derinleştiren durumlar yaratan bir yardımdır. Kemalist hareket, bu çerçevede, İran’daki Simko hareketine de yardım etmiştir. Temel amaç, Kürtlerin Büyük Britanya ile buluşmasını, anlaşmasını engellemektir. Bu da sadece bu amaç doğrultusunda yapılan sınırlı bir yardımla gerçekleşir. Mustafa Kemal, Büyük Britanya’nın bağımsız bir Kürdistan’a kesinlikle karşı olduğunun bilincine varmıştır. Büyük Britanya ile gerçekleşen görüşmelerden bu bilgiyi almıştır. Bu yardımlar, Büyük Britanya ile süren gerginliklerin, çatışmaların derinleşmesini getirmiş, böylece Kürtlerin bir sonuç almasına engel olmuştur. Simko hareketi ile ilgili olarak, Hasan Yıldız’ın, yukarıda belirtilen kitapları yanında, Faik Bulut’un, Dar Üçgende Üç İsyan, Kürdistan’da Etnik Çatışmalar (Evrensel Basın-Yayın, genişletilmiş 2. bs. Haziran 2005) kitabına da bamılabilir. s.77 vd. s.183 vd.)
Kürtlerle bağlantılı olan önemli bir konu Musul vilayeti konusudur. O zaman Güney Kürdistan’ın tamamına, Kerkük, Süleymaniye, Hewler, Duhok… dahil Musul vilayeti deniyordu. Kemalistler Musul vilayeti üzerinde hak iddia ediyorlar, “Musul Osmanlı yönetiminden yeni Türk yönetimine kalmalıdır” diyorlardı. Musul’un Misak-ı milli sınırları içinde olduğunu söylüyorlardı. Musul vilayeti üzerinde Büyük Britanya’nın da istekleri vardı. İngilizler, Musulun yeni kurulan Irak devletinin bir parçası olması gerektiğini ileri sürüyorlardı. “Musul vilayeti olmadan Irak yaşayamaz” deniyordu. Musul vilayeti konusunda Kemalistler ile Büyük Britanya arasında çok büyük çelişkiler, uzlaşmazlıklar vardı. Bu arada, Şeyh Mahmud Berzenci’nin bağımsız Kürdistan’ı hedefleyen mücadelesi de gelişiyordu. Kemalistlerle İngilizler arasında, el altından gelişmeler de sürüyordu. Bu gerginlikler sonunda bir uzlaşmayla sonuçlandı. Bu süreçte Kemalist yönetimin gözettiği temel konu Kürtlerin, Güney’de, herhangi bir kazanım yani otonomi, özerklik, federasyon vs, elde etmemesine yönelikti. Kanımca, süreç 1920’lerin ortalarında şöyle sonuçlandı. Kemalist yönetim Musul’daki hak iddialarından vazgeçti. Buna karşılık Büyük Britanya, Kürtlerden gelecek bütün siyasal istekleri bastıracaktı. Özerklik, otonomi, federasyon vs. nin yaşama geçmemesi için her türlü çabayı gösterecekti. Büyük Britanya gerek o yıllarda, gerek daha sonraki yıllarda, Kürtlerden gelen bütün siyasal istekleri reddetmiş, bunları bastırmak için, her türlü önlemi almış, her türlü çabayı göstermiştir.
Bunun Büyük Britanya’nın sömürgeleri yönetim ilkelerine aykırı bir durum yarattığı açıktır. Çünkü, Büyük Britanya bütün sömürgelerinde, özerk yönetimler kuruyordu. Hindistan’da, Güney Afrika’da, Tanzanya’da, Uganda’da vs. her yerde özerk yönetimler kurmuştu. Büyük Britanya’nın özerk yönetimler kurmadığı tek alan Kürdistan olmuştur. Kaldı ki Kürtlerin bu konudaki istekleri çok büyüktü. Hasan Yıldız, yukarıda sözü edilen kitaplarında, Musul sorununun toprak sorunu ve petrol sorunu olmadığını, Kürtlerin herhangi bir siyasal statüye kavuşmamaları için yürütülen politikalar çerçevesinde oluşan bir sorun olduğunu vurgulamaktadır.
Kemalistlerin Şeyh Mahmud Berzenci hareketini algılaması da dikkate değer. Çünkü, Berzenci, kendi toprağında ayaklanan bir liderdir. Bu özellik, hareketi güçlü, etkili, devamlı kılmaktadır. Kuzeyde de Seyit Abdülkadir ve Bedirhaniler etrafında gelişen bazı girişimler vardır. Bunlar, İstanbul’da, sürgünde yaşayan bazı ailelerdir. Ve bunların Kürdistan’a dönmeleri, Kürdistan’da yaşamaları yasaktır. Bu ailelerin, bu kişilerin bölgedeki Kürt halkıyla bağlantıları çok zayıftır, sınırlıdır. Önemli olan kendi halkıyla organik bağlar içinde olmaktır. Kendi toprağında üretim, dağıtım, yatırım, denetim, yönetim yapabilmek çok büyük bir avantajdır. Kendi topraklarının dışında yaşayan Kürtler, sürgün yaşayan Kürtler veya gönüllü sürgün Kürtler bu avantaja sahip değildir. Barzanilerin düşüncelerinin ve eylemlerinin bu çerçevede değerlendirilmesi, dikkate değer, olumlu sonuçlar ortaya koyabilir.
http://www.peyamaazadi.com/
Kasım 2006