Devletlerarası sömürge kavramı Kürdistan’ın durumunu anlatmaya yeterli bir kavram değildir. Bu kavramın yeterli olduğu konusunda kuşku duymaktayım. Buradaki kuşku “devletlerarası” kavramına değildir, “sömürge” kavramına ilişkin olarak ortaya çıkmaktadır. Bunu açıklamakta yarar vardır. Sömürge kavramı bir statüye işaret etmektedir. Sömürge bir statüdür. Uluslararası ilişkilerde düşük bir statü olmasına rağmen yine de bir statüdür. Sömürge statüsünün uluslararası kurumlar tarafından tanındığı da bilinmektedir. Kürdistan’ın ise böyle bir statüsü yoktur. Kürdistan sömürge bile değildir. Kürdistan için alt-sömürge kavramı kullanılabilir. Şöyle de denebilir kanısındayım: Herhangi bir ülkenin, sadece bir devlet tarafından değil, birkaç devlet tarafından ortaklaşa denetlenmesi böyle bir yapının, böyle bir ilişkinin ortaya çıkmasında etkili oluyor.
Hindistan Büyük Britanya’nın sömürgesiydi. Kuzey Rodezya (Zambiya), Güney Rodezya (Zimbabve), Beçuanaland (Botsvana) Büyük Britanya’nın sömürgesiydi. Tanganyika (Tanzanya), Kenya Büyük Britanya’nın sömürgesiydi. Cezayir Fransa’nın sömürgesiydi, Kongo (Zaire) Belçika’nın, Angola, Mozambik Portekiz’in sömürgesiydi. Bütün bu örneklerin temel özelliği, sömürgenin siyasal sınırlara sahip olmasıdır. Sömürge siyasal sınırlara sahip olan bir ülkedir. Sömürgeci devlet, bu siyasal sınırlar içinde farklı bir halkın yaşadığını bilmektedir. Sömürge ülkede, örneğin Hindistan’da, Kongo’da, Angola’da vs. yaşayan halkın etnik niteliğinin farklılığı, onların, örneğin İngiliz, Fransız, Portekiz vs. olmadığını hem sömürgeci devlet yöneticileri hem de sömürge halkın yöneticileri bilmektedir. Her iki taraf da bu farklılığın bilincindedir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, l960’larda, Afrika’daki sömürgeler bu sınırlarıyla bağımsız olmuşlardır. Afrika’nın paylaşımı emperyal devletler tarafından l880’lerde gerçekleştirilmiştir.
1920’lere Milletler Cemiyeti dönemine, Ortadoğu’ya bakalım. Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra, Büyük Britanya’ya bağlı Irak, Ürdün, Filistin manda devletleri kurulmuştur. Fransa’ya bağlı olarak da Suriye, Lübnan manda devletleri kurulmuştur. Manda kavramının sömürge kavramına benzer bir içeriği vardır. Fakat bu dönemde Kürdistan mandası veya Kürdistan sömürgesi kurulmamıştır. Manda veya sömürge yapısında bir Kürdistan kurulsaydı, sınırlara sahip bir Kürdistan olurdu. Halbuki, Kürdistan’ın ve Kürtlerin bölündüğünü, parçalandığını ve paylaşıldığını görüyoruz. Ve bütün bunlar Kürtlerin istek ve iradesine rağmen, bu istek ve irade hiçe sayılarak gerçekleştirilmiştir. Kürdistan ve Kürtler üzerindeki mücadele, zamanın en güçlü emperyal devleti Büyük Britanya ve ondan sonra gelen emperyal güç Fransa tarafından yürütülmüştür. Bu mücadele, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içindeki Kürdistan parçası üzerinde yürütülmüştür. Mücadelenin temel nedeni Kürdistan’ın sahip olduğu doğal zenginlikler, özellikle petrol zenginliğidir. Osmanlı Devleti ve onun devamı niteliğindeki Türkiye Cumhuriyeti bu mücadelenin içindedir. Kürdistan’ın 16. yüzyılın ortalarında, Ortadoğu’nun iki güçlü devleti Osmanlı İmparatorluğu ve İran İmparatorluğu arasında ikiye bölündüğü bilinmektedir. 19. yüzyılın ilk çeyreğinde, İran kesimindeki Kürdistan’ın kuzey taraflarının Rus İmparatorluğu’nun denetimi altına girdiği yine biliniyor. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Sevr Antlaşması sürecinde Kürdistan yine bölünmüştür. Lozan Antlaşması sürecindeyse, Kürtler ve Kürdistan, Kürt ve Kürdistan adları, dillerden ve tarihlerden silinmek üzere bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmıştır. İran, Irak, Suriye, Türkiye birbirleriyle komşu olmuşlardır. Kürtler ve Kürdistan yutulup eritilmiştir. Bu öyle bir bölünme, parçalanma ve paylaşılmadır ki, hiçbir parçada, Kürt sorununu savunabilecek, Kürtlerin sesini dünyaya duyurabilecek, uluslararası hukuk ve uluslararası kurumlar tarafından tanınan bir siyasi birimin oluşmamasına çok büyük bir özen gösterilmiştir. Bu, sınırları tamamen silen bir operasyondur. Bu, ülkenin ve milletin iskeletinin parçalanması, beyninin dağılması anlamına gelir. Bunlardan dolayı Kürtlerin uluslararası ilişkilerde dost bir devlete sahip olmadıkları görülüyor. Hiçbir devlet, Ortadoğu’ya, Kürtlere ilişkin gelişmede Kürtleri desteklediğini açıklamamaktadır, açıklayamamaktadır. Arap, Fars, Türk barikatı buna engeldir. 1988 yılında, Mart ve Eylül ayları arasındaki 6 aya yaklaşan bir dönemde, Güney Kürdistan’da, Halepçe’de ve başka yerlerde gerçekleştirilen El-Anfal harekatını hatırlayalım. Human Rights Watch’un bir departmanı olan Middle East Watch’a göre bu bir soykırımdır. Middle East Watch, El-Anfal harekatının Kürtlere karşı bir soykırım olduğundan kuşku duymamak gerektiğini vurgulamaktadır. Yine Middle East Watch’a göre, El-Anfal harekatı sırasında en az yüz bin Kürt imha edilmiştir. Kürtler, belgelere dayanarak bu sayının çok daha yüksek olduğunu anlatmaktadırlar. Middle East Watch’un, “Irak Kürdistan’ında ki Enfal Askeri Harekatı” ve “Irak’ta Soykırım, Kürtlere karşı Enfal Askeri Harekatı” raporlarında soykırımın nasıl geliştiğini izlemek mümkündür. Kanan Makiya’nın “Vahşet ve Sessizlik” kitabında ve Kennet R.Timmerman’ın “Ölüm Lobisi, Batı Irak’ı Nasıl Silahlandırdı” kitabında da Kürdistan’da yürütülen soykırım, bütün açıklığıyla, etraflı bir şekilde, belgelerle anlatılmaktadır. Buna rağmen, örneğin Halepçe soykırımına, gerek Arap dünyasından, gerek Müslüman devletlerden, gerek Avrupa’dan, Amerika’dan devletler düzeyinde hiçbir tepki gelmemiştir. Saddam Hüseyin’e bu silahların Batı devleri tarafından verildiği, daha doğrusu, bu silahların yapımına, çeşitli biçimlerde, çeşitli düzeylerde Batılı devletlerin de bu arada, Sovyetler Birliği’nin de ortak olduğu bilinmektedir. ABD’nin, 2003 yılı Mart’ında, Irak’a müdahalesinden ve Saddam Hüseyin yönetimini sonra erdirmesinden sonra, uluslar arası basında ve uluslar arası siyaset çevrelerinde en çok dile getirilen görüşlerden biri, “Irak’ın elinde kitle imha silahları yokmuş, koalisyon güçleri, yani ABD ve İngiltere herkesi yanılttı...” Bu silahların, 1980’lerde, Kürtlere karşı yaygın ve yoğun bir şekilde kullanıldığı dile getiriliyor mu, bu süreç görülüyor mu?
ABD, Kürtlerin dostu, ortağı falan değildir. ABD’nin Irak’ta bulunmasının temel nedeni petroldür, petrol kaynaklarıdır. ABD’in Saddam Hüseyin yönetimiyle mücadelesinin, bu yönetimi devirmek için savaşa tutuşmasının temel nedeni budur. Güney Kürdistan’daki Kürtler kendi yollarını açmak için bu çelişkiden yararlanabilirler. Kürtlerin, ABD’ye karşı Saddam Hüseyin’le birlikte savaşmasını istemek, Kürt sorunu hakkında, Kürt soykırımı hakkında hiçbir bilgiye sahip olmamak demektir. Kürtler kendi yollarını açabilmek konusunda ABD’den yardım da isteyebilirler, belirli ilkelerini koruyarak ABD isteklerine makul olumlu cevaplar da verebilirler, hepsi bu. Fakat ABD’yle Kürtler arasında ortaklıktan söz edilmesi, hele hele stratejik ortaklıktan söz edilmesi çok yanlıştır. Ekonomik, siyasal ve askeri bakımlardan dünyanın en güçle devleti olduğu kabul edilen bir devletle, adını henüz uluslararası kurumlara bile yazdıramamış bir halkın ortaklığı olmaz. Ortaklıklar güç ilişkileri bakımından birbirine benzeyen devletler arasında kurulabilir. Şunu da unutmamakta yarar vardır: Devlet terörüne yoğun ve yaygın destek veren en önemli güç ABD’nin bizzat kendisidir.
Kürtlerin devletler düzeyinde dostları yoktur ama Avrupa’da, Amerika’da, dünyanın dört bir tarafında Kürt sorununu anlamaya, kavramaya çalışan, çok değerli entelektüeller vardır. Son yıllarda bu entelektüellerin sayısının çoğaldığı da görülmektedir.
Ülkenin ve halkın parçalanması, sınırların silinmesi, insanların kafasındaki vatan kavramını da silmiştir. Kürtlerin, bu süreçte, başlarına ne kadar büyük bir felaket geldiğinin, başlarına ne çoraplar örüldüğünün bilincinde olduklarını sanmıyorum. Sınırların silinmesi, Kürtlerin kafa yapılarının da, zihinlerinin de dağılmasını getirmiştir.
Sınırlar meselesine, bazen, “Kürdistan zaten bir devlet değildi ki...”, “Tarihte Kürdistan diye bir devlet hiç olmadı...” şeklinde itiraz ediliyor. Bu çok yanlış bir algılamadır. Tarihte Kürt devleti, Kürt federasyonu olup olmadığı elbette, bilimin ve siyasetin kavramlarıyla tartışılabilir. Diyelim ki yok. Tarihte yok diye günümüzde de yok olması gerektiğini düşünmek, mantıksal bakımdan yanlıştır. Çünkü özgürlük aramak evrensel bir tutkudur. Özgürlükleri aramak, özgür yaşamak, insanlığın bitmeyen bir mücadelesidir. İkinci Dünya Savaşı sırasında, Afrika’da, 4-5 civarında bağımsız devlet vardı. Bugün ise 50’nin üzerindedir. Tarihte, Gana, Senegal, Togo, Benin, Ruanda, Burindi, Çat, Somali, Cibuti, Eritre, Gine Bisseau vs. diye anılan devletler var mıydı? Ama bugün var. Ve bu devletler Birleşmiş Milletler’e üyedirler. Tarihte Ürdün, Kuveyt, Katar, Bengladeş devletleri var mıydı?
Statüko 1920’lerde kurulmuş ve kalıcı olmuştur. Statükoyu oluşturanlar zamanın en güçlü emperyal devleti Büyük Britanya ve ondan sonra gelen emperyal güç Fransa ile Osmanlı Devleti’nin yerine kurulan ve onun devamı olan Türkiye ile İran’dır. Sovyetler Birliği de bu statükoyu koruyan önemli bir güçtür. Kürdistan’ı kontrol eden, Kürdistan üzerinde hükümranlık kuran güçler, statükonun aynen sürmesi için, birbirleriyle çok yoğun işbirliği ve güçbirliği yapmaktadırlar. Bütün bunlardan dolayı, Kürdistan’ın sömürge bile olmadığını, olamadığını, bu ilişkilerin alt-sömürge kavramıyla ifade edilebileceğini söylemeye çalışıyoruz. Eğer Kürdistan da yukarıda isimleri sayılanlar gibi manda, sömürge olsaydı, öteki sömürgeler gibi bağımsız bir devlet olarak uluslararası sahneye çoktan çıkardı.
Devletler hukukunda “ilhak” kavramıyla tanımlanan bir durum da var. İlhak, bir savaşın sonunda, sınırları belirli bir toprak parçasının, yenen devletin sınırları içine katıldığı bir durumu anlatmaktadır. Örneğin, 5-8 Haziran 1967 deki Arap-İsrail savaşı sonunda, İsrail, Suriye’nin Golan Tepeleri denen bölgesini işgal etti. İsrail Aralık 1981 de işgal ettiği Golan Tepeleri’ni ilhak kararı aldı. İsrail 1967 Arap-İsrail savaşı sonunda, Ürdün’den de Doğu Kudüs’ü almıştı. Doğu Kudüs de 1980 Temmuz’unda Batı Kudüs’e yani İsrail’e ilhak edildi. İlhak durumunda önemli olan şudur: Sınırları belirli bir toprak parçası, önce, savaşla işgal ediliyor. İşgal edilen bu toprak parçası, daha sonra, uluslar arası ilişkilerin seyrine göre, yenen devletin sınırları içine alınıyor. O toprak parçasının artık,yenen devletin toprağı olduğu vurgulanıyor. İlhak kararı örneğin, üçüncü devletler tarafından tanınmayabiliyor. Kürtlerin ve Kürdistan’ın durumuysa, sınır söz konusu edilmediği için, sınırları belirli bir toprak parçası dile getirilmediği için bu duruma da benzememektedir. Devletler hukukunda himaye altında devlet, tâbi devlet, devlet sayılmayan özel statü altında bulunan ülke, gibi birimler de vardır. Bunların hepsinin çok düşük de olsa, bir statüsü vardır.Örneğin Mısır 1954’e, Tunus l956’ya, Fas l956’ ya kadar himaye altında devletlerdi. Bu tarihlerde, Mısır İngiltere’den, Tunus Fransa’dan, Fas, İspanya’dan bağımsızlığını aldı. Körfez ülkelerinden Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar 1971, Kuveyt 1961 yılına kadar İngiltere’nin himayesi altında devletlerdi. Brunei 1984’de İngiltere’den, Tonga 1974 de Hollanda’dan, Maldiv Adaları 1965 de İngiliz yönetiminden bağımsızlığını kazandı. Bugün, bu devletlerin hepsi bağımsız,egemen devletlerdir. Birleşmiş Milletler’e üyesidirler. Andora bugün de İspanya’nın ve Fransa’nın, San Marino İtalya’nın, Monaco Fransa’nın himayesi altındadır. San Marino, Avrupa Konseyi üyesidir, Birleşmiş Milletler’de gözlemci statüsündedir. Liechtenstein egemen bir devlettir, Birleşmiş Millletler üyesidir. Andorra’nın yaklaşık 50 bin, San Marino’nun 25 bin, Monaco’nun 30 bin, Liechtenstein’in 30 bin civarında nüfusu vardır.
Bu devletlerin hepsinin statüsü vardır. Bir defa, devlet oldukları için statü sahibidirler. Birleşmiş Milletler’in öbür uluslararası kurumların üyesidirler. Kürtler ve Kürdistan ise hiçbir statüye sahip değildir, yok sayılmaktadır, görmezlikten gelinmektedir. Statüsüzlüğün temel nedeni, sınırları belirli bir ülkenin, bir toprak parçasının düşünülmemiş olmasıdır. Kürdistan ve Kürtler yok sayıldığı için, fiili olarak da, yok etme amaçlı yoğun bir yaptırımla karşı karşıyadır Bu, uluslararası bir yaptırımdır. Çeşitli devletlerin, Kürdistan’da yürüttüğü politikalar meşruiyetini hala kaba kuvvetten, şiddetten almaktadır.”Kürtler kendileriyle ilgili haklar isterlerse, özel haklar isterlerse silahla ezeriz...” politikası temel bir politikadır.
Devletler hukukunun benzer bir konusu da ülke iktisabı şekilleridir. Burada da sınırları belirli bir toprak parçasının şu veya bu şekilde, herhangi bir devletin topraklarına katılması süreci söz konusu edilmektedir. Kürtler ve Kürdistan görmezlikten gelindiği, yok sayıldığı için bu tür ilişkilerin konusu olmamaktadır. Bu tür ilişkileri, yani görmezden gelme, fiili olarak ise yok etme ilişkilerini sömürge kavramı açıklayamamaktadır. Alt-sömürge kavramı bu ilişkilere açıklık getirebilmektedir.
Kürtler ve Kürdistan Ortadoğu’nun ortasında yer almaktadır. Kürtlerin tarihi, Irak’ın, İran’ın, Türkiye’nin, Suriye’nin, yani Ortadoğu’nun tarihiyle çok yakından ilgilidir, iç içedir. Bu tarihi incelerken Asur-Süryani ilişkilerinin de dikkatlerden uzak tutulmaması gerekir. Asurluların, Süryanilerin de, yurtsuz, kimliksiz bırakıldıkları bir gerçektir. Bütün bu gelişmelerde, Büyük Britanya, Fransa, Amerika Birleşik Devletleri gibi emperyal devletlerin, Çarlık Rusyasının, Sovyetler Birliği’nin ve daha sonraki Rus yönetiminin, Oratadoğu’ya ilişkin politikalarının da dikkate alınması gerektiği şüphesizdir.
Sömürge-sömürgeci ilişkilerinde önemli olan, sömürgenin doğal zenginliklerinin metropol ülkeye taşınmasıdır. Alt-sömürgeye karşı yürütülen temel politika ise asimilasyondur. Asimilasyon uygulamalarının yoğunluğu millet bilincini ve vatan bilincini eritip silmiştir. Kürtlerde milli duygunun zayıflığı izlenebilen ve gözlenebilen ve saptanabilen bir olgudur. Vatan bilinciyse sıfırdır, sıfırın bile altındadır.Gerilla mücadelesinin bu konularda sağlıklı bir bilinç geliştirmesi beklenirdi. Bu beklenti gerçekleşmemiştir.
Gerek Milletler Cemiyeti döneminde, gerek Birleşmiş Milletler döneminde, ulusal hakları, insan haklarını ve özgürlükleri gündeme getiren, bu hakları koruyan ve geliştiren pek çok uluslararası antlaşma, uluslararası sözleşme yapılmıştır. Kürtler ve ülkeleri kaba kuvvetle yönetilmektedir. “Bu benim iç sorunumdur, asayiş sorunumdur” denerek hak ve özgürlük taleplerine karşı yoğun bir devlet terörü gündeme getirilmektedir, özgürlük talepleri devlet terörüyle bastırılmaktadır. Uluslararası hukuk ve uluslararası örgütler çerçevesinde oluşturulan ve yürürlüğe konulan antlaşmaları, sözleşmeleri imzalayan devletler için de, bu örgütlere katılmayan, bu sözleşmeleri, antlaşmaları imzalamayan devletler için de durum budur
Kürdistan ve Kürtler üzerindeki bu bölüşüm mücadelesi, sosyal bilimlerin ve siyasetin kavramlarıyla incelenebilmelidir. Kürdistan’ın ve Kürtlerin neden bölündüğü, parçalandığı ve paylaşıldığı ayrıntılı bir şekilde incelenebilmelidir. Ve bu günlük bir politikaya temel olsun endişesiyle değil, gizli kalması istenen, karanlıkta kalması istenen tarihsel bir olayın açıklığa kavuşturulması için yapılmalıdır. Bilimin önemli hareket noktalarından birisi meraktır. Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması merakı celbeden bir olay değil midir? Böylesine ağır bir politikanın hedefi olan bir halk zaafı olan, çok zaafı olan bir halktır. Antropolojik ve toplumsal bakımlardan bu zaaflar da incelenebilmelidir. Emperyalizmin ve sömürgeciliğin politikasının böl-yönet şeklinde anlatıldığı bilinir. Bu kavram alt-sömürge ilişkilerini anlatmakta yetersizdir. Alt-sömürgeyi anlatan temel kavram ise böl-yönet-yok ettir.
Güney Afrika için 1970’lerde, 1980’lerde “dünyanın en ırkçı devleti” denirdi. Apartheid politikası, “sen bana benzemiyorsun, sen beyazların içine karışma, ayrı yerlerde yaşa...” anlayışına dayalıydı. Bunun için Bantustan denen, tel örgülerle çevrili çok geniş alanlar düzenlenmişti. Yerliler burada, barınma, yol, su, elektrik, kanalizasyon, eğitim, sağlık gibi hizmetler bakımından çok olumsuz koşullarda, fakat iç özerkliğini yaşayarak hayat sürdürüyordu. Kürtlere dayatılan politika ise “Sen benimle yaşamak zorundasın, benimle birlikte yaşamaktan başka bir alternatifin yoktur, ama bana benzeyerek yaşamak zorundasın, benim dilim, kültürüm, kimliğim vs. gibi söylemi unutacaksın...” şeklindedir. Bu ikincisi kanımca çok daha ağır bir ırkçılıktır. Nitekim 1990’ların başlarında, Güney Afrika’daki siyasal sistem esneklik gösterdi, l994 genel seçimlerinde Afrika Ulusal Kongresi lideri Nelson Mandela cumhurbaşkanı seçildi. Nelson Mandela’yı 27 yıl cezaevinde tutan beyaz yönetimin lideri De Clerk ise cumhurbaşkanı yardımcılığına getirildi. Bu, “dünyanın en ırkçı devleti” denen Güney Afrika’da siyasal ideolojinin nasıl esnediğini gösteren çok önemli bir gelişmedir. Kürtleri ortaklaşa bir şekilde kontrol eden devletlerdeyse resmi ideoloji hiç değişmemektedir. Hızla değişen toplumsal ve siyasal ilişkiler, gelişen siyasal kültür ve günden güne artan siyasal beklentiler hiç değişmeyen bir resmi ideolojiyle baskı altında tutulmaya gayret edilmektedir. Bu süreçte devlet terörü de tırmandırılmaktadır. Bu sürecin irdelenmesi de Kürtler hakkındaki ve Güney Afrika hakkındaki bilgilerimizi zenginleştirecektir.
1919 yılı ile 1921 yılları arasındaki bir buçuk yıl kadar olan bir zaman diliminde, yani 1919 yılının sonlarından 1921 yılının başlarına kadar olan bir zaman diliminde, Türk-Kürt-Arap-İngiliz-Fransız ilişkileri etraflı bir şekilde irdelenebilmelidir. Şu soru araştırmalar için elverişli bir soru, bir hareket noktası olabilir: Büyük Britanya, bütün sömürgelerinde özerk yönetimler kurduğu halde, Güney Kürdistan’da özerk yönetimi neden gerçekleştirmemiştir, gerçekleştirememiştir? Kaldı ki, Milletler Cemiyeti’nin, gerek Lozan Antlaşması sırasında, gerekse 1932 yılından sonra, özerk Kürt yönetimi kurulması konusunda bazı direktifleri de vardır.
Şöyle bir gözlem de, araştırmalar, incelemeler için başlangıç noktası, itim dinamiği, bir merak olabilir: 19. yüzyılın sonundan itibaren İstanbul’da, Kürtçe gazeteler, Kürtçe dergiler yayımlanmaya başladı. 1898’de Kürdistan’ın yayımı başladı. 1908’de Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti’nin gazetesi Kürt Tevavün ve Terakki Gazetesi yayın hayatına girdi. Yine 1908’de Kürdistan gazetesi yayımlandı. 1908’de yayımlanan diğer bir gazete de Şark ve Kürdistan’dı. 1913 yılında, Hêvî Cemiyeti’nin yayın organı Rojî Kürd, Rojî Kürd’ün kapatılmasından sonra da Hetawî Kürd yayımlandı. Rojî Kürd ve Hetawî Kürd aylık yayın organlarıydı. 1913’de yayımlanan diğer bir derginin adı da Yekbûn’du. 1918’de Jîn, 1919’da Kürdistan dergileri yayımlandı. 1919’da Jîn adında bir Kürtçe gazete de yayımlandı. Bu gazeteler ve dergileri yayımlayanlar, belki de Cağaloğlu’nda, İttihat ve Terakki’nin, Hürriyet ve İtilaf’ın veya Kuvva-i Milliye’nin yayın organlarının çalıştığı apartmanlarda birlikte kalıyorlardır. Bürolar, belki de aynı apartmanlarda, alt-üst katlarda veya karşılıkla dairelerde veya yan yana binalardadır. Yani Kürtçe gazeteler ve dergiler yayımlandığını,Türk yazarlarının, gazetecilerin, darülfunun profesörlerinin, siyaset adamlarının bilmeleri büyük bir olasılıktır. Bu kişiler, Kürtçe dergileri ve gazeteleri ellerine alıp incelemiş, sayfalarını karıştırmış da olabilirler. İstanbul’da yayımlanan Kürtçe gazetelerin ve dergilerin Kürdistan’a, Kürtlerin yaşadığı şehirlere, örneğin, Süleymaniye, Musul, Kerkük, Diyarbakır, Siirt,Van, Bitlis, Muş gibi yerlere gönderildiği, bu dergilerin ve gazetelerin buralarda okunduğu ve tartışıldığı da biliniyor. Ama, Cumhuriyet’in ilanından sonra ne görüyoruz? Kürtlerin milli varlığı, Kürtçe’nin dil olarak varlığı inkâr ediliyor. 1930’larda geliştirilen Türk Tarih Tezi’yle, Güneş-Dil Teorisi’yle bu inkâr sistematik bir hale getiriliyor. Artık, Kürt diye bir milletin, Kürtçe diye bir dilin olmadığı, Kürtlerin Türk olduğu, Orta Asya’dan gelen Türk boylarından biri olduğu, Kürtçe’nin bağımsız bir dil olmadığı,Türk dilinin ilkel bir şivesi olduğu söyleniyor. Bu görüşler ispat edilmeye çalışılıyor. Bu düşünceleri geliştirenler, inkârı sistematik bir hale getirenler arasında İttihatçı, Kuvva-i Milliyeci, Hürriyet ve İtilafçı yazarlar, gazeteciler, siyaset adamları, darülfunun ve üniversite profesörleri de var. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, Kürtçe dergiler ve gazeteler yayımlandığını, bunların okunduğunu, tartışıldığını, bu gazetelerin ve dergilerin, Bitlis, Muş, Diyarbakır, Siirt,Van, Hakkari, Süleymaniye, Kerkük, Musul gibi şehirlere de gönderildiğini bilen, gören, duyan Türk yazarları, gazetecileri, siyaset adamları, darülfunun ve üniversite profesörleri artık, Kürtlerin ve Kürtçe’nin olmadığını, herkesin Türk olduğunu, Kürtçe diye bir dilin olmadığını, bu “ilkel dil”in yazı dili olmadığını ispat etmeye çalışıyorlar. Çok kısa bir zamanda düşüncede ve duyguda böylesine bir kırılma nasıl gerçekleşiyor? Bu sürecin zengin olgusal dayanaklarıyla incelenmesi, resmi ideolojinin nasıl oluştuğu, Türk egemenlik sisteminin nasıl geliştiği, sosyal bilimlere ve basına nasıl bir içerik verilmeye çalışıldığı, bütün bunların Kürt sorunuyla nasıl bağlantılı olduğu gibi konularda zengin bilgiler sahibi olmamızı sağlamaktadır. 1940’lara, 1950’lere, 1960’lara vs. bakalım. Kürtlerin önemli bir çoğunluğu da resmi görüşü doğrular bir duruş sergiliyorlar. Kürtlerin önemli bir kısmının düşüncelerinin ve duygularının bu doğrultuda geliştiği görülüyor. Bu sürecin nasıl geliştiğinin irdelenmesi de bilgilerimi zenginleştirecektir. Bütün bunlar, Cumhuriyet Kürtlere ne kazandırdı, sorusuyla da yakından ilgilidir.
Bu konuyla ilgili araştırma sürecinde diğer bir gözlem ve bu gözlem çerçevesindeki soru şu olabilir: Dünyada 200 civarında bağımsız devlet vardır. Bunların 190 kadarı Birleşmiş Milletler’e üyedir. Bu devletlerin çok büyük bir kısmının nüfusu bir milyondan azdır. Nüfusları yüz binin altında olan, hatta elli binin altında olan devletler de vardır. Bazı devletlerin ülke genişlikleri Kürdistan’ın bir kasabası kadar bile değildir. Ama Kürtler, Ortadoğu’da 35 milyondan fazla olan nüfuslarıyla, 500 bin km. kare olan toprak genişlikleriyle küçücük bir siyasal statünün sahibi değildir. Bunlar, Ortadoğu’da siyasal düzenin Kürtlere karşı büyük bir haksızlık üzerine kurulduğunu göstermektedir. Avrupa Birliği’nin bir üyesi var. Luxemburg. Luxemburg bugün Avrupa Birliği’ni oluşturan 15 devletten biridir. Nüfusu 450 bin kadar. Yüzölçümü 4.418 km. kare. Avrupa Birliği’nin zaman zaman aldığı, “Ortadoğu’da bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasına izin verilmeyecektir. Ortadoğu’da, daha doğrusu İran, Irak, Suriye, Türkiye sınır bölgelerinde sınırların değişimine katiyen izin verilmeyecektir...” şeklindeki kararlarında Luxemburg’un da imzası vardır. AB, bu olumsuz beyanları, yasak koymaları, “... Kürtler de yaşadıkları ülkelerde, insan hakları çerçevesinde, bazı hakların sahibi olabilmelidir...” diyebilmek için dile getiriyor. Örneğin, Luxemburg bu kadar küçük nüfusuyla, nüfusu 35 milyondan fazla olan Kürtlerin geleceğini belirleme hakkını nereden buluyor? Kaldı ki tarihte, Luxemburg diye bilinen bir halk, Luxemburg diye bilinen bir ülke yoktur. Belki Fransa veya Almanya içinde bir prenslik olabilir. Halbuki, tarihte Kürdistan diye bilinen bir coğrafya da vardır, Kürt diye bilinen bir halk da vardır, bu halkın milli hakları için bir asırdan fazla süren mücadeleleri de vardır. Örneğin, Luxemburg hangi değerlerin sahibi olduğu için bağımsız bir devlet olmuş, Kürtler bu kadar nüfuslarına rağmen ne gibi eksikliklerin sahibi olduğu için küçücük bir siyasal statüye sahip olamamış. Bu, uluslararası düzenin Kürtlere karşı nasıl bir haksızlık üzerine kurulduğunu, çok büyük bir haksızlık üzerine kurulduğunu açıkça göstermektedir.
Bugün, 15 üyeli Avrupa Birliği’nin on üyesinin, daha doğrusu, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya ve İspanya dışındaki üyelerin nüfuslarının Kürtlerin Ortadoğu’daki nüfuslarından çok daha az olduğu açık bir gerçektir. Avrupa Birliği 25 üyeye ulaştığında, bu sayı, Polonya’yı da yukarıda isimleri sayılan beş üyeye eklersek, 19’a yükselecektir. Öte yandan, Kürtçe’nin, bugün, dünyada en çok konuşulan 40 dil arasında yer aldığı da bilinmektedir.
Bu haksız düzenin nasıl kurulduğu, nasıl kalıcı olduğu bilimin ve siyasetin kavramlarıyla araştırılabilir, bilinebilir. Çünkü bunlar somut, test edilebilen, izlenebilir ve gözlenebilir olgulardır. Fakat insanın bu haksızlığı sindirmesi o kadar kolay değildir. Bu bakımdan haksızlık kavramı üzerinde de düşünmek gerekiyor. Bu ağır haksızlık nasıl açıklanabilir acaba? Uluslararası düzen, hakka, hukuka adalete dayandığını sık sık vurgulayan uluslararası düzen bu haksızlığı nasıl sindiriyor acaba? Bu konu siyaset felsefesinin, hukuk felsefesinin, toplum felsefesinin de temeli olmalıdır. Hukukun, adaletin anlamı nedir, amacı nedir? Özgürlüğün anlamı nedir, özgürlük nasıl yaşanabilir, nasıl korunabilir, nasıl geliştirilebilir?
Bu konulardaki bilgilerimizi zenginleştirecek bir unsur da, örneğin, Türkiye’nin Kürt politikasıyla Kıbrıs politikasının birlikte irdelenmesidir. Türkiye, Kıbrıs’ta, 180 bin civarında olan Türk için bağımsız bir devlet istemektedir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin devletler tarafından tanınmasını istemektedir. Gerek Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği gibi uluslararası kurumlarda gerek ikili ilişkilerinde böyle bir politika yürütmektedir. Güney Kürdistan’daysa, Kürtler için değil bağımsızlık, Kürt federasyonuna bile karşı olduğunu açıklamaktadır. Ve bu politikayı gerek içte, gerek dış ilişkilerde hiçbir itirazla karşılaşmadan yürütebilmektedir. Kürtlerse, Güney Kürdistan’da 4.5-5 milyon civarındadır. Birbirleriyle çelişen bu iki tutumun birlikte ele alınması, Türk egemenlik sistemi hakkındaki bilgilerimizi, Kürtler hakkındaki bilgilerimi zenginleştirecektir.
Bu süreçte dikkate değer bir gözlem de şu olabilir: Kürdistan Demokrat Partisi Başkanı Mesut Barzani ve Kürdistan Yurtseverler Birliği Başkanı Celal Talabani, l990’ların başlarından itibaren Türkiye’ye gelip gitmeye başladılar. Kürt liderler uçaktan iner inmez, henüz havaalanındayken, Türk gazetecilerin sorularıyla karşılaşırlardı. Bu sorular üzerine Kürt liderler, “Bağımsız bir Kürdistan istemiyoruz, Irak’ın toprak bütünlüğünü savunuyoruz. Bağımsız Kürt devleti Kürtler için de iyi değil...” şeklinde açıklamalar yaparlardı. Kürt liderler bu tür açıklamaları, özellikle Türkiye’de bulundukları süre içinde sık sık yaparlardı. Halbuki, aynı dönemde, Orta Asya’daki Türk cumhuriyetleri bağımsızlıklarına yeni kavuşmuşlardı. Yeni kurulan bu cumhuriyetlerin bağımsızlığını kutlamak için çeşitli törenler düzenlenirdi. Örneğin, Kırgızistan devlet başkanı Türkiye’ye geldiği zaman, Türk başbakanı veya cumhurbaşkanı, diyelim Türkmenistan’a, Özbekistan’a gittikleri zaman düzenlenen bu törenler sık sık ekrana getirilirdi. Liderler birbirlerine bağımsızlık sembolleri armağan ederlerdi. “Türkmenistan’ın/Özbekistan’ın bağımsızlığı, egemenliği sonsuza kadar sürecek...” şeklinde antlar içilirdi. Türkler için, Orta Asya’daki Türk cumhuriyetleri için bağımsızlık, egemenlik pozitif bir değerdi. Ama Kürtler, işte bu zamanlarda da, bağımsız bir Kürt devleti istemediklerini, bağımsızlığın Kürtler için zaten iyi olmadığını söylerlerdi. Sadece Orta Asya’daki Türkler mi? Çeçenistan’dan Filistin’e, Doğu Timor’dan Tamiller’e, Eritre’den Eta’ya kadar bütün halklar bu değerlere kavuşmak için mücadele etmiyorlar mı? Kürtlerin bu söylemini nasıl irdelemek gerekir acaba? Dünyada bağımsızlık istemediğini dile getiren, “bağımsızlık bizim için zaten iyi değil...” diyen başka bir halk daha var mıdır? Bu, dikkate değer bir merak değil midir? PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın da böyle bir söylemi sık sık dile getirdiği bilinmektedir. Kürt liderler neden böyle bir tutum sergiliyorlar acaba? Bu söylemin irdelenmesi de Kürtler hakkındaki araştırmaya, incelemeye hareket noktası olabilir. Bu tür bir söylemin irdelenmesi Kürtler hakkındaki bilgilerimizi çoğaltacaktır. Bu ve buna benzer sorunlar görmezlikten gelinerek, bilmezlikten gelinerek, bu sorunlar cevapsız bir şekilde ortada durdukları sürece, Kürtler hakkında sağlıklı araştırmalar, incelemeler yapılamaz.
Bölünme, parçalanma ve paylaşılma, Kürtlerin hak ve özgürlük taleplerinin terör kavramı çerçevesinde değerlendirilmesi gibi bir durum ortaya çıkarmıştır. Hak ve özgürlük taleplerini, insanca yaşama taleplerini bastırmak için devlet terörü yoğun ve yaygın bir şekilde tırmandırılmıştır. Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı gibi uluslararası örgütlerin teröre karşı çıkıyoruz diye, devlet terörüne sınırsız bir destek verdikleri görülmektedir. Örneğin, hak ve özgürlük mücadelesini anlamaya, kavramaya çalışanlar, devlet terörünü eleştirenler, “terörist” olarak, “teröre destek verenler” olarak değerlendirilmektedir. Sakharov, Kürtlere yapılan haksızlıkların ve Kürtlerin yaşadığı acıların bilincine varmış, bunu uluslararası kurumlar çerçevesinde seslendirmeye çalışan bir entelektüeldi. Fakat, Sakharov adına konulan ödülün devlet terörüne verilen sınırsız desteği gizlemekten, örtmekten başka bir işlevi yoktur.
xxx
Bu kitap 1990’larda, “Devletlerarası Sömürge Kürdistan” adıyla yayımlanmıştı. Yukarıda kısaca açıklamaya çalıştığımız gibi, olgular, olgusal ilişkiler bize “devletlerarası sömürge” kavramının Kürdistan’ı anlatmak için yeterli olmadığını gösterdi. Buradaki kuşkunun “devletlerarası” kavramından değil, “sömürge” kavramından dolayı ortaya çıktığı belirtilmişti. Kürdistan’ın sömürge bile olmadığını, olamadığını söylemeye çalışıyoruz. Kürdistan ve Kürtler için alt-sömürge kavramı kullanılabilir. Sömürge kavramı ve alt-sömürge kavramı farklı kavramlardır. Bu kavramlar farklı olgulara, olgusal ilişkilere tekabül ederler. Bu, nicelik farkı değil, nitelik farkıdır. Bu farkları artık, olgusal zenginlikle kavrayabiliyoruz. Çeşitli süreçler bu farkları gösteriyor. Sömürge insanlarıyla alt-sömürge insanlarının duygularının ve düşüncelerinin irdelenmesi de önemlidir. Sömürge insanı, kendini, hasmını nasıl algılıyor, nasıl değerlendiriyor? Sömürge insanının amaçları nedir, olaylar karşısında ne duyar, ne düşünür? Alt-sömürge insanı kendini ve hasmını nasıl algılıyor, nasıl değerlendiriyor? Alt-sömürge insanının amaçları nedir? Alt-sömürge insanı olaylar karşısında ne duyar ne düşünür? Bunları zengin olgusal dayanaklarıyla kavrayabiliyoruz, açıklayabiliyoruz.
Burada dikkate değer bir tutumdan ve davranıştan söz edebiliriz. Sömürge insanı özgürlük ve bağımsızlık düşünür, bunun için mücadele eder. Alt-sömürge insanıysa, “kardeşlik” diye bir kavram icat eder. “Kardeşiz, bin yıldır beraber yaşıyoruz...” der. Hiçbir şey istemediklerini, sınır diye bir sorunları olmadığını söyler. Sınırların zaten kalktığını vurgular. Kürtleri kandırmak ne kadar kolay. 19. yüzyıl sonlarında dünyadaki bağımsız devlet sayısı 25 civarındaydı. Bugün ise 200 civarında. Sınırlar kaybolmuş mu, kayboluyor mu? Herkes uluslararası birliklere kendi kimliğiyle girmiyor mu?
XXX
Devletlerarası Sömürge Kürdistan kitabı hakkında yürütülen davalardan da kısaca söz etmekte yarar vardır. Bu konudaki gelişmeleri, kısaca, şu şekilde belirtmek mümkündür:
1. Kitap ilk olarak Şubat 1990’da İstanbul’da Alan Yayıncılık tarafından yayımlanmıştır. Kısa zamanda kitap hakkında toplatma kararı verilmiş, dağıtımı yasaklanmıştır. Mart 1990 da, İstanbul 2 numaralı Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde dava açılmıştır. (Esas No: 1990/143) Dava, yazar İsmail Beşikci ve yayıncı Ayşe Zarakolu hakkında açılmıştır. Dava TCK 142/3 maddeden açılmıştır.
2. Dava sürerken, 12.4.1991 üarihinde, 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası yürürlüğe girmiştir. Terörle Mücadele yasası TCK 142. maddeyi yürürlükten kaldırmıştır. Bunun üzerine İstanbul 2 Nolu DGM 4.6.1991 gün ve 1990/143 Esas, 1991/353 sayı ile beraat kararı vermiştir.
3. Bu karar üzerine kitap Aralık 1991 de, Ankara’da, Yurt Kitap-Yayın tarafgından yeniden yayımlanmıştır. Yeniden yayımlanan Devletlerarası Sömürge Kürdistan kitabı hakkında Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından toplatma kararı verilmiştir. Kitabın dağıtımı yasaklanmıştır. Kitap hakkında, 16.1.1992 tarihinde de, Ankara DGM de, dava açılmıştır. (Esas No: 1992/4) Dava yazar İsmail Beşikci ve yayınca Ünsal Öztürk hakkında açılmıştır. Dava, 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası’nın 8. maddesi gereğince açılmıştır. Devletlerarası Sömürge Kürdistan kitabı artık, “terör suçu” kavramı çerçevesinde değerlendirilmektedir.
4.Aynı mahkemede, Beşikci’nin, Yurt Kitap-Yayın tarafından yayımlanan öbür kitapları ile ilgili davalar da açılmıştır. Bu davalar daha sonra aynı dosyada birleştirilmiş, toplu dava adı altında yürütülmüştür. (Esas No: 1991/128) Devletlerarası Sömürge Kürdistan davası da toplu dava ıçine alınmıştır. Çeşitli aşamalardan sonra, Ankara DGM, 30.6.1994 tarih ve Esas 1994/67 Karar 1994/91 sayılı kararıyla, İsmail Beşikci’yi on yıl dört ay ağır hapis ve 416 milyon 666 bin Tl. ağır para cezasına, yayıncı Ünsal Öztürk’ü de, 31 ay hapis, 516 milyon 666 buin Tl. ağır para cezasına mahkum etmiştir.
5. Avrupa Birliği’yle ilişkileri çerçevesinde, Türkiye, zaman zaman, ‘düşün suçları’yla ilgili yargılamalar konusunda yüzeysel bazı değişiklikler yapma gereğini hissetmiştir. Örneğin, 1995 de, Gümrük Birliği’ne girilirken bu tür bir düzenleme yapılmıştır.Fakat, Devletlerarası Sömürge Kürdistan titabıyla ilgili toplatma ve yasaklama kararı, öbür kitaplarla ilgili toplatma ve yasaklama kararları hiçbir zaman kaldırılmamıştır. Bu süre zarfından hem yazar hakkındaki, hem yayıncı hakkındaki cezalar infaz edilmiştir. ‘Düşün suçu’yla ilgili davalarda en büyük moral güç yazarın kendi kitaplarını,yazılarını, ilgili kurumların önünde, yerinde ve zamanında savunabilmesidir. Bu davalarda yazar ve yayıncı düşüncelerini ve kitaplarını birlikte savunmuşlardır.
6. Avrupa Birliği’ne uyum yasaları çerçevesinde, 15.7.2003 tarihinde, 4928 sayılı yasa ile, yeni bir düzenleme yapılmıştır. Bu yeni düzenlemeyle yani, yedinci uyum paketiyle, 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası’nın 8. maddesi yürürlükten kaldırılmıştır.
Kitapların ve yazıların büyük bir kısmı, bu yasanın 8. maddesine göre yargılanıp mahkum edilmişti. Bu madde yürürlükten kaldırıldıktan sonra, Avukatımız Levent Kanat, 30.7.2003 tarihli bid dilekçeyle Ankara 1 Nolu DGM’ye başvurarak, Terörle Mücadele yasasının 8. maddesinden dolayı haklarında toplatma ve müsadere kararı verilen kitaplar hakkındaki bu karaların kaldırılmasını talep etti.
7. Mahkeme, 10.12.2003 tarihli ve sayı 2003/1713 D.iş sayılı kararıyla bu istemi reddetti. Mahkeme şu şekilde bir gerekçe koymaktadır. Terörle Mücadele Yasası’nın 8. maddesi yürürlükten kaldırılmış olabilir. Ama,bu kitaplar, aynı yasanın 7. maddesine ve TCK’nun 312. maddesine göre de suç oluşturmaktadır.
Ankara 2 nolu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin itirazlar üzerine verdiği, 9.1.2004 tarihli ve 2004/10 D. İş sayılı kararı şöyledir: “Her ne kadar 3713 sayılı yasanın 8. maddesi yürürlükten kaldırılarak bölücülük propagandası suç olmaktan çıkarılmış ise ve sanık da adı geçen kitaplar nedeniyle bölücülük propagandası yapmak suçundan cezalandırılmışsa da kitaplar bir bütün olarak incelenip değerlendirildiğinde bölücülük propagandası yanında yürürlükteki yasalarımıza göre içeriğinin halen suç teşkil ettiği kanaatına varıldığından bu kitaplar yönünden istemin reddine karar vermek gerekmiştir.” (s.3)
Görüldüğü gibi Devlet Güvenlik Mahkemesi, kararında, kitapların hangi maddelere göre, hangi yasalara göre yasalara göre suç teşkil ettiğini bile söylememektedir. “Kitaplar, yürürlükteki yasalarımızın içeriğine göre suç teşkil etmektedir” demektedir. Bunun ne kadar geniş bir suç tanımı olduğu, sınırsız bir suç tanımı olduğu besbellidir. Buysa, evrensel hukuk ilkelerine aykırı bir tutumdur, hukukun evrensel ilkelerine aykırı bir yorumdur.
8. Kitaplar hakkındaki, bu arada Devletlerarası Sömürge Kürdistan kitabı hakkındaki toplatma ve yasaklama kararı sürmektedir. Şu açıkça görülmektedir. Özgürlükleri genişletme, düşün özgürlüğü önündeki engellere kaldırma adına, 1990’lardan beri çeşitli düzenlemeler yapılmıştır.Bu düzenlemeler, AB istiyor diye yapılmıştır. Fakat bütün bu düzenlemeler, Devletlarası Sömürge Kürdistan hakkındaki ve Beşikci’nin öbür kitapları hakkındaki toplatma ve yasaklama kararlarını kaldırmaya, kitapları serbest bırakmaya yetmemiştir.
Bu yazı Humanite'de yayımlanmış.
http://www.kurdinfo.com/i_besikci_humanite.htm