7-8 Eylül 2009 tarihli Taraf Gazetelerinde, Neşe Düzel’in İsmail Beşikçi ile yaptığı bir röportaj yayımlanmıştı. Bu röportajda Beşikçi, Kürtlerin ve Kürdistan’ın, 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, bölünmesine, parçalanmasına ve paylaşılmasına vurgu yapmış, Milletler Cemiyeti’ni, dönemin emperyal devletlerini eleştirmişti. Daha sonra, Cumhuriyet’le birlikte, Türkiye’de uygulanan inkar, imha ve asimilasyon politikalarını eleştirmişti. Daha sonra da, Kürtlerin, Ortadoğu’da devlet kurmalarının doğal bir hak olduğunu söylemiş, Kürt sorununun, Kürdistan sorunun özünde toprak sorunun olduğunu vurgulamıştı.
Bu dönemin, bilimin, siyasetin ve diplomasinin kavramlarıyla incelenmesi, eleştirilmesi gereği üzerinde de durmuştu.
Beşikçi’nin bu görüşleri birçok yazar, basın mensubu ve sivil toplum çalışanı tarafından eleştirildi. Bu eleştirilerden biri de Etyen Mahçupyan’a ait. Etyen Mahçupyan, 11 Eylül 2009 tarihli Taraf Gazetesi’nde, Yargı Savunmada başlıklı yazısının ekinde, bu görüşleri eleştiriyor. 9 Eylül 2009 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayımlanan Milliyetçiliğin Cehaleti başlıklı yazısına atıf yaparak, “cehalet siyaset üretmeye devam ediyor” diyor.
Eleştiri, özgür eleştiri düşün hayatının vazgeçilmez bir kategorisidir. Çok yararlı bir düşün yöntemidir. Eleştirilen kişinin yeniden, kendisini sorgulamasını sağlar. Fakat, Etyen Mahçupyan’ın, Beşikçi eleştirileri isabetli değildir. Bu konuda eleştirilmesi gereken temel konu, 1920’ler, Milletler Cemiyeti dönemidir. Bu dönemde, Kürtlerin ve Kürdistan’ın, bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması, Kürtlerin bağımsız devlet kurma haklarının gasbedilmesi, Kürtlere küçücük bir siyasal statü tanınmaması, gözlerden, dikkatlerden uzak tutulacak bir konu değildir. Etyen Mahçupyan’ın birinci planda bu emperyal politikaları, baskı politikalarını eleştirmesi gerekir. Etyen Mahçupyan Milletler Cemiyeti politikalarına, Türkiye’nin politikalarına bir şey demiyor. Bunları eleştiren Beşikçi’yi eleştiriyor. Kürtlere, “Türklerle birlikte yaşamaktan, ama, Türk’e benzeyerek yaşamaktan başka şansınız yoktur” diyen Kemalist uygulamalara bir şey demiyor, bunları eleştiren ve “Kürtlerin bağımsız devlet kurma hakları doğal bir haktır” diyen Beşikçi’yi “cehalet” kavramıyla anıyor.
Kürtlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması, bir insanın iskeletinin parçalanması, beyninin dağılması gibi bir etki yaratmıştır. Bu, her şeyden önce, Kürt toplumunun iç dinamiklerini zayıflatmış, yok etmiştir. Kürtler, elektrikle yüklü dikenli tellerle, mayın tarlalarıyla, iz tarlalarıyla, gözetleme kuleleriyle, casus uçaklarıyla… birbirlerinden ayrılmışlardır. Bu ayrılmayı derinleştirmek, yaygınlaştırmak ve devamlı kılmak için her türlü önlem alınmıştır. Örneğin, Diyarbakır, Van, Urfa ve çevrelerinin, Süleymaniye, Kerkük, Mahabad, Halep, Kamışlı gibi şehirlerle, Kafkasya ile ticari bağları koparılmıştır. 1915 de Ermenilere, Süryanilere ve Ezidilere karşı yaşama geçirilen soykırım, insan ve araç-gereç kaybı, bölgenin sanayileşmesine büyük bir darbe indirmiştir. Hem bu süreç, hem ayaklanmalar sürecinde köylerin yakılması-yıkılması, temel geçim kaynaklarının tahribi, sürgünler, Kürt toplumunun, Kürdistan’ın iç dinamiklerini tamamen yok etmiştir. Bölgenin sürekli sıkıyönetimlerle yönetilmesi, bölgeyi, Bağdat, Tahran, İstanbul gibi büyük merkezlerden de koparmış, ticaretin ve sanayinin gelişmesi engellenmiştir. Bu, bölgede şu veya bu şekilde biriken sermayenin devamlı olarak Batı’ya kaymasını sağlamıştır. Bölgenin geri bırakılması böyle bir süreç içinde gerçekleşmiştir. Bölgenin geri kalması, geri bırakılması bu dinamiklerin dışında düşünülemez.
Etyen Mahçupyan’ı okuyan, izleyen bir kişiyim. Ne Milletler Cemiyeti uygulamalarının, ne de Türkiye’deki baskı politikalarının onaylanmadığını, onların yanında yer alınmadığını yakından biliyorum. Ama bu eleştirileri, “cehalet” kavramını başka türlü nasıl yorumlamak gerekir? Aydınlar, “milliyetçiliğin iyisi yoktur, her türlü milliyetçilik kötüdür” büyük ezberini sürdürdükleri sürece, bu tür yanlışlar yapmaları kaçınılmazdır.
Etyen Mahçupyan’ın eleştirilerinde önemli bir nokta daha var. “Beşikçi, Kürtlerin devlet sahibi olmasını istiyor. Bunu da Kürtlerin nüfusunun büyük olduğuna bağlıyor.” diyor. “Az sayıda olsalardı, asimilasyon meşru mu olacaktı?” diyor. “Madem sayı, o zaman, sayıyı azaltma da meşru olmalı” diyor.
Kürtlerin Ortadoğu’da devlet kurma hakları elbette meşru bir haktır, doğal bir haktır. Ama, Kürt nüfusunu azaltma çabaları meşru değildir. Herhangi bir etnik grup az bir nüfusa sahip olsa, o etnik grubu asimile etme çabaları da meşru değildir.
Birleşmiş Milletler sayılarına göre, 1970’lerin başından itibaren 30 yıl içinde, (1973-2003),
Kerkük’ten çoğu Arap çöllerine, 97 bin Kürt aile sürüldü. Bu bir nüfus azaltma yöntemidir. (bk.www.peyamner.com News Agency, 26 Ekim 2009) Kürtlere Arap olma dayatıldı. Bu da nüfus azaltma yöntemidir. (Bk. Av. Tarık Cambaz, Kerkük’te Kürt ve Türkmen Soykırımı, Arapça’dan çeviren, Geylan, Necmettin Altıparmak, Deng Yayınları, 2. bs. Temmuz 2009 s. 95, 119)
1993 de, Barzanlar’a mensup 8 bin erkek bir baskınla evlerinden alındı. Bunlardan bir daha haber alınamadı. Topluca kurşuna dizilip toplu mezarlara konuldular. Bu da nüfus azaltma yöntemidir.
1980’lerin ortalarından itibaren, “hangi gaz daha zehirlidir, hangi gaz kitlesel bakımdan daha çok ölümler gerçekleştirir?” uygulamaları hep Kürtler üzerinde, Kürt köyleri ve Kürt mahkumlar üzerinde denendi. Batı ülkelerinde, fareler üzerinde yapılan denemeler, Kürdistan’da, Kürt köyleri üzerinde, Kürt mahkumlar üzerinde yapıldı. Bu denemeler sırasında, Halepçe’de, bir çırpıda öldürülenlerden daha çok Kürt öldürüldü. Bu da bir nüfus azaltma yöntemidir.
Okul yoluna, meralara, çöplüklere, oyuncak biçiminde, konserve kutusu biçiminde bombalar bırakırsınız. Bunları kurcalayan çocuklardan ikisi-üçü ölür, dördü-beşi yaralanır, sakat kalır. Bunlar da Kürt nüfusu azaltma yöntemidir.
Bir de “ayrılıkçılk”, “bölücülük” kavramları var. Kürtler, Doğu’da Farslarla yaşasınlar, Güney’de, Araplarla yaşasınlar, Kuzey’de Türklerle yaşasınlar… Kutsal statüko… Fars Devleti’nin birliği bütünlüğü, Irak Devleti’nin birliği bütünlüğü, Suriye Devleti’nin, birliği bütünlüğü, Türk devleti’nin birliği bütünlüğü. Kutsal statüko bu… Bu statükoyu eleştirdiğiniz zaman “ayrılıkçı”,”bölücü” oluyorsunuz. Peki, 1920’lerde Milletler Cemiyeti döneminde Kürtlere, Kürdistan’a dayatılan politikalar ne? Klasik sömürgelerde böl-yönet politikaları uygulanır. Kürdistan sömürge bile değildir. Burada uygulanan politika ise, böl-yönet-yoket politikasıdır.
Bugün, bu kutsal statükoyu eleştirenleri, “ayrılıkçı”, “bölücü” diyerek eleştirmek, suçlamak, 1920’lerdeki, Milletler Cemiyeti dönemindeki emperyal ploitikaları, uygulamaları onaylamak anlamına gelmez mi?
“Kürtler devlet istemiyor”, “Biz Kürt milliyetçiliğine karşıyız”, “biz bölücü, ayrılıkçı değiliz” gibi sözler tarih bilincinden yoksun sözlerdir. Çünkü, bölünen, parçlanan, paylaşılan zaten Kürtlerdir, Kürdistan’dır. PKK’yi, Demokratik Toplum Partisi’ni bu tür söylemleri sık sık dile getirdikleri için onaylamak, övmek, doğru değildir, bilakis bu düşüncelerinden ve bu tutumlarından dolayı bunları eleştirmek gerekir.
Neşe Düzel’le yapılan bu röportajda ileri sürülen düşüncelerden dolayı Beşikçi’yi eleştiren başka yazarlar, basın mensupları da oldu. Onlar, Beşikçi’yi, “oluk oluk kan akar”, “ortalık kan deryasına döner” gibi tehdit içeren bir terminolojiyle eleştirdiler. Bu kesim konuşmalarında, yazılarında, “kardeşlik” sloganını da sık sık dile getiriyordu. “Bin yıldır bir arada yaşıyoruz”, “bin yıldır kardeşçe yaşıyoruz” “kardeşiz”, “İslam kardeşiyiz” vs. Hem “kardeşlik”ten, “bin yıldır bir arada yaşamaktan söz ediliyor”, hem de Kürtler, “kan deryası” ile, “oluk oluk kan” la tehdit ediliyor. Federasyondan veya bağımsızlıktan söz edildiğini veya bunların gerçekleşme yoluna girdiğini düşünelim. O zaman, nüfusun gönüllü yer değiştirmesi, bunun için elverişli bir politik ortamın yaratılması neden düşünülemiyor acaba? “Kardeşlik” ille de, “oluk oluk kan”ı mı gerektirir?
3.11.2009
www.peyamaazadi.com