Kürtçe’yi unutturmak ve Türkçe’yi öğretmek için çok yoğun bir gayret var. Bunun için her yol mübah sayılıyor. Mesleğe yeni başlayan genç bir öğretmen de şöyle bir şey anlatmıştı : Bingöl taraflarında bir köye tayin edilmiştim. Mesleğe yeni başlıyordum. Okulda çok şey eksikti. Duvarlarda, çatıda, pencerelerde çok büyük sorunlar vardı. Kırtasiye eksikti. Çeşitli olumsuzluklar, olanaksızlıklar vardı. Öğrencilerle, ailelerle rahat ilişki kuramıyordum. Kürtçe konuşuyorlardı. Bu sorunları, Bingöl’e gidip Milli Eğitim Müdürlüğüyle konuşmaya karar verdim. Bunun için, okulun, bina olarak gereksinimleriyle ve kırtasiye gereksinimleriyle ilgili bir liste hazırladım. Milli Eğitim Müdürlüğü’nün bunları karşılayacağını düşünüyordum. O zamanlar çok idealisttim. Milli Eğitim Müdürü’yle görüştüm. Müdür beni dinledi. İhtiyaç listesini inceledi. Daha sonra bana şunları söyledi: ‘Hoca, bizim öğretmen olarak senden istediğimiz çok basittir. İki şey istiyoruz. Bu iki konuyu öğretmeni istiyoruz. Birinci olarak onlara Türk olduklarını, Ortasya’dan geldiklerini öğret, buna bağlı olarak Türkçe öğret. O ilkel dillerini konuşmalarına engel ol, o ilkel dillerini unutmalarını sağla, bunun için her türlü önlemi al. Türk olmanın mutluluğunu yaşamalarını sağla... İkinci olarak da onlara Müslüman olduklarını, din kardeşi olduğumuzu öğret. Bunları öğret yeter, gerisi teferruat, önemli değil. Bunları öğretmek için de listedeki malzemeler gerekli değildir. Müdür bunları söyleyerek listeyi bana verdi. Müdür Türkiye ve Ortaasya haritalarının olup olmadığın da sordu. Bunları temin etmem gerektiğini söyledi. Odadan sessizce çıktım. Büyük bir hayal kırıklığına uğramıştım.’
Olay 1970’lerin ortalarında cereyan ediyor. Kürtlere, Kürt çocuklarına, Türkçe’yi öğretmek, Kürtçe’yi unutturmak için her şey yapılıyor. Kürtleri, Kürtlükten ve Kürtçe’den uzak tutmak için her türlü önlem alınıyor, uygulanıyor. Kürtler ve Kürtçe aşağılanıyor, horlanıyor. “Kürtler ilkel bir aşirettir, çapulcudur, eşkiyadır.” Kürtçe ilkel bir dildir. Bu ilkel dil yazı dili falan değildir. Kürtlerin, medeniyetle, çağdaşlıkla buluşması için, bu ilkel dili unutması, modern bir dili örneğin Türkçe’yi konuşması gerekir. Kürtler, ancak Türkçe aracılığıyla çağdaş medeniyetle buluşabilir.” “Kürtçe denen bu ilkel dil 30 kelimesi bile olmayan bir dildir, daha doğrusu bir ağızdır.” 1971’de, 12 Mart rejiminde, Diyarbakır’da, Sıkıyönetim Mahkemesi’nde görülen Devrimci Doğu Kültür Ocakları Davası’nda, askeri savcı, iddianamesinde yukarıdaki görüşü de dile getirmişti. Askeri savcının bu iddiasına karşı Musa Anter, “gıt gıt gıdak diyen tavukların bile otuz kelimesi var, Kürtler ve Kürtçe neden bu kadar aşağı görülüyor...” demişti.
Buradaki önemli sorun şudur: Kürtler ve Kürtçe böylesine yok sayılınca, görmezlikten gelinince, fiili olarak, bu toplumsal ve dilsel kategorileri yok etmek için çok büyük çabalar sarf ediliyor, çeşitli baskı mekanizmaları kullanılarak operasyonlar yapılıyor. Bu inkar ve imha söyleminin, bu operasyonların, bireylerde, ailelerde, toplumda derin travmalar yarattığı açıktır. Kürtlerde, kimlik, Kürt kimliği, işte böyle bir inkar ve imha sürecinde oluşuyor.
Dil aslında, insanlık durumuyla, insanını doğal durumuyla ilgili bir sorundur. Her insanın doğal olarak bir dili vardır. Doğarken sahip olduğu, anasından, ailesinden öğrendiği bir dil, anadil. Bu bakımdan dil, insanını varoluşunun bir göstergesidir, dil, insanın varoluşuyla ilgili bir durumdur. Tek başına ele alındığında dilin politik bir yönü yoktur. Ama bir halkın dili, bir insanın dili, bir siyasal iktidar tarafından, bir devlet tarafından ısrarla yok sayılıyorsa, halk da ısrarla dilini, kültürünü savunuyorsa, bu çelişkiden artık politik bir sorun da ortaya çıkar. Devlet, siyasal iktidar, bu dili yok etmek için, dilin konuşulmasını, yazılmasını, öğrenilmesini, öğretilmesini, yaygınlaşmasını engellemek için, geniş kitleleri, yerlerinden yurtlarından kopararak sürgün etmek dahil her yola başvuruyorsa, bu da artık, politik hale getirilmiş sorunun derinleşmesine neden oluyor.
Demokrasi sadece siyasal partilerin olması, belirli aralıklarla, örneğin dört yılda bir genel seçimlerin yapılması, parlamentonun olması gibi bazı mekanizmalardan ibaret değildir. Demokrasi aslında, değerlerin savunulması için gereklidir. Sayılan mekanizmalar demokrasi için elbette gereklidir fakat bu mekanizmalar her zaman değerleri savunmak için yeterli olmuyor. İnsan hakları, hukukun üstünlüğü, adalet, eşitlik, özgürlük, ifade özgürlüğü bu temel değerlerdendir. İnsanın kendi anadilini özgüce kullanabilmesi de bu temel değerlerdendir. Ama, Türkiye’de bu mekanizmaların, bu değerleri, evrensel değerleri koruduğu, güçlendirdiği söylenemez.
1980’lerin sonlarında, Bulgaristan’da, orada yaşayan Türklerin isimlerinin Bulgarca isimlerle değiştirilmesini amaçlayan, yani Türkleri Bulgarlığa asimile etme amacında olan bir politika izleniyordu. Türkiye’de bu politikaya gerek devlet, gerek sivil toplum kurumları çok yoğun tepki gösterdi. Bu, basında-medyada, üniversitede, kamu yönetiminde, siyasal partilerde, sendikalarda, yazarlar arasında vs. yıllarca süren bir politika, kampanya oldu. Türkiye’de gerek devlet, gerek sivil toplum kurumları, Bulgaristan’daki Türklerin Türklüğünü, Türkçe’yi savunurken, Bulgarlaştırılmaya karşı direnişi savunurken, insan hakları belgelerini, uluslar arası insan hakları kurumlarını, bir bakıma da evrensel değerleri savunuyorlardı. Kürtler, Kürt dili vs. olduğundaysa, terör kavramı, terör ilişkileri gündeme getiriliyor. Birbirine zıt bu değerlendirmenin, iki standartlı bu düşüncenin Kürtlerin zihnini açıcı bir işlev olduğu kanısındayım. İşte Kürtlerde kimlik, böyle bir inkar ve imha süreciyle birlikte gelişti. İnkarın, reddin, kimliğini oluşmasındaki rolü büyüktü.
İnkar, ret ve imha süreçlerinin nasıl işlediğine biraz daha yakından bakılmasında yarar vardır. İkinci Dünya Savaşı’ndan, özellikle 1960’lardan sonra, Asya’da ve Afrika’da sömürgeler bağımsızlıklarına kavuşmaya başladı. Bağımsızlık mücadelesini yürüten örgütlerle, metropol ülke yönetimleri arasında şöyle bir ilişki vardı. Bağımsızlık mücadelesini yürüten örgüt, mücadelenin belirli bir aşamasında, siyasal isteklerini bir bildiriyle, metropol ülkeye açıklıyordu. Metropol ülke yöneticileri, bildiride dile getirilen bu istekleri inceliyor, onlara şu veya bu şekilde cevap veriyordu. Bu, “şu şu konuları görüşmem ama şunları görüşebiliriz…” şeklinde bir cevaptı. Bu, dikkate değer bir tutumdur. Diyaloga, diplomasiye değer veren bir tutumdur. “Şunları görüşmem, o konularda taviz vermem söz konusu olamaz ama şunları görüşebilirim” demek, görüşmeler için kapıyı açık bırakmak anlamına geliyor. Afrika’da, 1960’lardan sonra, sömürgelerin bağımsızlığa kavuşması hep bu yöntemle gerçekleşmiştir. Afrika’da silahlı mücadele sonunda bağımsızlığa kavuşanlar, sadece Cezayir ve Portekiz sömürgeleri, yani Angola, Mozambik ve Gine Bisseau olmuştur. Afrika’daki öbür İngiliz, Fransız ve Belçika sömürgeleri, hep, ulusal kurtuluş örgütleriyle metropol ülkeler arasında yapılan anayasal görüşmelerle bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. Bugün Afrika’da 50’nin üzerinde ağımsız devlet var. Türkiye ise, Kürtlerden gelen bütün istekleri bilmezlikten, duymazlıktan geliyor, bunları hiç dikkate almıyor, bütün kapıları kapatıyor. Sorunu, orduyla, jandarmayla, polisle çözmekten başka bir şey düşünmüyor. Baskı politikaları ise sadece çözümsüzlük üretiyor, sorunları daha da derinleştiriyor.
Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu ve Gelişmesi
Bu noktada, Türk milliyetçiliğinin doğuşuna ve gelişimine kısaca göz atmakta yarar vardır. Türk milliyetçiliğinin doğuşunda ve gelişmesinde, Tanzimat döneminde, Rusya’dan gelen Türk aydınlarının büyük rolü olmuştur. Rusya’dan gelen bu aydınlar Kırım Türkleri’ydi ve Azeri Türkleri’ydi. Mirza Fethali Ahundzade (1812-1878), İsmail Gaspıralı (1851-1914), Hüseyinzade Ali Bey (1864-1942), Ahmet Ağaoğlu (1869-1939), Yusuf Akçüra (1876-1935) gibi Tatar ve Azeri aydınlar, Rusya’da yaşamlarını sürdürmede zorlandıkları zaman, Osmanlı yönetimine sığınmışladır. Mirza Fethali Ahundzade, Hüseyinzade Ali Bey, Ahmet Ağaoğlu, Azeri Türkleri’ndendi. İsmail Gaspıralı Kırım, Yusuf Akçura Kazan Kürtleri’ndendi. Bu kişiler Rus drespotizminden, Panslavizmden şikayet etmekte, bu kavramlar etrafında gerçekleştirilen uygulamaları eleştirmektedirler. Panslavizmin Çarlık Rusyası’nda toplumsal ve siyasal alanda, ana akım olduğunu, Rusya’da, Kırımda. Kazan’da, Azerbaycan’da Kırgızistan’da, Türkmenistan’da yaşayan Türklerin Ruslaştırılması için çok yoğun çaba gösterildiğini dile getirmekte ve bu süreçleri eleştirmektedirler. Panslavizmin Türkleri Ruslaştırma çabalarına karşı, Türkçe şiirler, oyunlar, hikayeler, incelemeler yazıldığı Türkçe eğitimin kurumlaştırılmaya çalışıldığı anlatılmaktadır. Panslavizmin Ruslaştırma uygulamalarına karşı ayakta kalabilmek için çok yoğun bir çaba harcandığı belirtilmektedir. Ruslaştırma çabaları, bunun yarattığı sıkıntılar çok zengin olgulara dayanılarak dile getirilmektedir.
Günümüzde, Türkiye’de aydınlar da, yukarıda isimleri belirtilen kişiler için benzer değerlendirmeler yapmaktadır. Bu Türk aydınlarının, Rus despotizmine karşı mücadele ederek Türk dilini, Türk kültürünü, Türk toplumunu ayakta tutmaya çalıştıkları, böylece, Türklerin Ruslaştırılmasına engel oldukları söylenmektedir. Rusya’da Türkçülük akımının gelişmesinde, Müslümanlık anlayışının da çok büyük bir rolü olmuştur. Kazanlı din ve tarih uzmanı olan Şehabettin Mercani’nin, Cemalettin Afgani (1839-1897), Muhammed Abduh (1849-1905) ve Muhammed İkbal’in (1876-1938) görüşleri Rusya’daki Müslümanlar arasında hızla yayılmıştır. Bu görüşler, kısaca, “Müslümanlar, Batı’daki gelişmelere ayak uydurmalıdır” şeklinde dile getirilebilir.
Bu sürecin Kürt sorunuyla ilgili çok önemli bir yönü vardır. O da şudur. Rusya’dan Osmanlı’ya sığınan, daha sonra da Türkiye’de yaşayan bu kişiler devlet bürokrasisinde de önemli görevler almışlardır. Örneğin Ahmet Ağaoğlu, Yusuf Akçura gibi aydnlar, devletin Kürtlere karşı geliştirdiği asimilasyon politikalarının saptanmasında ve uygulanmasında, önemli görevler almışlar, önemli roller oynamışlardır. Rusya’da Türklerin Rus asimilasyonuna karşı çıkanların, baskılardan dolayı Rusya’yı terk edenlerin, Türkiye’de Kürtlerin Türklüğe asimile edilmelerinde gerek fikri düzeyde, gerek uygulama düzeyinde görev almaları tarihin bir ironisi olabilir. Rusya’da, Panslavizme karşı çıkmışlar diye bu kişileri öven Türk milliyetçilerinin, Kürtlere karşı geliştirilen asimilasyon politikalarını şiddetle desteklemeleri, yine, üzerinde durulması gereken bir konudur.
Doğu’da ve Batı’da birçok araştırmacı, Türk milliyetçiliğinin doğuşu ve gelişimiyle ilgili incelemeler yayımladı. Bu incelemelerde, Rusya’dan gelen, Kırım, Azeri ve Kazan Türkleri’nin rolü üzerinde de durdu. François Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri, -Yusuf Akçura (1876-1935)- çev. Alev Er, Yurt Yayınları, 1986, David Kushner, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu (1876-1908) Çev. Şevki Serdar Türet-Rekin Ertem-Fahri Erdem, Kervan Yay. 1979, Uriel Heyd, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, Çev. Kadri Günaay, Kültür Bakanlığı Yay. 1979, Masami Arai, Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği, Çev. Tansel Demirel, İletişim Yay. 2000
Bu incelemelerde, Kürtlere, Kürt sorununa ilişkin değerlendirmeler yoktur. Rusya’dan gelen, Osmanlı’ya/Türkiye’ye sığınan aydınların, Türkiye’de Kürtlere karşı geliştirilen asimilasyon politikalarında oynadıkları role ilişkin değerlendirmeler de yoktur.
Rusya’da Türklerin Ruslaştırılmasına karşı çıkışla, Türkiye’de Kürtlerin asimilasyonuna destek oluş arasında bir çelişki olduğu, iki standartlı bir düşünce yaratıldığı açıktır. Tarih, Sosyoloji, Siyaset Bilimleri gibi sosyal bilimler ancak, bu çelişkilerin çözümlenmesiyle zenginleşir, gelişir. Bu çelişkileri, bu durumları görmezlikten gelmek, yok saymak, bilimsel gelişmeyi dondurucu bir etki yapar.
Bu tür değerlendirmeler Ali Engin Oba, (Türk Milliyetçiliğini Doğuşu, İmge Yay. 1995), Yusuf Sarınay, (Türk Milliyetçiliğinin Tarihi Gelişimi ve Türk Ocakları 1911-1931 Ötüken Yay. 2.bs. 2004), İbrahim Bahadır, (Ümmetten Millete Türk Ulusu İnşası (1860-1945) Kalan Yay. 2000), Füsun Üstel, (İmparatorluktan Ulus-Devlete Türk Milliyetçiliği: Türk Ocakları (1912-1931) İletişim, 1997 ) gibi araştırmacılarda da yoktur. Yusuf Akçura’ nın, (Tükçülük, Türkçülüğün Tarihi Gelişmesi, Türk Kültür Yay. 1978, Yeni Türk Devleti’nin Öncüleri, 1928 Yılı Yazıları, Kültür Bak. Yay. 1981) gibi incelemelerinde de doğal olarak yok.
İnkar, imha ve ret operasyonlarına karşı Kürtlerin, özellikle okur-yazar Kürtlerin, yüksek öğrenimli Kürtlerin tutumlarının incelenmesi de gerekir. Çocukluk anıların anlatan bu Kürtler, ilkokula başladıklarında, tek kelime Türkçe bilmediklerini vurguluyorlardı. Günümüzdeyse, yüksek öğrenim gören, doktor, avukat, mühendis, öğretmen, muhasebeci-mali müşavir olan, müteahhit olan bu Kürtler, kamu yönetiminde çalışan Kürtler, daha doğrusu bunların önemli bir kesimi artık Kürtçe konuşmuyor, konuşamıyor. Kürtçe yazamıyor, Kürtçe kitapları, gazeteleri vs. okuyamıyor. Çocuklarıysa babalarının mücadelesinden bile habersiz. Babalarındaki heyecan çocuklarında hiç yok…
Bu bakımdan yüksek öğrenimli bu Kürtlerin bu tutumlarının da ciddi bir şekilde irdelenmesi, eleştirilmesi gerekir. Bu, elbette, Kürtlerin nerede yaşadıklarıyla da yakından ilgisi olan bir durumdur. Türkiye’nin metropol kentlerinde yaşayan Kürtlerle, Kürt coğrafyasında yaşayan Kürtlerin tutumlarının çok farklı olacağı açıktır.
20 Haziran 2007