Hegemonya kavramını, bir devletin bir toplum üzerinde veya halkın belirli kesimi üzerinde kurduğu baskı ve üstünlük olarak anlıyorum. Bir toplum üzerinde hegemonya kurulmasında ve üstünlük sağlanmasında devletin zorlayıcı baskı araçlarının kullanılmasının çok büyük bir rolü ve işlevi vardır. Baskı ve disiplin giderek, rıza ve onaya dayanan kültürel ve ideolojik bir değerler sisteminin oluşmasını getirebilir.
Ortadoğu’da Kürt toplumu üzerinde hegemonya nasıl kurulmuştur? Ortadoğu’da, Kürt halkı üzerinde hegemonya kurulmasını kolaylaştırıcı çok önemli bir etken vardır. Bu, Birinci Dünya Savaşı sonlarında, diyelim l920’lerde, Kürtlerin halk olarak, Kürdistan’ın ülke olarak bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması olgusudur. Bu, baskının ve disiplinin yani devletin zorlayıcı baskı araçlarının, bu sürece katılanlar tarafından müştereken kurulduğunu gösterir. Birinci Dünya Savaşı sonlarında, Kürtleri ve Kürdistan’ı bölme, parçalama, paylaşma sürecine katılanlar hangi güçlerdi? Büyük Britanya, dönemin en önde gelen emperyal gücüydü. Dünya ölçeğinde politikanın belirlenmesinde ve yönlendirilmesinde, Büyük Britanya birinci planda gelen bir güçtü. Fransa, Büyük Britanya’dan çok sonra gelmesine, Büyük Britanya’yla arasında çok büyük bir mesafe olmasına rağmen ikinci planda rol oynayan bir emperyal güçtü. Bu güçler, İran’la, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılarak kendi geleceklerini belirlemeye çalışan Arap yönetimleriyle, Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti’yle de işbirliği yaparak Kürtlere ve Kürdistan’a ilişkin temel politikayı gerçekleştirdiler. Düşünelim ki, Kürtler ve Kürdistan, daha, 17. yüzyılın ilk yarısında, Osmanlı İmparatorluğu ve İran İmparatorluğu arasında ikiye bölünmüştü. İran kesiminin kuzey tarafları da, yani Kafkasya’nın güneydoğu yöreleri de, 19. yüzyılın ilk çeyreğinde, Rus-İran savaşları sonunda, Rus İmparatorluğu’nun egemenlik alanına girmişti. Böylesine bölünmüş, parçalanmış bir toplum üzerinde hegemonya kurmak, hegemonyayı geliştirmek, kökleştirmek çok kolaydır. Kürtler ve hegemonya, Kürtler üzerinde hegemonya kurulması gibi konular incelenirken bölünme, parçalanma ve paylaşılma olgusunun birinci planda tutulması, ele alınması gerekir kanısındayım. Bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmış olmasının en büyük etkisi, bu sürecin her zamanda, her mekânda kendini yeniden üretiyor olmasıdır. Coğrafya üzerinde, halk üzerinde, bir kere böyle bir süreç yaşandığı zaman, bunun daha küçük birimlerde de kendini göstermesi kaçınılmaz olmaktadır. Aşiretler ekseninde bir bölünme, aileler ekseninde bir bölünme, aynı ailede kardeşler arasında bir bölünme, dinsel inançlar arasında bir bölünme, çeşitli alanlarda, çeşitli zamanlarda kendini gösterebilir.
Bu süreçte, yani hegemonya kurulması süreciyle birlikte, ele alınması, irdelenmesi gereken diğer bir kavram resmi ideoloji kavramıdır. Devletin egemen görüşleri ve düşünceleri konusunda, halkın rızasının ve onayının alınması da ihmal edilemez bir süreç olmaktadır. Zira, herhangi bir toplumun her zaman baskıyla, yani devletin zora dayalı baskı araçlarıyla yönetilmesi mümkün olmamaktadır. Devletin resmi görüşlerine, resmi düşüncelerine göre, bir kültürel yapının, normlar dizgesinin yaşama geçirilmesi de gerekli olmaktadır. Bu bakımdan ideoloji, özellikle resmi ideoloji kavramı üzerinde ayrıntılı bir irdeleme yapmak, somut olgular karşısında, resmi ideolojinin anlamını tartışmak, hegemon ilişkilerin nasıl kurulduğunun ve geliştiğinin anlaşılması bakımından kaçınılmaz olmaktadır. İdeoloji nedir? İdeoloji, herhangi bir egemen sınıfın, bir zümrenin, egemen bir siyasal partinin, halk üzerinde uyguladığı baskı ve terörünü gizlemek, örtmek niyetiyle ve bu amaçla ürettiği ve yaşama geçirdiği, etkin bir şekilde kullandığı, somut gerçeklikleri bozmaya, çarpıtmaya, kavramların içeriğini boşaltmaya çalışan birtakım inançlar, fikirler, kandırmacalar, aldatmacalardır. İdeolojilerde önemli olan inançtır. İnanç fikirden çok çok önce gelmektedir. İdeolojiyi, fikirler dizgesi diye tanımlamak yeterli değildir, bu tanımlama doğru da değildir. İdeolojide belirleyici ve yönlendirici boyut inanç içeriğidir. İleri sürülen herhangi bir düşüncenin doğru olduğuna inanacaksınız, o düşüncenin tek gerçek olduğuna inanacaksınız, bunları öğreneceksiniz, buna göre tavır ve davranış sergileyeceksiniz. Herhangi bir ideolojiyle ileri sürülen düşüncelerin eleştirilemez, tartışılamaz, doğruluğundan kuşku duyulamaz olduğu bilinen bir gerçektir. Bu yüzden bilim ile ideoloji arasında çok büyük farklar, hatta uzlaşmaz çelişkiler olduğu da görülmektedir. Bilim, özgür eleştiriye dayalı bir düşün kategorisidir. İleri sürülen, açıklanan bir düşünce hakkında kuşku duyma, tartışma, eleştirme, bilim yönteminin vazgeçemeyeceği bir süreçtir. İdeolojide, böyle bir boyutun olmadığı çok açıktır. İdeolojiyle resmi ideoloji arasında da çok önemli bir fark vardır. Resmi ideoloji, devletin idari ve cezai yaptırımlarıyla korunan ve kollanan bir ideolojidir. Devletin ileri sürdüğü görüşleri, resmi düşünceleri kabul etmediğiniz, benimsemediğiniz, bunları somut olgular karşısında, olgusal ilişkiler karşısında eleştirdiğiniz zaman çeşitli idari ve cezai yaptırımlarla karşılaşabilirsiniz. Siyasal sisteminde resmi ideolojiye yer veren bir toplumda egemen ideoloji elbette resmi ideolojidir. Bu toplumda örneğin burjuvazinin de bir ideolojisi vardır. Burjuvazinin ideolojisinin eleştirilmesi, örneğin, burjuvazinin sömürücü bir sınıf olduğu, halkın emeğine, birikimine el koyduğu, halkı yoksullaştırdığı, gelir dağılımında büyük bir dengesizlik olduğu, milli gelirin çok büyük bir kısmının burjuvazinin üst katmanlarına gittiği vs. söylense, bunlarla ilgili olarak idari ve cezai bir yaptırım gündeme gelmez. Ama burjuvazinin yapıp ettikleri, siyasal ve toplumsal değerleri Kürt sorunu açısından eleştirilse yaptırımlar gündeme gelebilir.
Resmi ideolojinin sadece Kürt sorununa ilişkin kabulleri, yani ileri sürdüğü düşünceler, görüşler yoktur. 80 yılı aşkın Cumhuriyet tarihi incelendiğinde, sol akımlara, örneğin komünizme, dinsel akımlara, örneğin şeriat istemine karşı da, resmi ideoloji tarafından düşünceler, görüşler getirilmiştir. Fakat devlet bunları artık ciddi bir tehdit olarak algılamamaktadır. Örneğin en çok şikayet edilen örgütlerden Hizbullah’ın da derin devlet tarafından kurulduğu düşünülmelidir. Kürtler, Kürt sorunu etrafında geliştirilen düşünceler ise çok büyük bir tehdit olarak algılanmaktadır. Hegemonya ve Kürtler konusu incelenirken, Ortadoğu’da Kürtler üzerinde hegemonyanın nasıl kurulduğu incelenirken resmi ideolojinin Kürtlere, Kürdistan’a ve Kürtçe’ye ilişkin görüşlerinin nasıl oluştuğuna da bakmak gerekir.
19. yüzyılın sonlarından itibaren, İstanbul’da Kürtçe dergiler ve gazeteler yayımlandığı görülüyor. Bu gazeteler ve dergiler Kürtçe olarak yayımlanıyor, zaman zaman da Kürtçe-Türkçe olarak yayımlanıyor. Mithat Mikdat Bedirhan’ın yöneticiliğindeki Kürdistan gazetesi 1898’de Kahire’de yayına başlıyor. Kürdistan gazetesi, Osmanlı yönetiminin, Mısır yönetiminden istemi sonucu oluşan baskı üzerine Mısır’dan ayrılmak zorunda kalıyor ve Cenevre’de yayına devam ediyor. Oradan da baskı üzerine tekrar Kahire’ye, oradan da Londra’ya taşınıyor. Londra’dan Folkstone’e, (İngiltere) ve oradan tekrar Cenevre’ye taşınıyor. Son sayı olduğu sanılan 31. sayı 1902’de yayımlanıyor. Rojhilat u Kürdistan gazetesi 1908’de, İstanbul’da, JönTürk devriminden sonra yayımlanıyor. Kürt Teavün ve Terakki Gazetesi yine İstanbul’da, 1908’de yayımlanıyor. 1908’de yayına başlayan bir gazete de Kürdistan’dır. İlk gazetenin devamı olarak İstanbul’da yayımlandı. 1910’larda bazı Kürt aileleri, İstanbul’da, çocukları için Kürt okulları oluşturmaya başladılar. Roji Kürd dergisi 1913 yılında yayına başladı. Bu derginin hükümet tarafından kapatılmasından sonra ise Hetawi Kürd dergisi yayımlandı. Hetawi Kürd de 1913’te yayımlandı. O’nun da kapatılması üzerine Yekbun yayına başladı. 1918 yılı sonlarına doğru Jin dergisi yayın hayatına girdi. 1919’da Kürdistan gazetesi tekrar yayımlandı. Bu, Kürdistan adıyla çıkan üçüncü yayın oluyor. Birincisinin 1898, ikicisinin 1908 olduğunu yukarıda belirtmiştim. 1919 yılında Jin gazete olarak da yayına girdi. Bu gazete ve dergilerin Kürtçe yayımlandığını, Türkçe yazılara da yer verildiğini belirtmiştim. İstanbul’da ve yabancı ülkelerde yayımlanan bu gazete ve dergilerin, Bitlis, Muş, Diyarbakır, Van, Hakkari, Süleymaniye, Hewler, Kerkük gibi, Kürtlerin yaşadığı şehirlere gönderildiği de biliniyor. Bunların okunduğu, tartışıldığı da görülüyor. Dergiler, gazeteler ayrıca, Paris, Londra, Cenova, Kahire, Moskova, Şam, Bağdat, Tahran gibi merkezlere de gönderiliyor.
Resmi ideolojinin nasıl oluştuğunu, Kürtler üzerindeki hegemonyanın nasıl kurulduğunu anlamaya çalışıyoruz. Yukarıda belirtilen bilgilerden sonra, ilişkilerin bir boyutuna daha işaret etmek gerekiyor. Bu dergilerin ve gazetelerin büroları Cağaloğlu’ndaydı. Bu bürolar, belki de İttihat ve Terakki’nin, Hürriyet ve İtilaf’ın, veya Kuvva-i Milliye’nin yayın organlarının bürolarına komşu bürolardı. Bu bürolar belki de aynı apartmanda, alt-üst dairelerdeydiler veya aynı katta karşılıklı dairelerdeydiler. Yani Kürtçe dergiler ve gazeteler yayımlandığı, Türk gazetecileri ve yazarları tarafından, Darulfunun hocaları tarafından görülmektedir, bilinmektedir. Belki de, Türk olan bu gazeteciler yazarlar, müderrisler, Kürtçe dergileri, en azından ellerine alıp incelemiş, karıştırmış olabilirler. Bunların legal yayınlar olduğu da bilinmektedir. Bu gazeteler ve dergiler hakkında zaman zaman soruşturmalar, davalar açılmış olabilir. 1913’te arka arkaya yayımlanan Roji Kürd, Hetawi Kürd, Yekbun örneklerinde görüldüğü gibi, sürecin, ilişkilerin önemli bir boyutunun da soruşturmalar, kovuşturmalar olduğu anlaşılıyor. Bürolarının açık adresleriyle, İçişleri Bakanlığı’nın basın işleriyle ilgili bölümüne kayıt olmalarıyla, ilgi duyan herkesin görebileceği, ulaşabileceği yayınlardır, bu dergiler ve gazeteler… Ama, Cumhuriyet’le birlikte ne görüyoruz? 1923-1924 yıllarından sonra artık, Kürtlerin milli varlığı, Kürtçe’nin bağımsız bir dil olarak varlığı inkâr ediliyor, reddediliyor. 1930’larda geliştirilen Türk Tarih Tezi, Güneş-Dil Teorisi gibi resmi görüşlerle bu inkâr ve ret sistematik bir hale getiriliyor. Kürtlerin halk olarak varlığını, millet olarak varlığını, Kürtçe’nin dil olarak varlığını inkâr edenler, reddedenler arasında, İttihatçı, Hürriyet ve İtilafçı, Kuvva-i Milliyeci, Kemalist, yazarlar, gazeteciler, Darülfunun hocaları da var. 19. yüzyılın sonlarında, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, Kürtçe gazeteler ve dergiler yayımlandığını, bunların okunduğunu, tartışıldığını, bu gazetelerin, dergilerin, Bitlis, Muş, Diyarbakır, Siirt Hakkari, Süleymaniye, Kerkük, Hewler gibi Kürtlerin yaşadığı şehirlere de gönderildiğini bilen, gören, duyan Türk yazarları, gazetecileri, Darülfunun müderrisleri, artık, Kürt diye bir halkın, milletin olmadığını, Kürtçe diye bilinen bir dilin olmadığını, herkesin Türk olduğunu, kendilerine Kürt denenlerin de Orta Asya’dan gelen Türk boylarından biri olduğunu ispat etmeye çalışıyorlar. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, Kürtçe dergiler ve gazeteler çıktığını bilenler, görenler, artık, Kürtçe’nin ilkel bir dil olduğunu, yazı dili olmadığını, Kürtçe yazılmış bir yazıya, Kürtçe yazılmış bir kitaba rastlamadıklarını da anlatıyorlar. Böylesine bir fikri dönüşüm nasıl gerçekleşiyor acaba?
Bu, resmi ideolojinin nasıl oluştuğuyla ilgili bir gözlem oluyor. Bu gözlem üzerinde dikkatli bir şekilde durmak gerekiyor. Burada, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet’e geçiş sürecinin de daha dikkatli, daha soğukkanlı ve ayrıntılı bir şekilde ele alınması gerekli oluyor. Kürt sorunu açısından bunu yapmak kaçınılmaz oluyor.
Yukarıda, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yayımlanan Kürtçe gazetelerden ve dergilerden söz etmiştik. Aynı dönemde, Kürt Millet Fırkası, Kürt Demokratik Fırkası gibi örgütlenmeler de var. Bu örgütlenmeleri de kısaca şu şekilde belirtmek mümkündür. Kürt Azm-i Kavi Cemiyeti (1900), Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti (1908), Kürt Teali ve Terakki Cemiyeti (1910), Kürt Talebe Hevi Cemiyeti (1912), Kürdistan Teşrik-i Mesai Cemiyeti, (1912), Kürt İrşad ve İrtika Cemiyeti (1912), Kürdistan Muhiban Cemiyeti (1918) Kürt Tamim-i Maarif ve Neşriyat Cemiyeti (1918), Kürt Kadınlar Teali Cemiyeti (1919), Kürt Millet Fırkası (1919), Kürdistan Teali Cemiyeti (1919), Kürdistan Teşkilat-ı İçtimaiye Cemiyeti (1920), İstihlas-ı Kürdistan Cemiyeti (1920)… Bu örgütlerin de yerine ve zamanına göre Kürt halkı arasında önemli gelişmeler gösterdiği görülüyor. Örneğin, 1908’de kurulan Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti’ne, O’nun hükümetçe kapatılmasından sonra 1910 yılında kurulan Kürt Teali ve Terakki Cemiyeti’ne, Kürt şehirlerinde büyük bir katılım olduğu kolayca görülüyor.
İttihatçılarla Hürriyet ve İtilafçılar arasında pek çok konuda duygular ve düşünceler arasında fark olabilir. Ama, Kürdistan sorununa yaklaşım ve Kürt sorununu kavrayış açısından ciddi bir fark olmadığı açıktır. Solcularla sağcılar arasında, laik olanlarla dinsel ideolojiyi savununlar arasında çeşitli konularda anlayış ve kavrayış farkları olabilir. Ama Kürtlere ve Kürt sorununa aynı niyetlerle, aynı duygularla, aynı kavramlarla yaklaşıyorlar. İttihatçılarla Kuvva-i Milliyeciler veya Kemalistler arasındaki ilişkilerde de bu temel boyutu görmek mümkündür. Bu, Türk düşüncesinin, artık, devlet görüşüne yani resmi ideolojiye bağlı olarak geliştiğinin önemli bir göstergesi oluyor. Cumhuriyet’le birlikte gelişen fikir hayatının temel karakterinin bu yönde olduğu besbellidir. Yazarlar, gazeteciler, siyasetle uğraşan kişiler, üniversite profesörleri, artık, soruna Kürtlerin ve Kürtçe’nin inkârı ve imhası temelinde yaklaşıyorlar. Birbirleriyle çelişen, çatışan siyasal hareketlerin, Kürtler ve Kürdistan sorunu konusunda, artık, devlet gibi düşündüğü açık bir gerçektir. Yukarıda, Osmanlı yönetiminin sonlarında, yani, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde kurulan, faaliyet gösteren birçok örgütten, siyasal partiden söz etmiştim. Cumhuriyet’le birlikte, Kürtler ve Kürtçe nasıl inkâr ediliyorsa, reddediliyorsa, bu örgütlenmeler de artık bilmezlikten, görmezlikten geliniyor, yok sayılıyor, suç örgütü sayılıyor. Resmi ideolojinin oluşumunda bu, dikkate değer bir çizgidir. Dikkate alınması ihmal edilemez bir çizgidir.
1930’ların sonlarına, 1940’lara, 1950’lere bakalım. Kürtlerin büyük bir çoğunluğu da, Türk yöneticilerinin, yani resmi ideolojinin bu görüşlerini, bu düşüncelerini doğrular bir duruş sergiliyorlar. Bu sürecin nasıl geliştiğini, zengin olgusal dayanaklarıyla açıklayabiliyoruz. Fakat bu sürecin bir sonucu üzerinde daha durmak gerekiyor. 19. yüzyılın sonlarından itibaren Kürtçe dergiler ve gazeteler yayımlandığını söylemiştik. İstanbul’da yayımlanan bu gazetelerin ve dergilerin belirli sayılar dahilinde kütüphanelere gönderildiği, kataloglara kaydedildiği de biliniyor. Cumhuriyetle birlikte, Kürtlerin ve Kürtçe’nin inkârıyla, reddiyle ve imhasıyla ilgili yeni bir süreç başlıyor. Tarihte Kürt diye bilinen bir halkın olmadığı, Kürtçe diye bilinen bağımsız bir dilin olmadığı iddia ediliyor. İşte bu yeni süreçte kütüphanelere, yani devlet kütüphanelerine yönelmek de önemli bir meşgale oluyor. Kürtçe yayınların kütüphanelerden çıkarılması, imha edilmesi, özenle gerçekleştirilen bir faaliyet oluyor. Kayıtlar, kataloglar bu imhaya göre yeniden düzenleniyor. Fiili durumu yeni söyleme uygun bir hale getirmeye çalışmak çok önemli, vazgeçilemez bir çaba oluyor. Söz konusu edilen kütüphaneler şüphesiz devlet kütüphaneleridir. Özel kütüphanelerdeki koleksiyonlara ise, ilgili kişilerin, ailelerin konutlarına, çeşitli nedenlerle, zaman zaman yapılan baskınlar sırasında el konulmaya çalışılıyor. Bugün, Kürdistan, Jin, Roji Kürd, Hetawi Kürd, Kürd Teavün ve Terakki Gazetesi gibi yayınlara ulaşmak çok zor oluyor. 1908’de yayımlanmaya başlanan Kürdistan gazetesi bulunamıyor. 1919’da yayımlanmaya başlanan Kürdistan yine öyle… Mehmet Emin Bozarslan, Malmisanij gibi, bu tür yayınlar üzerinde incelemeler yapan kişiler, bu zorluklara dikkat çekiyorlar. Resmi ideolojinin nasıl oluştuğunu, ne gibi bir işleve sahip olduğunu bu süreç, bu ilişkiler gösteriyor.
Gerek düşünsel olarak, gerek eylemsel olarak Kürt toplumuna ve Kürt kültürüne karşı yürütülen ve imhayı hedefleyen bu sistematik çaba üzerinde ayrıntılarıyla durmak gerekiyor. 3 Kasım 1928 harf devriminin, Kürtler açısından nasıl ele alınması gerektiği konusu üzerinde de düşünülmelidir. 3 Kasım 1925 tarihinde yasalaşan, tekkelerin, medreselerin kapatılmasıyla ilgili yasa ve uygulama yine yukarıdaki olgularla birlikte ele alınması gereken bir konudur. Bütün bunlar Türk siyasal hayatıyla, Türkiye’nin tarihsel ve toplumsal gelişmesiyle çok yakından ilgili olan olgulardır. Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet’e geçişle birlikte, siyasette ve kültürde medyada gelen bu kırılmalar, dikkatlerden uzak tutulmamalıdır. Bunların siyaset felsefesi ve toplum felsefesi açısından da anlamı vardır. 1930’larda ve daha sonraki yıllarda, Kürtçe’nin olmadığını, Kürt diye bilinen bir halkın olmadığını savunanlar, bu iddialarını ispat etmeye çalışanlar, 1900’lerde, 1910’larda, Kürtçe gazeteler, Kürtçe dergiler yayımlandığını, bunların devlet kütüphanelerine de girdiğini, Batı devletlerinin, Paris, Londra, Roma, Berlin, Moskova gibi merkezlere de gönderildiğini ayrıca, Bağdat, Şam, Tahran, Kahire gibi merkezlere de gönderildiğini, bilen, gören, duyan gazetecilerdi, yazarlardı, profesörlerdi. Bu nasıl oluyor? Bu irdeleme elbette yapılmalıdır. Bu yazının başında, ideolojiyi, resmi ideolojiyi tarif etmiştik Bu ilişkiler çerçevesinde, bu tariflere, tanımlamalara tekrar bakmakta yarar vardır. O zaman, somut olgular ve resmi görüş arasındaki ilişkilerin etik açıdan değerlendirilmesi de yapılmalıdır. Yalanlara, aldatmacalara dayalı bir siyaset, nasıl temel bir siyaset olabiliyor? Bilimsel olduğu söylenen çalışmalar, nasıl bu yalanlar üzerine bina edilebiliyor? Bunlar dikkatlerden uzak tutulmamalıdır. Bütün bunlar, Cumhuriyet ve Kürtler ilişkisine, Cumhuriyet Kürtlere ne kazandırdı sorusuna da açıklık getiriyor.
Bu çerçevede, incelemelerini, Yaba Dergisi’nde yayımlayan Vedii İlmen’in ve İsmet Bozdağ’ın yazılarına değinmeyi de gerekli görüyorum. Vedii İlmen, Batıcılık, İslamcılık, Türkçülüğün Kökenleri başlıklı yazısında Abdullah Cevdet için şöyle söylüyor. “Abdullah Cevdt 1869’da, Kürt olduğu söylenen bir ailede doğmuştur. Ama hiçbir zaman Kürtçülük yapmamış ve Türkçe’yi, ulusal kültürü sağlayacak, kendisini de bir Osmanlı vatanseveri ve o topluluk içerisinde de bir Türk olarak görmüştür.” “1900 yılında, Paris’te, Uluslararası Sosyal Eğitim Kongresi’ne verdiği bir muhtırada, Abdullah Cevdet, Türklerin kültür düzeyinin yükseltilmesini memleketin ilerlemesinin en önemli etkeni olduğunu bildirdi.” (Sayı 25, Kasım-Aralık 2003) Vedii İlmen, Türkçülüğün de anlatıldığı bu yazıda, Abdullah Cevdet’i gündeme getiriyor. Abdullah Cevdet’in “Kürt olduğu söylenen” bir aileden geldiğini, fakat hiçbir zaman Kürtçülük yapmadığını, temel amacının, Türklerin kültür düzeyini yükseltmek olduğunu yazmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerini, Cumhuriyet’in ilk yıllarını, tek parti dönemini hatırlayalım. Bütün Türklerin, sadece İttihat ve Terakkicilerin, Kuvva-i Milliyecilerin, Kemalistlerin değil, Hürriyet ve İtilafçıların, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka taraftarlarının da Türkçülük yaptığı, bütün Türklerin Türkçülük yaptığı bir dönemde, bir Kürt aydını, Kürtlere dönük hiçbir çabası olmadığı için, Türk kültürünü yükseltmekten başka bir çabası olmadığı için övülüyor. Bütün Türklerin, sağcısıyla, solcusuyla bütün Türklerin, İslamcısıyla, laikiyle bütün Türklerin Türkçülük yaptığı bir dönemde, bunun çok doğal bir tutum olduğu, aynı zamanda elzem bir tutum olduğu bir dönemde, bir Kürt aydınının, neden Kürt toplumunun yüceltilmesine ilişkin bir çaba içinde olmadığı elbette irdelenmesi gereken bir durumdur
. Kürtçülük’ten söz ediliyor. “Kürtçülük yapmak” nedir acaba? Bir insan, bir Kürt, örneğin ne söylediği zaman, nasıl bir tavır ve davranış sergilediği zaman Kürtçü olur? Örneğin, Kürtlerin, Kürtçe’nin yok sayılmasına, inkâr ve imha edilmesine tepki gösterildiği zaman, Kürtlerin ve Kürtçe’nin varlığı ısrarla dile getirildiği zaman, inkârı ve imhayı amaçlayan baskı ve zulüm eleştirildiği zaman ne yapılmış olunur? O dönemde, örneğin, Araplar ve Arnavutlar da kendi toplumlarının yüceltilmesi için çaba sarf ediyorlardı. Konumuz Abdullah Cevdet’in ne yapıp yapmadığını değerlendirmek değildir, Vedii İlmen’in Abdullah Cevdet’e ilişkin duyguları ve düşünceleridir. Bu duyguları ve düşünceleri anlamaya çalışıyorum. Bu konuda şunlar da söylenebilir: İsmet Bozdağ, Türkiye’de Hürriyet Kavgası başlıklı yazısında, Sokrat’ın adalet anlayışını dile getiriyor. (Sayı 26, 2004) “Adalet size yapıldığı zaman, itiraz edeceğiniz bir eylemi başkasına yapmamaktır. 1985-1988 yıllarını hatırlayalım. Bulgaristan’da Türklerin isimlerinin değiştirilmesi için çok büyük çabalar sarf edildiği yıllar… Bu yıllarda, Bulgaristan Komünist Partisi ve Bulgaristan devlet adamları, oradaki Türklere, “eğer Bulgar isimlerini kabul ederseniz partide ve devlet bürokrasisinde hızlı bir şekilde yükselme olanaklarına kavuşursunuz. Aksi halde yaşamınız zorlaşır, sıkıntılarınız artar…” diyorlardı. Türkiye’de aydınların, siyasal partilerin, devletin, yargı organlarının, üniversitenin, basının, sivil toplum kuruluşlarının, bu süreci nasıl değerlendirdiklerini yakından biliyoruz. Bu ilişkilerin yaşandığı bir ortamda, bir Bulgar yetkilisinin, bir Bulgar yazarın, Bulgaristan’daki bir Türk yazar için, şöyle dediğini düşünelim: “… Bulgaristan doğumlu bir Türk, fakat hiçbir zaman Türkçülük yapmamıştır. Temel amacı Bulgarca’yı, Bulgar kültürünü yüceltmek olmuştur. Türkler arasında Bulgarca’yı egemen kılmak için çaba harcamıştır…” Bu durum karşısında Vedii İlmen, gerek Türkler için hiçbir çaba harcamayan Türk yazarın tutumu, gerekse bunu öven, yücelten Bulgar yazarın tutumu hakkında nasıl düşünür acaba? Bu konudaki duyguları ve düşünceleri nedir? Yukarıda, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişte, Türk düşüncesinin içeriğini belirleyen önemli bir süreçten söz etmeye çalışmıştım. Vedii İlmen’de, bu sürecin yarattığı düşüncenin somut bir örneğini görüyoruz. Vedii İlmen “Şovenizm Üzerine” başlıklı yazısında, (Sayı 26, 2004) 1940’lı yılların başlarında Ortaokul öğrencisi olduğunu yazıyor. Batı kültürü çevresinde yetişmiş bir kişi. İlkokuldan üniversiteye kadar İstanbul’da eğitim görmüş, ihtisasını Batı’da tamamlamış bir teknisyen. Batı değerlerini, Batı kültürünü hazmetmiş bir kişi. Fakat bütün bunlar Vedii İlmen’in, Kürtlere karşı, batılı, demokratik bir düşünce geliştirmesini sağlayamıyor. Düşüncelerine, duygularına yine resmi ideoloji yön veriyor. Sonuçta demokratik değil, anti-demokratik bir düşünce ortaya çıkıyor. Bu arada Vedii Bey’in, Yaba Yayınları’nın, Mezopotamya Kitaplığı dizisinde, Gertrude Bell’in, Mezopotamya’da 1915-1920 Sivil Yönetimi isimli kitabını Türkçe’ye çevirdiğini de belirtelim. Bu kitabın yayınlandığını da…(Yaba, Eylül 2004) Bu kitap Ortadoğu’da Birinci Dünya Savaşı sonlarını, 1920’leri anlamak için çok değerli bir kaynak olmaktadır. Gertrude Bell’in İngiliz gizli servisinde çalışan bir antropolog olduğu bilinmektedir. Yaba Yayınları’nın sözü edilen bu dizisi Ortadoğu’yu , Kürtleri, Asurileri, Kildanileri, Süryanileri, Arapları, Ermenileri, Türkleri, Farsları, İbranileri, Hıristiyanları, Ezidileri vs. anlamak için çok değerli bir kaynak olmaktadır. (Bütün bunlar için ayrıca bk. Yaba, Sayı 28, 2004, Beşikci’den Mektup Var, başlıklı yazı s. 24-26)
Resmi ideolojinin kurumsallaşmasıyla birlikte yanlış bilincin yaygınlaştırıldığını ve kökleştirildiğini de görüyoruz. Yanlış bilincin yaygınlaşması ve kökleşmesi köleliğin pekiştirilmesi anlamına geliyor. Bütün bunlar hegemonyanın etkili bir şekilde kurulduğunu da gösteriyor. Yanlış bilincin ve hegemonyanın aşılması için en sağlıklı, en geçerli yol, yine, özgür eleştirinin dinamik bir şekilde çalışması, resmi ideolojinin eleştirisi oluyor.
Kürtlerin ve Kürdistan’ın bölünmesinin, parçalanmasının ve paylaşılmasının hegemonyanın kurulmasını kolaylaştırdığını, hegemonya ilişkilerinin etkili bir şekilde işlemesi için çok elverişli bir zemin oluşturduğunu belirtmiştim. 16 Mart 1988’i hatırlayalım. Saddam Hüseyin yönetiminin, Güney Kürdistan’da, Halepçe şehrinde, zehirli gazlarla, Kürtlere karşı, soykırım gerçekleştirmesi… Beş binin üzerinde Kürt insanı bir çırpıda katledildi. Aynı günlerde, İslam Konferansı zirvesi Kuveyt’te toplantı halindeydi. İslam Konferansı zirvesi, Kürtlere uygulanan bu soykırımı hiç gündeme getirmedi, hiç konuşmadı, tepki vermedi. 20 Mart sularında, İslam Konferansı Zirvesi’nin sonuç bildirisi yayımlandı. Bu sonuç bildirgesinde, İslam Konferansı Zirvesi, Bulgaristan’da yaşayan Türklerin isimlerini değiştirdiği, onları Bulgar isimleri almaya zorladığı için Bulgar hükümeti kınanıyordu. Bulgaristan hükümetinden, bu politikadan, bu uygulamadan vazgeçmesi isteniyordu. İslam Konferansı örgütüne, Arap, Türk, Fars, Afgan, Pakistan’lı,Endonezya’lı, Bengladeş’li, Afrika’lı elliyi aşkın devlet katılıyordu. Zirvede devletlerin, cumhurbaşkanlarıyla, devlet başkanlarıyla temsil edildiği de biliniyor. O tarihte, örneğin, Türkiye’den zirveye Cumhurbaşkanı Kenan Evren katılmıştı. Aynı sonuç bildirgesinde, Batı Trakya’daki Türklere yaptığı baskılardan dolayı, Yunanistan hükümeti de kınanıyordu. Bildiride Kıbrıs Türklerinin haklarına da vurgu yapılıyordu. Filistinlilere yaptığı baskılardan dolayı, İsrail Devleti de eleştiriliyordu. Fakat, İslam Konferansı Zirvesi’nin sonuç bildirgesinde, Kürtlere karşı, Halepçe’de gerçekleştirilen soykırımla ilgili küçücük bir eleştiri yoktu. Güney Kürdistan’da, Halepçe’de Kürtlere karşı girişilen bu soykırımdan hiç söz edilmiyordu. Saddam Hüseyin yönetimine, bir uyarı, bir eleştiri, bir kınama söz konusu değildi. Halbuki Kürt soykırımı, İslam Konferansı Zirvesi’nin, Kuveyt’te toplandığı günlerde gerçekleştirilmişti. Bu, Ortadoğu’da Kürtler üzerinde müştereken kurulan hegemonyanın nasıl kurumlaştığını, nasıl organik bir hale geldiğini gösteren önemli bir olgudur. Kürtlere karşı gerçekleştirilen soykırıma karşı çıkmak, Türkiye, İran, Suriye gibi devletlerin politik çıkarlarına uygun değildi. Bu devletlerle ticari ilişkiler geliştiren devletlerin çıkarlarına da uygun değildi. Dolayısıyla, Büyük Britanya, Fransa, giderek ABD, Sovyetler Birliği gibi devletlerin de politik çıkarlarına uygun değildi. Bu bakımdan, böylesine insanlık dışı bir operasyon görmezlikten, duymazlıktan, bilmezlikten gelindi. Öte yandan, Kürtlere karşı girişilen bu tür operasyonlar doğal karşılanıyordu.
Kürtlerin ve Kürdistan’ın bölünmesinde, parçalanmasında ve paylaşılmasında 1920’lerde, Büyük Britanya’nın ve Fransa’nın çok büyük bir rol üstlendiklerini belirtmiştik. Büyük Britanya 1932’de Irak’ın, Fransa, 1945 yılında Suriye’nin bağımsızlığını tanıdı.Böylece, Kürtler üzerindeki hegemonya, Irak, Suriye, İran, Türkiye tarafından müştereken oluşturulmaya çalışıldı. Büyük Britanya ve Fransa’nın yerine, artık, Irak ve Suriye yer almıştı. Bunlar da artık egemen devletlerdi. Büyük Britanya ve Fransa ise, 1920’lerdeki, 1930’lardaki politikalarını sürdürdüler.
O günleri, 1988 yılı Mart ayı ortalarını ve sonlarını hatırlayalım. Dünyanın hiçbir yerinde, ne Londra’da, ne Paris’te, ne Washington’da, ne New York’ta, ne Moskova’da, ne Tokyo’da, ne Yeni Delhi’de… Kürtlere gerçekleştirilen bu soykırıma karşı ciddi bir tepki yükseltilmemişti, gösteriler, mitingler, yürüyüşler düzenlenmemişti Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı bu soykırım girişimi karşısında kör ve sağırdı. O günlerde, bu operasyona karşı tek tepki, İsrail’in başkenti Tel Aviv’de gerçekleşmişti. Soykırımın ertesi günü,Tel Aviv’de, Kürdistanlı Yahudiler ve Yahudiler, çok büyük bir kitle halinde yürümüşler, Kürtlere soykırım yapan Saddam Hüseyin yönetimini protesto etmişlerdi. Türkiye’de, bu olayı kınamak için basın açıklaması yapan devrimciler gözaltına alınıp tutuklanmışlar, haklarında davalar açılmıştı. Yeni Öncü Dergisi’nden Nadir Nadi ve öbür arkadaşların davalarını hatırlıyorum. Bir kısım Araplar, Saddam Hüseyin yönetiminin, Kürtlere soykırım yaptığından bile haberdar değildi. Basın üzerinde, kitle haberleşme araçları üzerinde, etkin bir sansür uygulanıyordu. Bölünme, parçalanma ve paylaşılma, hem Kürtler üzerinde hegemonya kurulmasını kolaylaştırıyor, hem de bu hegemonyanın zaman içinde yaygınlaşmasını ve kökleşmesini sağlıyor. Saddam Hüseyin yönetiminin Kürtlere soykırım yaptığını, Türkiye’de bunu kınayanlar, eleştirenler hakkında ceza davaları açıldığını, ilgili kişilerin tutuklandığını belirtmiştik. Bu, etkili bir işbirliğidir. Bu etkili işbirliğinin örneklerini, benzer başka olaylarda da izlemek mümkündür. 1988 yılında, Güney Kürdistan’da Kürtlere, Anfal denilen bir operasyon uygulanıyordu. Anfal harekatı, 1988 yılının, bahar, yaz, sonbahar aylarında sürdü. Halepçe soykırımı da bu Anfal harekatı çerçevesinde gerçekleştirilmişti. Bugün, Irakta, 270 civarında toplu mezar olduğu söyleniyor. Bu mezarların çoğunda Kürtler yatıyor. Şiiler de yatıyor. Anfal harekatı sırasında yerinden yurdundan koparılmış, sürgünlerle, katliamlarla karşı karşıya kalan on binlerce Kürt. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar …
Sonbahar’da, köyleri zehirli gazlarla bombalanan Kürtlerin bir kısmı, sınıra yakın köylerde oturan Kürtlerin bir kısmı, canlarını kurtarmak için, sınırı geçerek Türkiye’ye, Türk yöneticilerine sığınmışlardı. Bu insanlara karşı çok yoğun bir şekilde zehirli gaz yani kimyasal silah kullanılmıştı. Bu Kürtlerin çoğunda, kimyasal silah izleri açıkça görülüyordu. Örneğin on yaşlarındaki bir kız çocuğu üzerinde, bu silahın bıraktığı izler, bütün açıklığıyla görülüyordu. Bu yüzden çocuk, sağlık personelinin, doktorların gözetimi altında tutuluyordu. Batılı bir Hıristiyan yardım grubu, bu çocuğu, Avrupa’ya götürüp tedavi etmek istiyordu. Bunun için Türkiye’den izin istiyorlardı. Batılı yardım örgütüne bu izin verilmedi. Çocuğun yakınlarının, çocuğu Avrupa’ya tedavi için göndermek istemelerine rağmen, Türk yönetimi kendisine sığınanlar için bu izini vermedi. Sınırdaki kamplarda bulunan Türk doktorları, uluslararası basına, uluslararası yardım örgütlerine hitaben bir bildiri yayımladı. Bu bildiride, “Türkiye’ye sığınanlar üzerinde kimyasal silah izine rastlanmamıştır…” deniyordu. Kürtlere karşı gerçekleştirilen bu işbirliğinin ne kadar organik olduğu, açık olduğu görülüyor. Saddam Hüseyin yönetimi, Kürtler, kimyasal silah kullanıyor. İnsanlar bu silahtan yoğun bir şekilde etkileniyor. Türkiye de, uluslararası basına, uluslararası yardım kuruluşlarına, insan hakları kurumlarına, “Doktorlarımız sığınmacılar üzerinde ayrıntılı incelemeler, tetkikler yapmışlardır, Bu insanlar üzerinde kimyasal silah izine rastlanmamıştır…” şeklinde açıklamalar yapıyor, bildiriler yayımlıyor. Bu, çok etkili bir işbirliğidir. Bu işbirliğiyle, somut olgular, olgusal ilişkiler çarpıtılıyor, fiilen yaşananlar yaşanmamış gösteriliyor, yani yanlış bilinç oluşturuluyor. Resmi ideolojinin işlevi kendisini bir defa daha gösteriyor. Bu ilişkiler çerçevesinde, resmi ideolojinin tanımlanmasına ve işlevine bir defa daha bakmakta yarar vardır.
Hegemonya Nasıl Aşılır?
Hegemonyayı aşmanın önemli bir yolu, resmi ideolojinin, bilimin kavramlarıyla, siyaset biliminin ve siyasetin kavramlarıyla eleştirisidir. Somut olgular karşısında, fiilen yaşanan olgusal süreçler karşısında bu eleştiri yapılmalıdır. Olgular ve olgusal süreçler karşısında resmi ideolojinin değerlendirilmesi de yapılmalıdır.
Devletin Kürt politikası, hâlâ, asimilasyonu hedefleyen bir politikadır. Bugünlerde, yani 2005 yılının Nisan ayının ikinci yarısında, Milliyet gazetesinde yürütülen “Baba beni okula gönder” kampanyası, eğitimi değil, birinci planda asimilasyonu hedefleyen bir politikadır. Asimilasyonun etkili bir şekilde gerçekleştirilebilmesi için, başta kadınların kazanılması gerekir şeklinde bir anlayış geliştirilmiştir. Bunun için Kürt kız çocuklarına devletin Türkçe öğretmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Son bir iki yıl içerisinde, Avrupa istiyor diye bazı yasal değişiklikler yapılmıştır. Kürtçe öğretilmesini hedefleyen kurslar açılmasına izin verilmesi de bu değişiklikler sonucu yaşama geçirilen bir uygulamadır. Bu uygulamayla 15 yaşından büyük olan Kürtler, yani İlköğretimi tamamlayan Kürtler, kendi paralarıyla, bu kurslara gidip Kürtçe öğrenebilecekler. İnsanın kendi anadilini kendi parasıyla öğrenmesi nasıl bir duygudur acaba? Bu nasıl bir demokratikleşme girişimidir? Ankara’da TÖMER isimli bir kurum var. Türkçe Öğretim Merkezi. Türkçe kursları. Bu kurslara kimler katılıyor, kimler devam ediyor? Türkçe öğrenmek isteyen Çinliler, Koreliler, Japonlar, Araplar,İngilizler, İspanyollar vs… İngilizce öğreten kurslara kimler devam ediyor? İngilizce öğrenmek isteyen Türkler, İngilizce öğrenmek isteyen Kürtler, Araplar, Çinliler, Farslar vs… Arapça, Farsça, Japonca kursları için de bunları söyleyebiliriz. İnsanlar belirli bir ücret ödeyerek, kendi anadillerinden ayrı bir dil öğrenmeye çalışıyorlar. 15 yaşından küçük olanlar da örneğin 5-6 yaşlarındaki, 8-9 yaşlarındaki çocuklar da bu kurslara devam edebiliyor. Kürtçe kursuna kimler katılıyor, kimler devam ediyor? Batman’daki, Van’daki, Diyarbakır’daki, İstanbul’daki Kürtçe kurslarına kimler katılıyor, Kimler belirli bir ücret ödeyerek kendi anadillerini öğrenmeye çalışıyorlar. Şüphesiz Kürtler. Ve ancak 15 yaşından büyük olan Kürtler bu kurslara devam edebiliyor. Daha küçüklere kurs yasak. Burada bir sakatlık yok mu? Bu durumda mecburi eğitimi, yani Kürtçe mecburi eğitimi savunmak gerekli değil midir?
İşte böyle bir ortamda, Milliyet gazetesi tarafından, “Baba beni okula gönder” kampanyası açılıyor. Kız çocukları için özel yurtlar yapılması isteniyor. Kız çocuklarının ailelerinden koparılıp bu yurtlarda eğitime alınması, kız çocuklarına Türkçe öğretilmesi isteniyor. Çocuklar basınla yaptıkları görüşmelerde, sık sık, “Türkçe bilmediğim için utanıyorum”, “annem Türkçe bilmediği için utanıyorum, babam Türkçe bilmediği için utanıyorum, onlar da utanıyorlar” diyorlar. Bunlar, bu çocuklara, özellikle de Kürtlere ilişkin devletin niyetlerini açıklayıcı sözler oluyor. Bu, devletin, hükümetin söylemidir. Devlet, bu çocuklardan, bu çocukların ailelerinden, genel olarak da bütün Kürtlerden, Türkçe bilmemelerinden dolayı utanç duymalarını istiyor… Bütün bunlar temel amacın asimilasyon olduğunu bütün açıklığıyla ortaya koyuyor. Bu bakımdan, “Baba beni okula gönder” kampanyasını “Baba benim anadilimi unuttur” kampanyası olarak algılamak mümkündür. Anasından, ailesinden uzak kalan, özel yurtlarda yetiştirilen Kürt kız çocuklarının, anadillerini unutacakları, asimile olacakları, Kürtlerin de bu süreçte, zamanla, tamamen asimile olacağı umulmaktadır, düşünülmektedir. (bk. Ülkede Özgür Gündem, 9 Mayıs 2005, Mehmet Gelturan’ın, “Haydi anne, bana dilimi unuttur!” başlıklı yazı, s. 14)
Burada Kürtlerin duygularına, düşüncelerine ve eylemlerine de değinmek gerekir. Anadiliyle yazamadığı için, anadiliyle konuşamadığı için rahatsızlık duyduğunu, utandığını dile getirenler var mı? Burada şuna işaret etmek gerekli olmaktadır. 1930’larda baskıyla, devlet terörüyle elde edilmeye çalışılan bir sonuç, artık, daha yumuşak bir süreçte, “eğitim” dile getirilerek, basın kullanılarak elde edilmeye çalışılmaktadır. Rızanın imal edilmesinde, onayın sağlanmasında, yani hegemonyanın etkin bir şekilde kurulmasında bu vazgeçilmez bir yol olmaktadır. Resmi ideolojinin eleştirisi konusunda, Milliyet gazetesine şu soru sorulabilmelidir: 1985-1988 yılları…Bulgaristan’ın orada yaşayan Türkleri, Bulgar isimleri almaya zorladığı yıllar. O yıllara ilişkin Milliyet gazetelerini açalım, gazeteleri tarayalım. “Bulgarca bilmediğim için utanıyorum”, “annem Bulgarca bilmediği için, babam Bulgarca bilmediği için utanıyorum” diyen bir Türk var mı? “Utanç” neden ille de Kürtlere mahsus oluyor? Ve Kürtler kendi anadillerini konuşamadıklarından, yazamadıkların dolayı neden bir rahatsızlık, utanma duygusu dile getirmiyorlar?
Eleştiri söz konusu olduğu zaman, Kürtler elbette eleştirilmelidir. Bölünmenin, parçalanmanın ve paylaşılmanın hedefi olan bir halk, zaaf içinde olan, zaaf barındıran bir halktır. Kürtler bu zaaflarının bilincine varmak durumundadırlar. Zaaflardan arınmanın biricik yolu budur. Zaaflarının bilincine varanlar, onlardan arınmaya çalışırlar.
İdeoloji deyince şu ilişkilere de dikkat çekmek gerekmektedir. Siyasal hayatta ideolojiler kaçınılamayan unsurlardır. İdeolojiler eylem kılavuzudurlar. Bilimin doğrularını her zaman tavizsiz bir şekilde yani olduğu gibi yaşama geçirmek mümkün olmamaktadır. Bilim düşüncenin yöntemidir. Bilim eyleme, eylemlere kılavuzluk edemez. Eyleme kılavuzluk edecek olan ideolojilerdir. Bilimde taviz olmaz. Araştırmacılar, bilimsel doğrularını her zaman, tavizsiz bir şekilde açıklamak durumdadırlar. Ama siyasette taviz olabilir. Siyaset, taviz verilerek, taviz koparılarak, uzlaşmalarla yürütülen bir süreçtir. İdeolojilerdeki “inanç” unsuru, bilimdeki, katı, sert önermeleri yumuşatmaktadır. Bu bakımdan ideolojiler siyasal hayatta onsuz olunamaz olan kategorilerdir. Ama, bu ilişkiler çerçevesinde de, ideolojiyle resmi ideoloji ayrılığına işaret etmekte yarar vardır. Resmi ideolojinin, devletin, idari ve cezai yaptırımlarıyla korunan ve kollanan bir ideoloji olduğunu yine belirtmek gerekir. Demokratik olmayan devletlerde siyasal hayatta resmi ideoloji egemendir. Resmi ideolojinin dinamik bir şekilde yaşama geçirilmesi, uygulanması, düşün yasakları siyaset alanını daraltmaktadır. Genel olarak ideolojilerdeyse, idari ve cezai yaptırım gibi bir unsur bulunmaz. Demokratik devletlerde siyaset alanı geniştir. Siyasetin yürütülmesindeyse, ideolojiler önemli kategoriler olarak belirmektedir. Resmi ideolojinin tamamıyla bilimdışı olmasına karşılık, örneğin Kürtlerin, Kürtçe’nin inkârına karşılık, ideolojiler somut olgulara, fiili olarak yaşanan süreçlere kör ve sağır olamazlar. Resmi ideolojinin eleştirilmesi bu yönüyle de gerekli olmaktadır.
Tarafsızlık anlayışı…
İfade etmeye çalıştığım şekilde bir eleştiri yapıldığı zaman, resmi ideoloji Kürt sorunu açısından eleştirildiği zaman, Türk düşüncesi, buna “taraflı” bir inceleme gözüyle bakıyor. Üniversite de bu tutumun “taraflı” bir tutum olduğunu belirtiyor. Örneğin, İsmail Beşikçi’nin düşünceleri söz konusu olduğunda, “… ama Beşikçi taraflıdır” deniyor. Böylece herhalde, “… Beşikçi Kürt tarafını tutuyor, düşünceleri objektif değildir, bilimsel değildir…” demek isteniyor. Bu çok sakat, çok felçli bir “objektiflik”, çok felçli bir “bilimsellik” anlayışıdır. Yukarıda İslam Konferansı Zirvesi’nin, Halepçe’deki Kürt soykırımına ilişkin tutumunu belirtmiştim. Bu “tarafsızlık” anlayışına göre, örneğin İslam Konferansı Zirvesi çok çok tarafsızdır. Çünkü Kürtlerden de söz etmemiştir, Saddam Hüseyin yönetiminden de söz etmemiştir. İslam Konferansı zirvesi tarafsızdır. Çünkü, Bulgaristan’da, isimleri değiştirilen Türkler olayına, objektif bir şekilde yaklaşmıştır. İslam Konferansı Zirvesi “tarafsız”dır. Çünkü, Kuzey Kıbrıs Türk Federe Devleti’ne, Türk görüşlerine uygun bir şekilde yaklaşmıştır. Böyle bir “tarafsızlık” anlayışının, “tarafsızlık” adı altında, devlet görüşleri yanında yer aldığı, resmi ideolojiyi savunduğu besbellidir. Bunun ötesinde, böyle bir “tarafsızlık” anlayışı, değerler ile, değer yargılarının arasındaki farkın bilincinde de değildir. “Bütün halklar, korkudan ve baskıdan azade, özgürce yaşam koşullarına sahip olmalıdır. İnsanlar bunu kazanmak için mücadele etmelidir.” “Düşünce her koşul altında özgür olmalıdır. İnsanlar ifade özgürlüğünü kazanmak için mücadele etmelidir.” Bu önermeler değerleri ifade etmektedir, Bunlar evrensel değerlerdir. Bir de şu önermelere bakalım. “Devlet görüşü her zaman haklıdır. Bu görüşlere karşı gelmek, bunları eleştirmek doğru değildir.” Herkes için özgürlük olmayabilir, Kürtler de zaten gericidir, ilkel bir hayat yaşayan aşirettir…” Bu önermeler ise değer yargılarını ortaya koymaktadır. Görüldüğü gibi bu “tarafsızlık” anlayışı evrensel değerlere karşı çıkmakta, değer yargılarını yani devletin değerlerini benimsemekte, bu çerçevede “bilimsel” olduğu söylenen bir çaba içinde olmaktadır. Oysa, bu “bilimsel” denen çaba resmi ideolojinin yeniden üretiminden başka bir şey değildir. İdeolojilerin, özellikle resmi ideolojinin önemli bir özelliğinin de kavramları çarpıtmak olduğunu, kavramların içini boşaltmak olduğunu bir defa daha hatırlayalım…Halbuki Kürt olgusuna, örneğin Halepçe olgusuna, her şeyden önce, vicdani bir yaklaşım gerekir. İnsanlar vicdanlarına yüklenmiş böylesine bir ağırlıkla nasıl yaşayabiliyorlar? Örneğin, Japonlar’ı ele alalım. Her yıl 6 Ağustos’ta ve 8 Ağustos’ta, Hiroşima’yı ve Nagazaki’yi anıyorlar. Bu anmanın yapıldığı günlerdeyse, diyelim Güney Kürdistan’da, benzer bir soykırım yaşanıyor. (1988 yılı Anfal harekatı) Ama bu da görmezlikten, duymazlıktan, bilmezlikten geliniyor. Bu koşullarda, Hiroşima’yı, Nagazaki’yi anmanın evrensel değeri nedir? Bu sorgulama yapılmamalı mıdır? İdeolojiler, özellikle de resmi ideoloji vicdanlardaki ağırlıkları da hafifletebilmektedir, tümüyle etkisiz de kılabilmektedir. Hegemonyanın gerçekleşmesi, rızanın imal edilmesiyle, onayın elde edilmesiyle mümkün olmaktadır. Buysa birinci planda ideolojik bir süreçtir. Resmi ideolojiyse, idari ve cezai yaptırımlarla bu süreci kolaylaştırmakta ve yaygınlaştırmaktadır.
Bu yazı Humanite Dergisinde yayımlandı. (Sayı: 9, Eylül-Ekim 2005)
http://www.kurdinfo.com/i_besikci_humanite.htm