Anadolu Halkları-Yerel Halklar, Devşirme Sistemi
Oğuzlar, Orta Asya’dan, Horasan’a, İran’a, Ortadoğu’ya 11. yüzyılda geldiler. Oğuz akınları, 12.13.14. yüzyıllarda da devam etti. Bu, düzenli bir akın değildi. Bu, hedefi önceden saptanmış alanlara yapılmış bir akın değildi. Türkmenler, kendilerine, yaşayabilecek, geçimlerini temin edebilecek bir yer arıyorlardı. Dört asır boyunca, Anadolu’ya, Van Gölü çevrelerine gelen Oğuzların sayısının 200 bin ile 600 bin arasında olduğu uzmanların görüşüdür.
Oğuz Türkleri bu bölgelere geldiğinde buralarda yaşayan yerli halklar kimlerdi? Örneğin Yukarı Mezopotamya’da, Van ve Urmiye gölleri çevresinde, Kürtler, Asuriler-Süryaniler, Keldaniler Ermeniler, Yahudiler, Araplar ve daha kuzeyde de Gürcüler vardı. Güney Mezopotamya’da, Irak’ta, Suriye’de Araplar, yaşıyordu. Karadeniz kıyısında Lazlar, Pontuslar, Ege’de, Akdeniz yörelerinde, Kızılırmak deltasında Rumlar, Ermeniler vardı. Yerli halklar bunlardı. Oğuz Türkleri 11. yüzyılda bu bölgelere geldiğinde buralarda yerli halkların nüfusu 10 milyon civarındaydı.
Selçuklu İmparatorluğu’nda ve daha sonra, Osmanlı İmparatorluğu döneminde şöyle bir anlayış görüyoruz. Yönetimi oluşturan kadrolar, yerli halklardan seçilmiyor. Devşirme sistemi var. Yönetim kadroları, egemenlik kurumları devşirmelerden oluşturuluyor. Yerli halklardan kadrolar oluşturulmuyor, yerli halklar genel olarak sistemin dışında tutulmaya çalışılıyor.
Bu anlayışın temel nedeni kanımca mülkiyet sorunudur. Yerli halklar, yerli halkların ileri gelenleri bölgelerinde mülkiyet sahibidir. Örneğin geniş toprak mülkiyetine sahiptir. Bundan dolayı halk üzerinde belirli etkileri de vardır. Kendi bölgesinde geniş toprak mülkiyetine sahip bir kişinin, örneğin bir beyin, ileride, yönetime karşı sorun çıkarabileceği, örneğin, özerklik, bağımsızlık peşinde koşabileceği düşünülüyor. Bunu engellemek için, egemenlik kurumlarının, yönetim kadrolarının yerlik halklardan değil, devşirmelerden seçilmesine özen gösteriliyor. Yönetimdeki bütün üst görevler, mevkiler, devşirme sisteminden sağlanmaktadır. Balkanlar’dan genç yaşta toplanan, Rum, Sırp, Hırvat, Romen, Bulgar, Pomak … çocukları Osmanlı ideolojine göre yetiştirilmekte, yönetimin üst kademesine bunlar getirilmektedir. Hıristiyan ailelerden sağlanan bu çocuklar, kendi köklerinden koparılarak, doğal aile ve toplum ortamlarından koparılarak, bambaşka bir ortamda yetiştirilmektedir. Artık o doğal ortamlarla ilişki kurmaları da olanaksızdır. Bunlar artık, bütün varlıklarıyla devlete bağlıdır. Devlet sayesinde varolmuşlardır. Varlıkları ancak, devletin devamıyla mümkündür. Böyle bir algılama söz konusudur. Bu bakımdan bu kesimler, devletin koruma ve kollama görevini çok ciddi bir görev olarak algılamaktadırlar.
Bulunduğu alanda, geniş toprak mülkiyetine sahip bir kişi, bir bey, böyle bir koruma-kollama anlayışına sahip olmayabilir. Ayrıca egemenlikle ilgili bazı işleri bizzat kendisi gerçekleştirmek isteyebilir. Bölgedeki mülkiyet yapısı, bu yapı dolayısıyla halkla gelişen ilişkiler, bağlar, böyle bir olanak doğurabilir. Bu da şüphesiz merkezi yönetim anlayışına zıt bir süreç doğurur. Öte yandan, doğal ortamlarından, aile ortamlarından koparılan Hıristiyan çocukları, kendi amacına göre yetiştirmek çok daha kolaydır. Ama, aile bağları olan Müslüman çocukları yetiştirmek o kadar kolay olmayabilir.
Bu çocukların yetiştirildiği okulun adı Enderun’dur. Osmanlı döneminde, Enderun’a, örneğin, Türkmen, Kürt, Arap çocuklarının kabul edildiğine dair bir bilgi yoktur.
Çocukları aile ortamından, doğal ortamlardan zorla kopararak uzak mekanlarda başka bir toplumun ihtiyacı için yetiştirmek devşirme sisteminin çok önemli özelliğidir. 1960’lardaki Bölge Yatılı İlkokulları benzer bir ihtiyaçtan doğmuştur. Bu okullar Kürtlerin asimilasyonunu hedeflemekte, bugün Yatılı İlköğretim Bölge Okulları (YIBO)’lar olarak yaşamını sürdürmektedir. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Çağdaş Eğitim Vakfı gibi örgütlerle aynı anlayış sivil toplum kurumlarınca da gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. 1948 Cenevre Sözleşmesi, çocukların aile ortamlarından koparılıp başka bir toplumun ihtiyaçları için yetiştirilmesi sürecini, böylece çocukların doğal ortamlarına, aile ortamlarına müdahale edilmesini suç sayar. Jenosit suçunu oluşturan süreçlerden biri… Ama, Türk düşüncesi genel olarak devşirme sistemiyle övünmektedir. Bu da çağdaş demokratik anlayışla, Türk düşüncesi arasında, resmi görüş arasında ciddi bir çelişkinin, algılama farkının olduğunu gösterir.
İttihat ve Terakki döneminde ve özellikle Cumhuriyet döneminde, devlet yönetimini oluşturan kadroların yerli halklardan değil, Anadolu’ya dışarıdan gelen halklardan oluşturulduğu açık bir gerçektir. Her iki dönemde de Çerkeslerin, devlet yönetiminde üst kadrolarda önemli rol aldıkları görülmektedir. Balkan göçmenlerinin, Kırım’dan, Kafkasya’dan, Orta Asya’dan gelen göçmenlerin Cumhuriyet döneminde, devletin üst yönetiminde önemli görevlere, önemli mevkilere getirildikleri izlenmektedir. Bu kesimler, Türkiye’ye hiç bir şeye sahip olmayarak gelmişler, baskıdan zulümden kaçarak gelmişler. Türkiye’deki yaşamları tamamen devlete bağlı. Devlet, Rum sürgünü ve Ermeni soykırımı sonrasında kalan taşınmazların önemli bir kısmını bu kesimlerden ailelere hibe ederek bunları ideolojik ve politik olarak devlete bağlamada ciddi bir iş yapmıştır. Bu bakımdan bu göçmenler, devlete ve devlet ideolojisine, resmi ideolojiye sıkı bir şekilde bağlı bir grup olmuşlardır. Yerli halklardan, örneğin Türkmenlerden, Kürtlerden oluşturulacak kadrolar devlet ideolojisine bu yoğunlukta bağlı olmayabilirdi. Bu devletin Çerkeslere, Kırım, Kafkasya ve Orta Asya göçmeni Türklere güveni her zaman büyük olmuştur, onların, yönetimin üst kademelerine getirilmelerinde devlet bürokrasisinde onlara önemli mevkiler verilmesinde, bu bağlılıklardan dolayı herhangi bir sakınca görülmemiştir. Ama, Alevi Türkmenlerin, özellikle Kürtlerin bağlılığından her zaman kuşku duyulmuştur.
19. yüzyılın son çeyreğinde, 1878 Qsmanlı-Rus Savaşı sonrasında Balkanlardan ve Kafkaslardan Anadolu’ya çok yoğun göçler olmuştur. Balkanlardan gelenler, şüphesiz, 14. yüzyılın ortalarından itibaren Balkanların Osmanlılar tarafından fethedilmesi sürecinde, Anadolu’dan koparılarak Balkanlara yerleştirilenlerin, yani “Evlad-ı Fatihan”ların torunlarıdır. 1912 Balkan yenilgisinden sonra, bu göçler daha da yoğunlaşmıştır. İttihat ve Terakki döneminde, devlet yönetiminde ileri görevlere, yüksek mevkilere getirilenler daha çok bu kesimlerden oluşturulmaktadır, seçilmektedir.
Cumhuriyet’te, tek parti döneminde, Cumhuriyet Halk Fırkası Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, milletvekillerini tayin ederdi. “Çift dereceli seçim” aslında bir tayindi. Gerek milletvekilleri, gerek o milletvekillerini seçecek olan delegeler hep tayinle o göreve gelirlerdi. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne, milletvekili olarak tayin edilenlerin önemli bir kısmı bu kesimlerden seçiliyordu.
Türk egemenlik sisteminin önemli bir boyutu budur. Osmanlı yönetim sisteminde toprak mülkiyetine sahip yerli halklardan bürokrasi için eleman temin etmeme; bürokrasiyi devşirmelerden, Cumhuriyet döneminde de dışarıdan gelen halklardan temin etme anlayışını olgulara dayalı olarak irdelemek gerekir.
Osmanlı döneminde toprak, tımar sistemi denilen bir sistemle işletiliyordu. Toprak tımar, zeamet, has şeklinde birimlere ayrılıyordu. Bütün bu birimlerin başında, merkezden tayin edilen görevliler vardı. Bunlar, ilgili kişilere savaşta gösterdikleri yararlara göre dağıtılıyordu. Yerli halklardan kişilerin, bu görevlere getirilmesi söz konusu değildi. Kürdistan da, 16. yüzyılın başından beri, İdris-i Bidlisi’den beri farklı bir sistem, Kürt özerkliği diyebileceğimiz bir sistem uygulanıyordu. Bu sistem de 19. yüzyılda, İkinci Mahmut (1808-1839) döneminde, gelişen ayaklanmalar sürecinde yıkıldı. Kürdistan’da organik olarak merkezi yapının içine alındı.
Tek Tip Adam Yetiştirme, Herkesi Türk Yapma
Türk egemenlik sistemi derken, Klasik Osmanlı dönemini, İttihat ve Terakki dönemini, daha sonra da Cumhuriyet dönemini ayrıca değerlendirmek gerekir. Tek tip adam yetiştirme son iki dönemin önemli bir özelliğidir. İttihat ve Terakki ile başlayan bu dönem Cumhuriyetle birlikte daha sistematik olarak sürdürülmüştür. Tek dil, tek millet, tek devlet, tek vatan, tek şef anlayışı bu dönemlere işaret etmektedir. Rumlar sürgün edilerek, Ermeniler soykırıma uğratılarak bu anlayışın yaşama geçmesinin önündeki pürüzler kaldırılmaya gayret edilmiştir. Yahudiler ise Kemalist ideolojinin oluşturulmasında devlete her zaman yardımcı olmuşlardır. İttihat ve Terakki döneminde de Cumhuriyet döneminde de böyle bir gelişim vardır. Kürtlerin Türklüğe asimilasyonu, Alevilerin Müslümanlığı asimile edilmeleri yine bu anlayış doğrultusunda yaşama geçen uygulamalardır. Etnik bakımdan ve dinsel bakımdan homojen bir toplum yaratmak Cumhuriyet döneminin çok önemli bir amacıydı. Bu, Kemalist ideoloji tarafından, “Sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitleyiz” şeklinde ifade ediliyordu.
İsmail Beşikçi
www.kurdistanpost.org