Faili Meçhul”ler Karşısında Anayasanın, Yasaların Anlamı nedir?
1990’larda, Türkiye’de, çok ağır toplumsal ve siyasal bir ortam vardı. 1990’ların ortalarında bu ortam çok daha ağırlaştı. 1993, 1994, 1995, 1996 yılları. Tansu Çiller’in Başbakan olduğu yıllar… Tansu Çiller’in Başbakan, Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanı, Doğan Güneş’in Genelkurmay Başkanı, Mehmet Ağar’ın Emniyet Genel Müdürü, daha sonra Adalet Bakanı, daha sonra da İçişleri Bakanı, Ünal Erkan’ın, Olağanüstü Hal Valisi olduğu yıllar… Bu dönemde “faili meçhul cinayetler”, köy yakmalar, büyük kitleleri içeren sürgünler çok arttı. Kürt aydınları, işadamları ve din adamları ile ilgili olarak “Öldür-kaçır-göm” sık sık uygulanıyordu. Bu tür olaylara, Türk siyasal hayatında, İttihat ve Terakki’den beri rastlamak mümkün. Ama sözünü etmeye çalıştığım yıllarda, bu olaylar daha sistematik bir şekilde yaşama geçiriliyordu. Baskı yönetiminin bu uygulamaları tutukevlerine ve cezaevlerine de aynen yansıyordu. İdareyle tutuklular ve hükümlüler arasındaki gerginlikler, açlık grevleri, sürgünler… hiç eksik olmuyordu.
Türk siyasal rejimi, Türk siyasal sistemi, Anayasaya bakılarak, anayasanın hazırlanış sürecine bakılarak, anayasa değişiklikleri incelenerek anlaşılamaz. Bunlar siyasal rejimin temel nitelikleri, siyasal sistemin işleyişi hakkında, rejimin ana niteliği hakkında çok az bilgi verirler. Türk siyasal rejimi, rejimin ana niteliği siyasal partilere, siyasal partiler yasasına, genel seçimlere ve yerel yönetim seçimlerine, seçim yasalarına bakılarak da anlaşılamaz. Bunlar da rejimin temel niteliği ve siyasal sistemin işleyişi hakkında çok az, yüzeysel bilgi verirler. Türk siyasal sistemi, Türk siyasal rejimi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne, TBMM’nin ve hükümetin çalışmalarına, birbirleriyle ilişkilerine bakılarak da anlaşılamaz. Türk siyasal rejimi, yargı organlarının kararlarına, örneğin Anayasa Mahkemesi’nin, Yargıtay’ın, Danıştay’ın kararlarına bakılarak, bu kararlar incelenerek de anlaşılamaz. Bunlar da rejimin ve siyasal sistemin temel niteliği hakkında çok yetersiz, çok yüzeysel bilgi verirler. Rejimin ana niteliği, ceza yasalarına, basın yasalarına, infaz sistemine bakılarak da anlaşılamaz. Türk siyasal rejimini, siyasal sistemi, rejimin ana niteliğini kavramak için, bütün bu yasalara ruh veren, yasaların işlemesine ruh veren temel anlayışın anlaşılması, kavranılması gerekir.
17 bine yakın, 17 bini aşkın ‘faili meçhul cinayet’den söz edilmektedir. Öldürülenlerin tamamının Kürt olduğu da bilinmektedir. Tek tek Kürtleri veya Kürt grupları hedef alan bu cinayetlerin JİTEM (Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele) tarafından gerçekleştirildiği yine önemli bir bilgidir. JİTEM’in Jandarma Genel Komutanlığı’na bağlı bir birim olduğu da biliniyor. JİTEM’ de PKK itirafçılarına çok büyük görevler verildiği, cinayetlerin büyük bir kısmının bu elemanlara işlettirildiği üzerinde dikkatle durulması gereken çok önemli bir bilgidir. JİTEM’in varlığı 2008 yılı ortalarındaki Ergenekon soruşturmalarına ve tutuklamalarına kadar inkar ediliyordu. Bu sorgulamalar sırasında fiilen kabul edilir oldu.
Abdülkadir Aygan’ın, Tuncay Güney’in anlatımları, Profesör Mahir Kaynak’ın, “geçmişe takılıp kalmayalım, Türkiye’nin geçmişinde, pis işler çoktur” demesi bu kabulde önemli bir rol oynamış olabilir. Abdülkadir Aygan’ın PKK’li olduğu, daha sonra itiraflarda bulunarak JİTEM elemanı olduğu, JİTEM’de faaliyet gösterdiği, daha sonra da JİTEM’deki faaliyetlerini itiraf ettiği biliniyor. Bu itirafların yakın tarihte çok önemli gelişmelere yol açtığı da önemli bir gerçek. TUNCAY Güney’in ise, Ergenekon soruşturmalarında sık sık adı geçiyor. Hatta, bazı yazarlar ve gazeteciler tarafından, anlatımlarıyla Ergenekon soruşturmalarını başlatan isim olarak anılıyor.
Mahir Kaynak’ın sözü için bak. Vatan, 1 Ocak 2009, Mine Şenocaklı ile yapılan röportaj, ayrıca bak. Uğur Balık, Timur Şahan, İtirafçı: Bir JİTEM’ci Anlatıyor, Aram Yayınları, 2006; nasname.com, BOTAŞ (JİTEM’in Ölüm Fabrikası), 22 Şubat 2009, Kayıp Yakınları Yağmur Dinlemedi, 23 Şubat 2009; Bedir Acar, Tuncay Güney Anlatıyor, Ergenekon’un İlk Tanığı, Timaş Yayınevi, İstanbul 2008.
Yukarıda belirtilen yıllarda, Diyarbakır, Batman, Silvan, Nusaybin, Kızıltepe gibi Kürt şehirlerinde, yurtsever Kürtlere karşı yoğun cinayetler işleyen Hizbullah’ın da askeri kışlalarda eğitildiği ayrıntılarıyla bilinmektedir. Türk siyasal rejiminin ana niteliğiyle bu olgular ve olgusal ilişkiler arasında önemli bir bağ olduğu kanısındayım. Anayasada, yasalarda sınırlı da olsa, bazı haklardan, özgürlüklerden, kişi dokunulmazlığından söz edilmektedir. Kişilerin bazı dokunulmaz hakları olduğu vurgulanmaktadır. Ama, bu haklar, özgürlükler, Kürt diyarında çoğu zaman yaşama geçmemektedir. 17 bini aşkın ‘faili meçhul cinayet’, köylerin yakılması, yıkılması, Kürt ailelerin sürgüne zorlanması, bu değerlendirmelerin önemli bir kaynağıdır. Kürt diyarında böyle hukukuz bir süreç yaşanmaktadır. O zaman, anayasanın, yasaların, fiili durumu gizleyen bir örtü olmanın ötesinde bir değer taşımadığı söylenebilir.
Bu ilişkiler ağında bazı temel sorular gündeme gelmektedir. Devlet neden kendi halkına karşı gizli örgütler, yasa dışı örgütler kurma gereğini duymaktadır? Bu örgütler neden sık sık cinayet işlemektedir? Neden bu kadar çok ‘faili meçhul cinayet’ vardır? JİTEM elemanları neden Kürtleri öldürmeyi hak ve meşru görmektedir? Türk siyasal hayatında, neden Kürtleri Ermenileri, Süryanileri, Kızılbaşları (Alevileri), Êzîdîleri öldürmeyi hak ve meşru gören bir anlayış gelişebilmiştir? Osmanlıdan günümüze Türk toplumsal tarihinde kitle kıyımlarını izlemek çok kolaydır. İttihat ve Terakki döneminde daha planlı, programlı bir şekilde dile getirilen bu olaylar Cumhuriyetle birlikte sistematik bir şekilde uygulanır olmuştur.
Halka, aydınlara karşı bu kadar yoğun bir şekilde cinayet işlenmesine rağmen bunların hiçbirinin yargı organları önüne getirilememiş olması, rejimin ana niteliğinin önemli bir boyutudur. Bu cinayetlerin neden yargı organları önüne getirilemediği yine önemli bir sorun olmalıdır. Bu cinayetlerin bazı Türk yetkililer ve görevliler tarafından “pis işler”, “pislik” olarak adlandırıldığı da görülmektedir. Ama bu “pis işler”i yapanların “hukukçu” olduğu söylenen “hukukçu” olduğu vurgulanan 10. Cumhurbaşkanı tarafından “devlet övünç madalyası” ile ödüllendirildiği, madalyanın bu kişilere bizzat Cumhurbaşkanının taktığı da görülmektedir. Ama aynı Cumhurbaşkanı çatışmalarda yaşamlarını yitiren Kürt savaşçıların analarını, “barış anaları”nı ve onların beyaz tülbendini kabul etmediği de önemli bir bilgi olmalıdır.
Jenosid suçuyla ilgili 1948 tarihli Jenosid Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme çocukların ailelerinden zorla koparılıp başka bir gruba transfer edilmesini ve o grubun değerleri ile büyütülmesini (Madde 2 (e)) suç sayar. Ama Türk düşüncesi, Osmanlı dönemindeki devşirme sistemiyle övünmektedir. Devşirme sistemi, jenositle ilgili yukarıdaki sözleşmede belirtilen durumun ta kendisidir. Bu da Türk düşüncesi ile evrensel değerler arasında önemli bir çelişki olduğunu göstermektedir. Bugün de Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Kürt çocuklarını Bölge Yatılı İlköğretim Okullarında eğiterek asimilasyonda önemli bir halka olmaktadır. Asker destekli, ordu teşvikli Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Kürt çocuklarının Türklüğe asimilasyonunu “çağdaşlık” kavramıyla savunmaktadır. Türk düşüncesi Kürt çocuklarının Türklüğe asimilasyonunu çağdaş bir olgu, çağdaş bir süreç olarak değerlendirmektedir. Ama Türk düşüncesi 1985-88 arasında Bulgaristan’da Türklerin isimlerini değiştirme, Türklere Bulgar isimleri verme sürecini ırkçılık, emperyalizm, sömürgecilik, gericilik, çağdışılık olarak suçlamaktaydı.
Osmanlı döneminde Müslüman olmayanlara, örneğin Kızılbaşlara (Alevilere), Êzîdîlere, Ermenilere, Süryanilere vs. baskı, zulüm yapılırdı. Cumhuriyet döneminde ise Türk ve Müslüman olmayan herkese karşı baskıyı ve zulmü Türk siyasal düşüncesi hak ve meşru görmektedir. Cumhuriyet dönemindeki baskının ve zulmün ana hedefinin Kürtler olduğu besbellidir. Müslüman olmaları Kürtleri bu baskıdan ve zulümden azade kılmamaktadır. Saddam Hüseyin döneminde Irak’ta Kürtlere sürekli bir soykırım uygulandığı da yine bilinen bir gerçekliktir.
Bunlar Türk siyasal kültürünün önemli boyutlarıdır aynı zamanda rejimin ana niteliğinin görüntüleridir. Bu ilişkiler ağında üniversitenin rolü nedir? Yargının rolü, konumu nedir? Basının rolü nedir? İlişkilerin bu yönünün de irdelenmesi gerekir. Kürt sorunu söz konusu olduğu zaman devletin bu temel kurumlarının çok farklı bir işleve sahip olduğu görülmektedir. Üniversite gerçeği araştırma değil, gerçeği gizleme, çarpıtma, yok sayma gibi bir işleve sahiptir. Basın bu olayları kamuoyuna duyurma değil gizleme, bu olayların kamuoyunun bilincine çarpmasını engelleme gibi bir işleve sahiptir. Yargı, hukukun üstünlüğü gibi bir anlayışın değil, üstünlerin hukukunun bir temsilcisi olmaktadır. Üstünlerin hukuku elbette JİTEM hukukudur. Bu hukuk anlayışı binlerce faili meçhul denen cinayetin hiçbirini yargı önüne getirememekte ama panzerlere taş atan çocukları 20 yılı aşkın ceza istemleriyle yargılamakta ve cezaevine koymaktadır. Türk siyasal sistemi, Türk siyasal rejimi devlete egemen olan bu ilişkiler ağında, bu ilişkiler çerçevesinde anlaşılabilir. Bu ilişkiler ağında askerin, ordunun belirleyici ve yönlendirici bir rolü olduğu açıktır.
JİTEM anlayışı, JİTEM hukuku nedir? PKK itirafçıları JİTEM elemanı yapılıp bir zamanlar yoldaşlık yaptıkları arkadaşlarını öldürmeye, kendi halkına zulmetmeye başlayınca onlara “kahraman” deniyordu. İtirafçı JİTEM elemanları Kürtleri birer ikişer katlettikçe kahramanlıklarının dozu artıyordu. Bölgede görevli generallerin bu “kahramanlar”la çekilmiş fotoğrafları var. Ama JİTEM’de çalışmış Abdülkadir Aygan JİTEM’in Kürtleri nasıl öldürdüğünü, yaktığını vs. itiraf edince bir zamanlar birlikte çalıştıkları generaller kendisine “alçak” dediler. Burada inandırıcı olan, toplumsal güvenilirliğe sahip olan generaller midir JİTEM itirafçısı Abdülkadir Aygan mıdır? İşte Türk siyasal sistemi Türk siyasal rejimi ancak bu yasal olmayan ilişkiler analiz edildiğinde anlaşılabilir. Temel soru şudur? Neden bu kadar çok Kürt öldürülüyor? Neden bir Kürdü öldürmek için başka bir Kürt devreye sokuluyor? Neden, bütün bunlara rağmen “kardeşlik” diye bir söylem, Kürtlerin Türklerin kardeşliği gibi bir söylem hiç bitmiyor? JİTEM itirafçıları, Kürtleri nasıl öldürdüklerini etraflı bir şekilde anlatıyorlar. Bir Türk’ü öldürmüş olsalar katliamlarını bu kadar rahat bir şekilde anlatabilirler mi? Türk siyasal sistemi anayasaya bakılarak, seçim yasalarına bakılarak, siyasal partilere, Büyük Millet meclisine, Anayasa Mahkemesi kararlarına, Danıştay kararlarına vs. bakılarak anlaşılamaz. Ancak bu yasa dışı ilişkiler analiz edildiğinde anlaşılabilir. Yasa dışı örgütlenmelerin ve operasyonların gizli tutulabilmesi, yargıya konu olmaması rejimin ana niteliğinin önemli bir özelliğidir.
Kürtlere karşı geliştirilen faili meçhul cinayetler, köy yakmalar, sürgünler, yani Kürt bölgelerinde geliştirilen JİTEM operasyonları söz konusu edilmeden Türk siyasal sistemi, Türk siyasal rejimi ve rejimin temel niteliği anlaşılamaz. Bu dönem, bu ilişkiler yargı konusu olmadan, sorumlular, görevliler hakkında dava yürütülmeden gerçek demokrasi de kurulamaz. Türk üniversitesi, Türk basını, Türk yargısı, Türk iş hayatı ancak bu ilişkiler çerçevesinde anlaşılabilir.
Adalet ve Kalkınma Partisi önümüzdeki 29 Mart 2009 seçimlerinde %47’nin üzerinde oy almayı hedefliyor. Bu mümkündür. Militarist anlayışla yoğun bir işbirliği yapılarak, “pis işler”e hiçbir sorgulama, eleştiri getirilmeyerek, bunlar görmezlikten gelinerek %50’nin üzerine de çıkılabilir, ama AKP yine de iktidar olamaz. Askeri vesayet altında iktidar sahibi olmak mümkün değildir. Askeri vesayet altında gerçek demokrasi de kurulamaz.
Rejimin Ana Niteliği(2)
2008 Yılı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü, 2 Şubat 2009 tarihinde, İstanbul’da, Aya İrini’de düzenlenen bir törenle yazar Çetin Altan’a verildi. Törene Başbakan Recep Tayip Erdoğan, Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, milletvekilleri, yazarlar, basın mensupları katıldılar. Ödül Çetin Altan’a, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından verildi. Başbakan, ödül töreninde yaptığı konuşmada, düşün hayatıyla ilgili olarak önemli görüşler dile getirdi.
“Üzülerek söylemeliyim ki, yakın tarihimizde, düşüncenin serüveni meşakkatli bir yolculuk olmuştur. Farklılıkların kabulü kolay olmamış, kemikleşen ön yargılar, tahammülsüz anlayışlar, düşünceyi ağır bir şekilde cezalandırmış ve bedelini bütün Türkiye ödemek zorunda kalmıştır. Bu yolculukta direnç gösteren bedel ödemek pahasına, düşünce sevdasından vazgeçmeyen, otoriter anlayışlara boyun eğmek yerine gerçeği söyleyen aydınlarımızın öncülüğü önem taşıyor. Hiç kuşkusuz onlardan biri Çetin Altan’dır.”
“Eleştirel akıl olmadan eleştiriye tahammül olmadan yol alamayız. Söz olmadan, yazı ve fikir olmadan uygarlık iddiamızı gerçekleştiremeyiz. Farklı düşünmek, asla birbirimizi anlamaya, en azından anlama çabasına mani olmamalı. Demokrasinin temeli tahammül duygusudur.”
“Türkiye daha fazla özgürleşecek, daha fazla demokratikleşecek, kalkınacaktır.”
Kültür Bakanı Ertuğrul Günay da, törende yaptığı konuşmada, ödülü, “Demokrasi için güzel bir gelişme” diye değerlendiriyor.
Ödül töreninden sonra, Ahmet Altan ve Mehmet Altan törene ilişkin izlenimlerini dile getiren yazılar yazdılar. Ahmet Altan, “Bazen ‘hiçbir şey değişmeyecek mi?’ diye umutsuzluğa kapıldığım da oluyor. Ama önceki gece, Aya İrini de yaşananları izlerken, ‘bir şeyler değişiyor galiba’ duygusuna kapıldım. Yazarları linç ettiren, hapislere attıran başbakanlardan, yazarlara saygı gösteren başbakanlara gelmek az iş değil.” diyor. (Çetin Altan ve Başbakan, Taraf, 3 Şubat 2009)
Mehmet Altan, “tarihin derinliklerinden süzülerek gelen anıtsal bir mekandaki… Kültür Bakanı ile Başbakan’ın aristokratik bir incelikle geçmişin kötü mirasın silmeye çalıştıkları ödül töreni” nden söz ediyor. (Aya İrini’de Bir Akşam, Star, 3 Şubat 2009)
Bir gün sonra, 4 Şubat 2009 da, Hasan Bildirici, ödül törenine ilişkin bir yazı yayımladı. (Devlet Ödülleri, kurdistan-post.org) Bu yazıda Hasan Bildirici, 16 yıllık , sürgün hayatına son vermek niyetiyle İsviçre Başkonsolosluğu’na başvuru yaptığını anlatıyor. Pasaport istiyor. Kendisine herhangi bir kimlik kartı veya pasaport veremeyeceklerini, İstanbul havaalanına en yakın bir hapishaneye gidebilmesi için uçuş kağıdı verebileceklerini söylemişler.
Hasan Bildirici yazısında, aynı gün, Ankara Cumhuriyet Savcılığı’nın, aralarında, Demokrasi Partisi (DEP) Genel Başkanı Yaşar Kaya, DEP milletvekilleri Ali Yiğit, Remzi Kartal, Zübeyr Aydar, Nizamettin Toguç’tan ayrı, Necdet Buldan, Serhat Bucak, Şerafettin Kaya, Haydar Işık, Ahmet Aktaş, Mesut Uysal, Abdurrahman Çadırcı, Yaşar Ertaş, Ali Matur, Celal Özkan, Özcan Keldoya gibi, Kürt, Süryani, Alevi, Ezidi şahsiyetlerinde bulunduğu 31 kişi hakkında 15 ile 22 yıl arası ceza istemiyle dava başlattığını vurguluyor. Kısa bir süre önce, Leyla Zana’ya on yıl hapis cezası verildiğini hatırlatıyor. On ylda 17 binden fazla Kürt insanının kaçırılarak, kablo atılarak, satırla doğranarak, ensesine kurşun sıkılarak katledildiğini vurguluyor.
Hasan Bildirici bu yazısında, emeklilik primlerin de kendi faydalanmasına sunulmadığını yazıyor. Bu konuda şunları yazıyor. “İsviçre’deki emeklilik kurumu, geçmiş çalışmalarımı buradaki çalışmalarıma eklemek için, Türkiye’ye bir yazı yazdı. Yazıya gelen cevap karşısında ben de mahcup oldum. Şöyle yazmışlar: Hasan Bildirici’nin, Rize Veliköy Çay Fabrikası, Gaziantep Çay Satış Reyonu, Diyarbakır Çaykur BölgeMüdürlüğü’nde üç yıl memurluk yaptığına dair bir kayda rastlanmamıştır.”
Hasan Bildirici bu olgulardan hareket ederek, Ahmet Altan’a, Mehmet Altan’a, Türk yazarlarına, Türk aydınlarına, şunları söylüyor: Siz Türkler için bir şeyler değişiyor olabilir,
Biz Kürtler için değişen bir şey yok.
Olgular bunlar. Birbirleriyle ilişkiler çerçevesinde bu olguları, olgusal ilişkileri değerlendirmek gerekir. Başbakan’ın konuşması, düşün özgürlüğüne ve eleştirel akla vurgu yapması, düşün hayatı bakımından olumludur. Ama böyle bir konuşma, böyle bir düşünce, tek başına bir şey ifade etmez. Bu düşüncelerin yaşama geçip geçmediğinin sınanması gerekir. Bu sınama ise, ancak Kürt sorunu gibi bir mihenk taşında yapılabilir. Kürt sorunu gibi bir mihenk taşına vurulduğu zaman, bu düşüncelerin hiç yaşama geçmediği görülmektedir. Bilakis, Kürt sorunu çerçevesinde, özgür eleştiriyi, düşüncenin özgürce ifade edilmesini boğan bir ortam vardır. Bu da Başbakan’ın ilke sahibi olmadığını, yerine ve zamanına göre farklı farklı tutumlar sergilediğini, nabza göre şerbet verdiğini gösterir. TRT Şeş elbette önemli bir gelişmedir, önemli bir adımdır. Üniversitelerde, Kürt Dili ve Edebiyatı bölümleri’nin açılmasının düşünülmesi elbette olumludur. 24 Şubat 2009 da, TBMM’de, Demokratik Toplum Partisi Grup Toplantısı’nda, Genel Başkan Ahmet Türk’ün Kürtçe konuşması, devlet katlarında ve devletin yönlendirdiği sokakta, bu konuşmaya, bu tutuma yoğun tepkiler gelmemesi, yani devletin sokağı harekete geçirmemesi elbette not edilmesi gereken bir durumdur. Ama, ortada 17 bini aşkın “faili meçhul cinayet” vardır. Bu cinayetleri işleyenler besbellidir, fakat bunların hiçbiri yargıya intikal etmemiştir. Öyle bir konu görmezlikten, bilmezlikten, duymazlıktan geliniyor. Demokratik Toplum Partisi’nin, “BOTAŞ kuyuları açılsın, cesetler ortaya çıkarılsın, mağdur aileler hiç olmazsa yakınları için bir mezar yapsın” talebi çok ciddi bir sorunu ortaya koymaktadır. Bu talepler duymazlıktan gelinemez. Bu Türk hukukunun, Türk siyasetinin önündeki en önemli sorundur. Böyle bir ortamda hala “kardeşlik”ten söz edilebilmesi ancak, sorunun ciddiyetini kavramamak olarak değerlendirilebilir. Bu konuda, devletin, hükümetin ciddi bir özeleştir yapması gerekmez mi?
Ahmet Türk’ün TBMM’de, DTP Grubu’nda, Kürtçe konuşmasının olumlu olduğunu belirtmiştim. Ama, Ahmet Türk’ün savunması yanlıştır. Ahmet Türk “Başbakan konuşursa ben de konuşurum” diyor. Bu savunma yanlıştır. Kürtçe’yi konuşmanın, yazmanın, Kürtçe eğitim almanın vs. her yerde, her zaman hak olduğu, Kürtçe’yi yasaklamanın çağdışı olduğu vurgulanmalıdır.
Başbakan’ın düşüncesinde ve tutumunda çarpıcı bir çifte standardın olduğu dikkatlerden uzak değildir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Şubat 2009 başlarında, Davos’ta, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e, “siz öldürmeyi iyi bilirsiniz” diye çıkışmıştı. Peki, 17 binden fazla Kürt’ü kim öldürdü acaba? “Faili meçhul cinayetler’i kim gerçekleştirdi? Filistinli çocuklar için yanıp tutuşan başbakan, Kürt çocuklara zulmeden, onları 20-25 yıl gibi ceza istemleriyle yargılayan, cezaevlerine yollayan bir sistemde Başbakan değil mi? Adam öldürmeyi kim kimden öğreniyor acaba, kim kime örnek oluyor?
Bir toplumda, insanlar, ortak amaçlarını belirlemek ve onları gerçekleştirmek için çeşitli örgütler oluştururlar. Bu örgütler hiyerarşik olarak da birbirlerine bağlanmışlardır. Siyasal sistem bu ortamda oluşuyor ve toplumdaki bütün örgütleri kapsayıcı, bütünsel bir yapı gösteriyor. Siyasal sistem, devlet içinde, iktidara, otoriteye önemli ölçüde etkide bulunan kuvvetler ve kuvvetlerin faaliyetidir. Kararları emredicidir ve bütün toplum için, bütün insanlar için bağlayıcıdır. Siyasal sistem sadece, devlet içinde, iktidarı, otoriteyi değil, iktidarı, meclisi, hükümeti önemli ölçüde etkileyen sosyal ve siyasal iktidar kurumlarını, gruplarını ve bunların faaliyetlerini de kapsar. Siyasal rejim ise, yönetenler ve yönetilenler arasındaki ilişkileri tanımlar. Daha doğusu, yönetilenlerin devlet karşısındaki haklarını ve özgürlüklerini anlatır.
Anayasa, birinci planda, toplumsal talepler doğrultusunda, devletin, iktidarın sınırlandırılmasıdır. Çağdaş anayasalarda, devlet-toplum-birey arasındaki ilişkileri, bireyler lehine belirleyen maddeler mevcuttur. Bu genel çerçeve içinde 17 bini aşkın ‘faili meçhul cinayet’ nasıl açıklanabilir, nasıl değerlendirilebilir? Bu, Türk siyasal hayatında, Kürt sorunu karşısında, devleti, iktidarı sınırlayan hiçbir gücün, kurumun olmadığını gösterir. Devlette, ‘iktidar karşısında, Kürtlerin hak ve özgürlükleri sıfırlanabilir’ anlayışı egemendir. Sorunun temelinde ne vardır? Kürt kimliğini tanımamak vardır, Kürtlerin Kürt toplumu olmaktan doğan haklarını tanımamak vardır. Baskıyı devamlı kılmak bunun içindir.
Son yıllarda, Kürtler arasında toplumsal hareketler güç kazanmaktadır. Kürtler, toplumsal ve kültürel taleplerin toplantılarla, gösterilerle, yürüyüşlerle dile getirmektedir. Bu toplantılara, gösterilere, yürüyüşlere, gençler, yaşlılar, kadınlar, çocuklar… herkes katılmaktadır. Kadınların siyasete yoğun bir şekilde katılması, Kürt toplumunda izlenen çok önemli bir gelişmedir. Ama iktidarın, iktidarın yönlendirmesindeki medyanın, bunları görmezlikten bilmezlikten geldiği, bunlardan hiç etkilenmediği görülmektedir. Toplumsal hareketlerden, sadece, cezai yaptırım söz konusu olduğu zaman söz edilmektedir. Demokratik toplumlarda, kitle hareketlerinin, kitleler tarafından dile getirilen toplumsal taleplerin iktidarı etkilediği sık sık görülen ve izlenen bir durumdur. Tük siyasal hayatındaysa, ordunun, belirleyici ve yönlendirici bir rolü olduğu, ordunun bu ağırlığı karşısında, siyasal partilerin, hükümetin, TBMM’nin bir kıymet-i harbiyesi olmadığı biliniyor.
Bu ilişkiler çerçevesinde aydınların rolü ne olmalıdır? Temel görev, elbette, 17 bini aşkın “faili meçhul cinayet”in hiç birini yargı önüne getiremeyen toplum düzeninin, hukuk düzeninin, siyasal düzenin eleştirisi olmalıdır. Böyle bir düzenin saygın ve değerli yazarlara verdiği “Büyük Kültür ve Sanat Ödülleri”nin, bu ödüllerin kabul edilmesinin iki önemli işlevi vardır. Bir kere bu ödüllerin bu hukuksuz, keyfi düzenin Kürtlere karşı geliştirdiği operasyonları gizleyici bir işlevi vardır. İkinci olarak, ödülün kabul edilmesi böylesi bir düzenin eleştirisine de engel olabilir. Bu düzenin ödülünü kabul ediyorsanız, düzenin yapıp ettiği işler konusunda ciddi bir eleştiri yapamazsınız. Daha önemli olan konu şudur: Eğer Türkiye’deki bu değişimler Kürtler için de bir şey ifade etmiyorsa, Kürt aydınlarının, Kürt yazarlarının, Kürt siyaset adamlarının, Kürt analarının, Kürt öğrencilerin, Kürt çocuklarının, Kürt işçilerin, Kürt köylülerin, Kürt esnafının, Kürt iş adamlarının, kısaca kendini Kürt hisseden herkesin. yaşamlarında, faaliyetlerinde bir rahatlık yaratmıyorsa, Türk aydınlarının, Türk yazarların algıladığı değişim de kalıcı olmaz, göstermelik olarak kalır. Fizikteki birleşik kaplar teorisi, kendisini, toplumsal ilişkilerde de aynen gösterir. “Ülkenin bir yanında demokrasiyi geliştirelim, kökleştirelim, öbür yanında baskıyı tırmandıralım” olmaz. Böyle hukuksuz bir niyetin yaşama geçmesi mümkün değildir. Bu durumda, Kürtlere uygulanan baskının, bütün toplumu sarması kaçınılmazdır. Bu ilişkiler çerçevesinde, saygın ve değerli yazarlara verilen “Büyük Kültür ve Sanat Ödülleri”, bu yazarlar için, ağır bir yük olmanın ötesinde bir değer taşımaz.
İsmail Beşikçi-Kürdistan-post com