Kürt toplumunun tarihsel ve toplumsal gelişmesini incelemek önemli bir çalışmadır. Büyük boyutlu siyasal gelişmeler Kürt toplumunun yapısının oluşmasında, toplumsal değişmede çok büyük rol oynamaktadır. 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, Kürtlere, Kürdistan’a ilişkin olarak olup bitenler dikkatlerden uzak tutulamaz. Bu dönemde, dönemin emperyal güçleri Büyük Britanya ve Fransa, Kürtlerin ve Kürdistan’ın, bölünmesini, parçalanmasını ve paylaşılmasını sağlamışlardır. Bu emperyal güçler, bu politikalarını, şüphesiz, Ortadoğu’daki, Arap, Fars ve Türk yönetimleriyle işbirliği yaparak gerçekleştirmişlerdir.
Bölünme, parçalanma ve paylaşılma, Kürdistan’ın iskeletini parçalamış, Kürtlerin beynini dağıtmıştır. Bu sürecin Kürt toplumu üzerinde böylesine ağır bir etkisi vardır. Ortadoğu’nun ortasındaki Kürtlerin ve Kürdistan’ın böylesine bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması, Kürt topulumun iç dinamiklerini zayıflatmış, giderek yok etmiştir. Kürtler, sınırlarda, elektrik yüklü dikenli tellerle, mayın tarlalarıyla, iz tarlalarıyla, gözetleme kuleleriyle, casus uçaklarıyla, birbirlerinden ayrılmışlardır. Bu ayrılığı devamlı kılmak, derinleştirmek ve yaygınlaştırmak için, her önlem alınmıştır. Böylece, Diyarbakır, Van, Mardin, Urfa, Ağrı, Muş çevrelerinin, Halep, Qamışlı, Süleymaniye, Hewler, Mahabad çevreleriyle, Kafkasya’yla, ticari, toplumsal ve kültürel bağları koparılmıştır. Örneğin, artık, Bitlis’ten, Diyarbakır’dan, Ağrı’dan, Mardin’den, kalkan bir hayvan sürüsü, Halep, Şam, Süleymaniye, Tahran, Tebriz gibi pazarlara ulaşamamaktadır. Sınırlar, sınırlarda alınan önlemler, bu ekonomik, ticari gelişmenin önünde büyük bir engeldir. Bu engeller, sermaye birikimini, sınai gelişmeyi de durdurmuştur.
1915 de, Ermenilere, Süryanilere ve Ezidilere karşı geliştirilen soykırım, Kürt sürgünlerinin başlaması, Kürdistan’daki sınai gelişmeye büyük bir darbe indirmiştir. Ermenilerin ve Süryanilerin tehcirinden ve soykırımından sonra, marangozluk, inşaatçılık, demircilik, kuyumculuk, dericilik, keçecilik, boyacılık gibi çeşitli sanatlar, bir süre, onların yetiştirdiği çıraklar tarafından ayakta tutulmaya çalışılmıştır. Fakat, sektörler, kısa zamanda, küçülerek, daralarak, etkinliğini kaybetmiştir. Ermenilerle ve Süryanilerle beraber yaşayan Türk ailelerin ve Kürt ailelerin, çocuklarını zanaat öğrenmesi için Ermeni ve Süryani ustaların yanına çırak verdiği biliniyor.
Cumhuriyet’le birlikte, devam eden ayaklanmalar, köylerin yakılıp yıkılması, ormanların yakılması, temel geçim kaynaklarının tahribi, sürgüler, Kürt toplumunun iç dinamiklerini iyice zayıflatmış, giderek yok etmiştir. Örneğin Osmanlı döneminde, Hakkari’de, çok gelişkin olan tütün üretimi, balcılık, bu süreçte, büyük bir darbe yemiştir. Bir zamanlar, Tahran, Bağdat, Şam, İstanbul pazarlarını tarımsal ürünler bakımından besleyen Hakkari, artık ailelerin bile ihtiyacını karşılayamaz bir hale gelmiştir. Bir zamanlar, diyelim 18. yüzyıl, 19. yüzyıl, deve yüklü kervanlar, Tahran’a, Bağdat’a, Halep’e, Şam’a, İstanbul’a tarımsal ürünler taşıyordu.
Günümüzdeyse aileler kendi geçimlerini bile sağlamakta zorlanıyorlar. Köylerin yakılması, yıkılması, ailelerin yerlerini-yurtlarını terke zorlanmaları pek çok aileyi yoksulaştırmıştır. Koruculuk dayatmaları yüzünden, bölgeyi terke zorlanan ailelerden bir kısmı, İstanbul, Bursa, Kocaeli gibi yörelerde, varoşlarda çok sefil, çok yoksul bir yaşam sürdürüyor. Diyelim Hakkari’de, kendi beldelerinde su da var, toprak da var, fakat onlardan yararlanamıyor…
Kürt bölgelerini geri kalması, geri bırakılması böyle bir süreç içinde gerçekleşmiştir. Geri Kalma-geri bırakılma olaylarının temelinde bu ilişkiler vardır. Kürtleri, Kürt kimliğini, Kürtçe’yi, inkar, imha ve asimilasyon çabaları, devletin ideolojik baskı araçlarının ve zorlayıcı baskı araçlarının birlikte kullanılması, geri kalma-geri bırakılma sürecini iyice hızlandırmış, yoğunlaştırmıştır. Devlet, aşiret reisleriyle, şeyhlerle, toprak sahipleriyle işbirliği yaparak Kürtlerdeki milli gelişmeyi engellemeye çalışmıştır. Bu, şüphesi karşılıklı bir destektir. Şeyhler, aşiret reisleri ve büyük toprak sahipleri de devletin çıkarını desteklemektedir. Kürtler için, Kürdistan için ayaklanmalara katılanlar ayaklanmaları yönetenler, şeyhlerin, aşiret reislerinin, toprak ağalarını küçük bir kısmıdır. Onların sonu, ya çatışmalarda ölüm, ya darağaçları, ya ülke dışına firar, ya sürgün ya da cezaevi olmuştur. Devlet yanlısı şeyhlerin, aşiret reislerinin, büyük toprak sahiplerinin devlet tarafından maddi ve manevi olarak desteklenmesi, gelir bölüşümünde çok büyük farkların oluşmasının da getirmiştir.
Sınırların elektrikle yüklü dikenli tellerle, mayın tarlalarıyla,iz tarlalarıyla gözetleme kuleleriyle, casus uçaklarıyla vs. korunması, kaçakçılık denen bir olaya vücut vermiş, mafyanın gelişmesini sağlamıştır. Böyle korunaklı bir alandan gizlice mal geçirmek, ancak, jandarmayla, güvenlik güçleriyle şu veya bu şekilde kurulan illegal bir ilişkiyle olur. Bu yolla çok büyük rantların elde edildiği açıktır. Devlet bu şekilde, illegal bir şekilde, oluşan sermaye birikiminin Batı’ya aktarılması için de her türlü önlemi almıştır. Kürdistan’da Kürt burjuvazisinin oluşmasını engellemek, devletin üzerinde durduğu, gözettiği en hassas konulardan biridir. Bunların yanında, örneğin katma değer vergisin Kürt bölgelerindeki yüksekliği dikkat çekicidir. Örneğin İstanbul’da % 8 olan KDV, Diyarbakır, Siirt, Hakkari, Van, Muş, Ağrı, Kars, Bitlis gibi yörelerde, çeşitli mekanizmalarla ve hesaplarla, % 20’ye kadar yükselmektedir.
Son 25 yıllık savaş dönemi toplumda yeni yeni dinamiklerin yaşanmasını getirmiştir. Bu yeni dinamikler, Kürt toplumunu derinden etkilemekte, toplumun dönüşmesini de sağlamaktadır. Bunlara kısaca bakmakta yarar vardır.
Temmuz ayının sonlarından itibaren, üç ayı aşkın bir süredir, Kürt sorunu bağlamında, bir açılımdan söz ediliyor. Hükümet, önce bunu Kürt açılımı olarak gündeme getirdi. Kısa bir süre sonra, demokratik açılım denmeye başlandı. Daha sonra da milli birlik projesi, huzur ve güvenlik projesi gibi adlar dolaşıma girdi.
Açılım politikası çerçevesinde, hükümet henüz somut öneriler açıklamadı. Sadece olamayacak şeylerden söz etti. Örneğin, “anayasa değişikliği yok, af yok, anadilde eğitim yok” gibi açıklamalar yaptı. Henüz, açılım çerçevesinde, nelerin olabileceği konusunda bir şey söylenmedi. Hükümet, 10 Kasım 2009 da, bu konuyu TBMM’e getireceğin söylüyor. Ama bu konuda, üç ayı aşkın bir süredir, basında yoğun bir tartışma yaşanıyor. Televizyonlarda, radyolarda, paneller, açık oturumlar düzenleniyor. Gazetelerde, köşe yazarları, konuya ilişkin görüşlerini dile getiriyorlar. Sivil toplum örgütleri bu konuyla ilgili konferanslar, açık oturumlar, paneller düzenliyor. Temmuz ayının sonlarından itibaren üç ayı aşkın bir süredir, Kürt sorunuyla ilgili yoğun tartışmaların yaşandığı söylenebilir. Aslında bu da bir açılımdır.
Hükümet, 10 Kasım 2009 ve 13 Kasım 2009 günlerinde, TBMM’de açılımla ilgili bazı somut öneriler getirdi. İfade özgürlüğünün geliştirilmesine vurgu yapılmasının önemli olduğu kanısındayım.
Hükümet, durup dururken, bir Kürt açılımı, demokratik açılım politikası oluşturmaya çalışmıyor. Bugün bu konuları konuşabiliyorsak, tartışabiliyorsak, bunda, PKK’nin kararlı bir şekilde yürüttüğü mücadelenin büyük bir rolü vardır.
Kürtlerin, Kürt sorununun, Kürt-Türk ilişkilerinin algılanması konusunda, Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinin, daha önceki hükümetlere göre bir farklılık gösterdiği söylenebilir. Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın, “ne pahasına olursa olsun açılım sürecek” gibi açıklamalarının dikkate değer olduğunu düşünüyorum. İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın tutumunun, daha önceki İçişleri Bakanlarının tutumlarına göre önemli bir farklılık içerdiği söylenebilir. Bu arada, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün tutumunun da önceki cumhurbaşkanlarına göre büyük bir farklılık taşıdığı görülmektedir.
Devletin ve hükümetin, bireysel haklar çerçevesinde bir çözüm düşündüğü kanısındayım. Özel televizyonlara ve radyolara Kürtçe yayın izninin verilmesi, yer isimlerinin iade edilmesi, bazı üniversitelerde Kürdolojiye ilişkin bölümlerin kurulması, lise ve dengi okullarda, seçmeli dersler arasına Kürtçe’nin de konulması, seçimlerde, % 10 luk barajın indirilmesi, gündeme gelebilir. Devlet dairelerinde Kürtçe tercüman bulundurulması, Türk Ceza Yasası’ndaki 221. maddenin genişletilmesi, örneğin, örgütü, arkadaşını ihbar koşulunun kaldırılması, Kürtlerin yaşadığı bazı illerde kalkınma ajanslarının kurulması… söz konusu olabilir. Bunlar, Kürtlerin taleplerini şüphesiz karşılamıyor. Kürtler anadilde eğitim hakkını, anadilde mecburi eğitim hakkını bütün hallere ve şartlara rağmen, savunmak durumundadır. Seçmeli dersler anlayışına da karşı olmak gerekir. 20 milyonu aşkın bir halkın seçmeli derslerle tatmin olacağını düşünmek insanı şaşırtıyor. Bu bir avutma yöntemidir. Kürtlerin bu şekilde avutulması ahlaki de değildir. Bu özellikle vurgulanmalıdır.
Kürtler, kararlı bir şekilde sürdürdükleri çabalarla, bu küçük hakları büyütebilirler. Kürtlerin kazanımları zaten hep fiili kazanımlar oluyor. Örneğin, bugün Kürtlerin durumları 20-25 yıl öncesine göre çok ileri durumdadır. 20-25 yıl sonra, bugüne nazaran çok daha ileri olacaktır.
İçişleri Bakanı Beşir Atalay, 13 Kasım 2009’da, TBMM’de demokratik açılımla ilgili görüşmelerde, ifade özgürlüğünün genişletilmesinden, yer adlarının iadesinden, söz etti. Demokratik açılımın sürdürüleceğini de söyledi. Özel radyo ve televizyonlar da süresiz olarak Kürtçe yayına başladı.
19 Ekim 2009 tarihinde, Qandil’den sekiz gerillanın, Maxmur Kampı’ndan 26 sığınmacının
geriye dönüşü ile ilgili dikkat çekici olay şudur: Gelenler, Habur’da, çok büyük kitleler tarafından coşkularla karşılanmıştır. Basın, devlet ve hükümet, Kürtlerdeki bu sevincin, devleti, hükümeti, Türk halkını rencide ettiğini söylemektedir. Bu sevincin, bu coşkunun Türk halkının hassasiyetlerini hiçe saydığını vurgulamaktadır. Türk basını, bu yönde haber yapmakta, propaganda geliştirmektedir. İşte bu noktada, 25 yılı aşkın bir zamandır sürdürülen Kürt aleyhtarı propagandaya bakmak gerekir.
25 yılı aşkın bir zamandır, devlet tarafından, Kürt aleyhtarı o kadar yoğun bir propaganda geliştirilmiştir ki, bu durum, yani Kürt aleyhtarlığı, Türk halkının zihnine iyice nakşedilmiştir. Bu yoğun ve yaygın propagandadan sonra halk, devlet tarafından Kürtlere herhangi bir iyilik yapılabileceğini düşünmemektedir. Yine bu propaganda yağmuru altında, koruculuk gibi, “faili meçhul” cinayetler gibi, korucuların, JİTEM’in, Kürtlere karşı, sistematik olarak işledikleri suçlar, cinayetler hakkında, Batı’da oturan halkın, Türklerin sağlıklı bilgisi olmamıştır. Koruculardan, korucuların işlediği suçlardan, cinayetlerden söz edenlere, “sen yalan söylüyorsun, bizim oralarda koruculuk yok, diyelim Denizli’de yoksa, onların yaşadığı şehirlerde de yoktur.” deniyor. JİTEM’in operasyonları hakkında, “faili meçhul” cinayetler hakkında konuştuğunuz zaman, “bizim memlekette böyle olaylar olmuyor, bizde yoksa oralarda da yoktur, devletimiz, ordumuz, polisimiz böyle şeyler yapmaz” deniyor.. Bu konular üzerine ısrarlı olduğunuz zaman da, “Onlar zaten suçlu, her türlü cezayı hak ediyorlar”, deniyor.
Habur’da, daha sonra, Silopi, Cizre, Nusaybin, Diyarbakır, gibi şehirlerde, Kürt halkının kitlesel sevincini gören Türklerin bir kısmı şöyle düşünmüş, şöyle duygular içinde olmalı: Kürtler bu kadar sevindiklerine göre, bu, Kürtlerin lehine gelişen bir şeyler olduğunu gösterir. 25 yılı aşkın bir zamandır süren Kürt aleyhtarı propagandadan sonra, böyle bir süreç nasıl yaşanabilir? Halbuki bu karşılaşmanın sevinç doğurması, doğal bir durumdur. Sevinç paylaşıldıkça çoğalan bir duygudur.
O halde, yapılanlar, edilenler konusunda, devletin, hükümetin, basının, Türk halkını da ikna etmesi gerekir. Bundan daha önemli olarak, Kürt şehirlerinde yaşanan, koruculuk gibi, “faili meçhul” cinayetler gibi, köylerin yakılması-yıkılması, ormanların yakılması gibi, olaylardan, devletin, Türkleri, Batı’da oturanları da haberdar etmesi gerekir. Ayrıca “kardeşlik” sloganının bu olgular çerçevesinde, yeniden değerlendirilmesi gerekir. Sevinç paylaşıldıkça çoğalan ruhsal bir ortam yaratır. “Kardeşlik” söz konusu olduğunda, Kürtlerin yaşadığı sevinç, Türk halkının hassasiyetlerini nasıl incitir, Türkleri nasıl rencide eder?
19 Ekim günü, 34 kişinin Habur’da karşılanmasının, bu karşılamanın algılanmasının, Türklerin hassasiyetlerini hiçe saydığı, Türk halkını rencide ettiği vurgulanıyor. Ama, Kürtlerin de hassasiyetleri olabileceği hiç düşünülmüyor. Kürtlerin yaşadığı alanlarda, dağlara, tepelere, kamu binalarına, “Ne mutlu Türkün diyene”, “Bir Türk dünyaya bedeldir”, “Türk öğün, çalış, güven” gibi sloganlar yazmışsın. Kürt çocuklarına, her gün, okullarda, “Türküm, doğruyum, çalışkanım… Varlığım Türk varlığına armağan olsun” şeklinde ant içiriyorsun… Bunlar Kürt halkını inciten, rencide eden durumlar değil mi? Bir Türk istediği kadar, istediği yerde, Türk olduğunu söyleyebilir, bununla övünç duyabilir, ama bunu Kürtlere söyletmek, Türk olmakla, Kürtlerin de övünmesini istemek çok yanlıştır, ahlaki değildir.
Türkiye’de, resmi ideolojinin bir görüşü, bir anlayışı var. “Kederde sevinçte ortağız” denir. Bu sık sık tekrarlanır. Kürtler, dil ve kültürle ilgili talepler ileri sürerken, Kürt toplumu olmaktan doğan haklarını ısrarla talep ederken, “Ayrımız-gayrımız yok, bin yıldır beraber yaşıyoruz, bin yıldır, birlikte ağladık, birlikte güldük, kederde kıvançta ortağız” denir. Kürtlerin taleplerini önü bu şekilde kesilmeye çalışılır. Bu, aslında, yaşanan gerçekliği hiç aksettirmeyen bir görüştür. Basında sık sık yer alan, “Hainleri inlerinde kıstırdık”, “Teröristlerin başına yağmur gibi bombalar fırlattık” gibi haberlerin Kürtlerde ve Türklerde Nasıl farklı duygular yarattığı yakından bilinmektedir. 1992’de Güney Kürdistan’da Kürt parlamentosunun kurulması, 2005, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin kurulması, Kürtlerde ve Türklerde, çok farklı duyguların ve düşüncelerin yaşanmasını getirmiştir. Kürtler gururlanırken, Türklerin büyük bir çoğunluğu endişelere kapılmıştır. Habur’dan girenleri karşılayan Kürtlerin sevinci, bu sevinç karşısında, basının, devletin ve hükümetin, “hassasiyetlerimiz rencide oldu” diye üzüntü duymaları, umutsuzluğa kapılmaları, bize, bir kere daha şunu gösteriyor: Demek ki Kürtlerin sevinçleri, Türklerin büyük bir çoğunluğu için karagün olarak algılanabiliyor.
Kürtlerin yaşadıkları şehirlerde, Diyarbakır, Van, Batman, Bitlis, Muş, Şırnak, Hakkari, Yüksekova, Nusaybin, Kızıltepe, Doğubeyazıt, Malazgirt, Patnos , Ergani gibi şehirlerde, sık sık mehteran birlikleriyle, özel timleri yürütüyorsun, “kahrolsun insan hakları” diye bağırtıyorsun, Bunlar Kürtlerin hassasiyetlerine dokunmuyor mu, Kürtleri incitmiyor mu? Asker uğurlama törenlerinin nasıl yapıldığı, bu sırada Kürtlerin nasıl aşağılandığı biliniyor. Yaz aylarında, Karadeniz yöresine giden, fındık işçilerine nasıl hakaretler edildiği, fındık işçisi Kürtlerin, Anadolu’nun batı yörelerinde, benzer işlerde çalışan Kürtlerin, nasıl aşağılandığı yakından biliniyor. Fındık işçisi Kürtlere, yöredeki yerel işçilere göre çok daha az ücret ödendiği de biliniyor. Bütün bunlara rağmen, 34 kişinin Habur’da, coşkulu bir şekilde karşılanmasına, “hassasiyetler” diyerek, “rencide olduk” diyerek karşı çıkılması, devletin, Kürt aleyhtarı politikasıyla yakından ilgilidir. Devletin, hükümetin, basının, bu anti-Kürt söyleminin, propagandanın da ürünü bunlar olabilir.
Son 25 yıllık savaş, Kürt şehirlerinin nüfus yapısında, çok önemli değişiklikler gerçekleştirmiştir. Devlet, savaş sürecinde, gerillaya yardım-yataklık yapıyorlar diye, dört bine yakın köyü, mezrayı boşaltmıştır. Köylerin boşaltılması, köylerin, evlerin yakılması-yıkılması, ailelerin, yerlerini-yurtlarını terke zorlanması, temel geçim kaynaklarının tahribi anlamına gelmektedir. Köyleri, evleri yakılıp yıkılanlar, Diyarbakır, Van, Batman gibi şehirlerin etrafında çok büyük kitleler, yığılmalar oluşturmuştur. Bu göçün önemli bir kısmının, İstanbul, Mersin, Adana, İzmir gibi Anadolu’nun Batı yörelerine yapıldığı da biliniyor. Diyarbakır, bugün, nüfusu bir milyonun üzerinde bir şehirdir. Van, 700 bin, Batman, 500 bin civarında bir nüfusu sahiptir. Bu nüfusun büyük bir çoğunluğu, devlet ve hükümete muhalif örgütlü bir kitledir. Hakkari, Bitlis, Şırnak, Siirt, Muş, Iğdır gibi şehirlerin etrafında da böyle bir nüfus birikimi vardır. Yüksekova, Ergani, Silvan, Malazgirt, Viranşehir, Tatvan, Nusaybin, Kızıltepe, Cizre, Silopi, Doğubeyazıt, Patnos gibi şehirlerin etrafında da bu tür nüfus yerleşmesini görmek mümkündür. Bu ilçeler yüzbine yakın nüfuslarıyla göçmenleri barındırır şehirler haline gelmiştir. Adana, Mersin, Kocaeli, Bursa, İstanbul, gibi yörelerde de bu nüfus hareketlerinin görmek mümkündür. Bu nüfusun ana özelliği evlerinin köylerinin yakılmış yıkılmış olması, “faili meçhul” cinayetlerle yakınlarını kaybetmiş olmalarıdır.
1920’leri, 1930’ları düşünelim. O yıllarda, o dönemde, yukarıda sayılan şehirlerde, feodal kökenli bir eşraf vardı. Büyük toprak sahipleri, şeyhler, aşiretler vardı. Bu eşrafın büyük bir çoğunluğu, ayaklanmalar sürecinde devletin yanında yer alıyordu. Ayaklanmalar genellikle, feodal kökenli unsurların küçük bir kısmı tarafından yönetiliyordu. Onlar da, çatışmalarda öldürülüyor veya idam sehpalarına gönderiliyordu. Firar etmeleri için ortam hazırlanıyor veya sürgün ediliyorlardı. Etkinlikleri bu şekilde kırılıyordu. Ama, eşrafın büyük bir kısmı devleti destekliyordu. Ayaklanmalar sürecinde devletin yanında yer almak, ayaklananlara karşı devletle birlikte mücadele etmek. Eşrafın sergilediği ana bir tutumdu. Toprak ağaları, aşiret reisleri ve şeyhler genellikle devleti savunuyorlardı. Devlet de onların maddi ve manevi olarak güçlenmeleri için yoğun bir çaba harcıyordu. Günümüzdeki nüfus ise, muhalif bir nüfustur. Aynı zamanda, yoksul köylülüğün oluşturduğu bir nüfustur, emekçi bir nüfustur. Bunların ötesinde, hareketi yönetenler de emekçi halkın çocuklarıdır. Bütün bunlar, hareketin, mücadelenin nüfus yapısının çok köklü bir şekilde değiştiğini gösteriyor.
Bu nüfus hareketinin çok önemli bir özelliği daha vardır. Milliyetçilik hareketleri şehirlerde gelişebilecek hareketlerdir. Kırsal kesimlerde milliyetçi hareket gelişemez. Şehirlerdeki nüfus birikimi, muhalif nüfusun şehirlerdeki birikimi, milliyetçilik hareketlerinin gelişmesi için çok elverişli bir ortam hazırlamıştır. Bu nüfusun emekçi bir nüfus olması, yine saptanması gereken çok önemli bir noktadır. Milliyetçilik hareketi gelişiyor derken, bunun çok önemli bir gelişme olduğunu, Kürtlerde yaşanması gereken esas sürecin bu olduğunu belirtmek istiyorum.
Kadınların siyasal hareket katılması, yine ancak, şehirlerde yaşanabilecek bir olaydır. Kırsal kesimlerde, ulaştırma ve haberleşme olanaklarının, iletişim olanaklarının kısıtlı olması, bu tür hareketlerin doğup gelişebilmesi için, elverişli mekanler değildir. Kadınların siyasal harekete katılması, herhangi bir ulusal kurtuluş mücadelesinin, toplumsal kurtuluş mücadelesinin olgunluğunun önemli bir göstergesidir. 1970’lerin sonlarından beri daha doğrusu PKK ile Kürtlerde böyle bir süreç başlamıştır. Bu süreç yoğunlaşarak, yaygınlaşarak gelişmektedir. Bugün .bazı kitlesel gösterilerde, kadınların daha büyük bir çoğunluk oluşturduğu görülmektedir. Örneğin, onbin kişilik bir gösteride, yürüyüşte, kadınların ve çocukların daha büyük bir çoğunluk oluşturmaktadır
Köyler yakılıp yıkılmış, ormanlar yakılmış, temel geçim kaynakları tahrip edilmiş, “faili meçhul” cinayetler artmış, yerini-yurdunu terke zorlanan ailelerin, insanların önemli bin kısmı Kürt şehirlerinin etrafında yerleşmiştir. Bu da çok farklı, fakat Kürtler için çok olumlu yeni bir sürecin yaşanmasını getirmiştir. Köyler, Kürtleri, Kürt sorunun bitirmek için yakılıp yıkılmıştır. Ama, bu önceden düşünülemeyen çok farklı bir süreci gündeme taşımıştır. Bu sürecin gelişeceği kanısındayım. Batı şehirlerinde yaşayan Kürtlerin, etraftaki Türkler tarafından şu veya bu şekilde rahatsız edilmeleri, bunların da zaman zaman görülmesi, artık, Batı’yı Kürtler için bir sığınak yapmamaktadır.
Devlet, Kürtlerin yaşadığı alanlarda, Kürt şehirlerinde dinsel akımları, dinsel duyguları geliştirmek için yoğun bir çaba içindedir. Devlet, Kürt köylerine, Kürt beldelerine, Türk kökenli çok genç imamlar göndermektedir. Böylece, Roşan Lezgin’in belirttiği gibi, okul, sağlık ocağı, cami aracılığıyla, Kürtlerdeki milli hareketin engellenmesi, Türkleştirilmenin gerçekleştirilmesi için büyük bir güç harcanmaktadır. Yeni tayin edilen bu genç imamların “Fetullahçı” tabir edilen çizgide olduğu yine bilinen bir gerçekliktir. Devletin din ile dinsel akımlarla ilgili hiçbir sorunu yoktur. Devlet, gayet rahat bir şekilde, dini, dinsel akımları Kürt sorununu engelleyebilmek için kullanabilmektedir. Dinsel akımları Kürt milli, hareketine karşı, Kürt milliyetçilerine karşı kullanabilmektedir. Ama Kürtler de devletin bu tutumunun bilincine vardığı için, dini ve dinsel akımları Kürt milli hareketinin çıkarları doğrultusunda algılamaya başlamışlardır. Bu gelişmelerin yakından izlenmesinde, dikkatle izlenmesinde çok büyük bir yarar vardır.
Burada, çok önemli bir konuya daha değinmek gerekir. Qandil’den gelen 8 gerilla, beraberlerinde, 8-9 maddelik öneriler listesi de getirmiştir. Bu önerilerin üçüncüsünde şöyle denilmektedir. “Demokratik Türkiye ulusunun bir parçası olarak, Kürt halk kimliğimiz temelinde, ve anayasal güvenceye sahip olarak, özgür, eşit ve birlikte yaşamak”
Burada, bağımsız bir Kürt kimliği savunulmamaktadır. Türk kimliğinin bir parçası olarak, yani Türk üst kimliğinin bir parçası olarak, alt kimlik olarak Kürt kimliği savunulmaktadır. “Demokratik Türkiye ulusu” kavramı zorlama bir kavramdır. Bu kavramın toplumsal karşılığı yoktur. Toplumsal olarak, Türk halkı vardır, Kürt halkı vardır. “Demokratik Türkiye ulusu” dediğiniz zaman, “tek millet, tek vatan, tek devlet, tek dil, tek din” anlayışını da benimsemiş oluyorsunuz. Bu konuların irdelenmesinde de yarar vardır. Türkiye’de üst kimlik-alt kimlik tartışmalar sadece şu koşullarda olumlu bir sonuç yaratabilir: Eğer Türk kimliği de öbür kimlikler gibi alt kimlik olarak benimsenirse, o zaman, bir üst kimlik arayışı anlamlı olabilir. Aksi halde, bu tür tartışmalardan, önerilerden sağlıklı bir sonuç elde edilmesi mümkün olmaz