Kürt Sorununda Ana Soru?..
Kürt sorununda Türkiye’de en çok konuşulan konu “çözüm”dür. Çözümü şüphesiz Kürtler konuşmaktadırlar, Kürtler tartışmaktadırlar. Fakat çözümden daha önce gelmesi gereken bir konu daha vardır: Sorunun esas niteliği nedir? Sorun ne zamandan beri bir sorundur, günümüze kadar neden çözümlenemeden gelmiştir? Sorunun kaynaklandığı tarihsel dönem hangisidir? vs..
Bu konuşmada, bu temel konuya değinmeye çalışacağım. Kürt sorununun kaynaklandığı ana dönem I. Dünya Savaşı, yani paylaşım savası ve sonrasıdır. Buna kısaca Milletler Cemiyeti’nin kuruluş dönemi demek mümkündür. Milletler Cemiyeti Misakı’nın, Paris Barış Konferansı’nda gerçekleştirilen barış antlaşmalarının ilk bölümü olarak değerlendirildiği bilinmektedir. Milletler Cemiyeti Misakı, Versailles Antlaşmasıyla birlikte 10 Ocak 1920 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
1921-1921 yıllarında, Milletler Cemiyeti çerçevesinde Osmanlı imparatorluğu’nun Arapça konuşulan kesimlerinde ve Kürtçe konuşulan kesimlerinde yeni devletler kuruldu. Irak, Ürdün, Filistin, Büyük Britanya’ya bağlı manda devletlerdi. Suriye ve Lübnan ise Fransa’ya bağlı manda devletler olarak kuruldu. Manda kavramını bir çeşit sömürge olarak değerlendirmek mümkündür. Burada Kürtlere ilişkin temel soru şu olmalıdır. Paris Barış Konferansı’nda veya Milletler Cemiyeti çerçevesinde bir Kürdistan kurulması neden engellenmiştir? Kürtlerin istemine ve mücadelesine rağmen bir Kürdistan kurulmasına neden karşı çıkılmıştır? Büyük Britanya’ya veya Fransa’ya bağımlı bir Kürdistan kurulmasına , manda (sömürge) Kürdistan kurulmasına neden karşı çıkılmıştır? Bu dönemde Irak, Suriye mandası gibi, Filistin, Ürdün, Lübnan mandaları gibi bir Kürdistan mandası neden kurulmamıştır? Kaldı ki bu dönemde Şeyh Mahmud Berzenci liderliğinde, bağımsız bir Kürdistan kurulması konusunda yoğun bir mücadele vardır. Kürdistan kurulmamış ama Kürdistan yeni kurulan Irak, Suriye manda devletleri ve Türkiye arasında paylaştırılmıştır. Böylece Büyük Britanya (Irak), Fransa (Suriye), Türkiye komşu devletler haline gelmişlerdir. Bu, ülke ve halk olarak Kürdistan’ın yutulduğu anlamına gelmektedir. 1920’li, 1930’lu, 1940’lı yıllarda Türkiye, Irak dolayısıyla Büyük Britanya ile, Suriye dolayısıyla da Fransa ile komşudur. Her iki emperyal devlet de kendi bölgelerindeki Kürtlere karşı yoğun bir baskı sürdürmektedir. Kürtlerden gelen milli istekleri karşılamamak için özen göstermektedir. Bu bakımdan bölme ve paylaşma politikası Kürtler üzerinde çok ağır, çok yıpratıcı sonuçlar ortaya koymuştur. Bu, bir insanın iskeletinin parçalanması gibi, beyninin dağılması gibi bir sonuçtur. I. Dünya Savaşı’na paylaşım savaşı da deniyor, aslında bu savaş sürecinde ve sonrasında bölünen ve paylaşılan esas olarak, Kürtler olmuştur, Kürdistan olmuştur. Birinci paylaşım savaşı sürecinde ve sonrasında bölme ve paylaşma, Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap kesimlerinde de görülen bir durumdur. Ama Araplar, ayrı ayrı devletler ve manda devletler olarak yapılandırılmıştır. Kürtlerse adıyla sanıyla tarihten silinmek için bölünmüş ve paylaşılmıştır. Bu bakımdan klasik böl yönet politikası Kürtlerde böl-yönet-yok et olarak yaşama geçmiştir. Böylece uluslararası barışı kurmak amacıyla çaba sarf eden Paris Barış Konferansı ve Milletler Cemiyeti Kürdistan olayında barışın, istikrarın tam karşıtı bir durumun yaratılmasını sağlamıştır. Zira daha ieriki yıllarda, Kürtlerin de hakları ve özgürlüklerini aramak için çaba sarf edecekleri, bunun da çatışmalara yol açması doğaldır.
1919 yılı sonlarından 1921 yılı başlarına kadar süren bir zaman diliminde, yani 18 ay kadar olan bir zaman diliminde Büyük Britanya’da Sömürgeler Bakanlığı’nda, Dışişleri ve Hindistan Bakanlıklarında, Savaş ve Hava Bakanlıklarında, kapalı kapılar arkasında Kürtler ve Kürdistan konusunda bir dizi tartışma yapıldığı kanısındayım. Bu tartışmalar Bağdat’ta Kahire’de, Yeni Delhi’de, Londra’da, İstanbul’da yapılıyor. Kürtlerin defterinin dürülmesinin bu tartışmalar sonunda kararlaştırıldığı kanısındayım. İngiliz belgelerine dayanılarak bu dönem aydınlatılabilir.
Kürdistan’ın 17. yüzyılın ilk yarısında, 1639’da Kasr-ı Şirin Antlaşmasıyla Osmanlı İmparatorluğu ve İran İmparatorluğu arasında bölündüğü bilinmektedir. 19. yüzyılın ilk çeyreğinde ise Doğu Kürdistan’ın kuzey kesimlerinin Çarlık Rusyası-İran savaşları sonunda Rus İmparatorluğu sınırlarına dahil edildiği görülmektedir. 1828 yılında bu iki devlet arasında yapılan anlaşmayla Kafkaslardaki Kürdistan Rus denetimine girmiştir.
Büyük Britanya ve Fransa… Yirminci yüzyılın ilk çeyreğindeki bu iki emperyal devlet her zaman Kürt karşıtı olmuşlar, Kürt karşıtı politikalar geliştirmişlerdir. I. paylaşım savası sırasın Mayıs 1916’da imzalan Sykes-Picot anlaşmasında, Nisan 1920’deki San Remo Konferansı’nda bu açıkça görülmektedir. Bu iki emperyal devlet de bu yıllarda ve sonrasında yönetime gelen bütün hükümetler Kürt karşıtı bir politika izlemişlerdir. İktidara ister sağcılar, ister liberaller ister solcular-komünistler gelsin bu böyledir. Fakat bu iki emperyal devlet Kürtleri baskı altında tutan devletlerle de her zaman iyi ilişkiler içinde oluşlardır. 1920’lere baktığımız zaman Sovyetler Birliği’nin Kürt politikasının da Büyük Britanya’nın ve Fransa’nın politikalarından farklı olmadığı görülmektedir. Gerek ABD başkanı Woodrow Wilson’un 14 Noktasında dile getirdiği, Osmanlı imparatorluğu egemenliği altındaki ulusların kendi geleceklerini belirleme hakları, gerek Sovyetler Birliği’nin yöneticileri tarafından dile getirilen ulusların kendi geleceğini belirleme hakkı Kürtler için hiç yaşama geçmemiştir. Sovyetler Birliği de Kürtleri baskı altında tutan devletlerle daha sıcak, daha yoğun bir ilişki içindedir.
Bu iki emperyal devletin Kürtlere ilişkin politikaları elbette ayrıntılı bir şekilde incelenmelidir. Bunun Arap, Fars ve Türk yönetimleriyle birlikte geliştirilen bir politika olduğu da açıktır. Bu inceleme yapılırken Ermeni sorunu, Asuri-Süryani-Keldani sorunu, Milli Mücadele-Sovyetler Birliği ilişkileri gibi konular elbette dikkatlerden uzak tutulmamalıdır.
Böl-yönet politikasına hedef olan bir halk şüphesiz zaaf içinde olan bir halktır. Emperyal ve sömürgeci güçler bu zaaflardan yararlanarak o halkı ve o ülkeyi bölüyorlar, bu ortamda da kendi çıkarlarını üretmeye çalışıyorlar. Ama bu zaaf, örneğin kendi insanlarına boyun eğmemesi Araplarda da görülen, daha doğrusu, aşiret hayatı yaşayan bütün topluluklarda görülen bir zaaftır. Ama bu durum Arapların devlet olmasını, ayrı ayrı devlet olmalarını engellememiştir.
Az önce ifade etmeye çalıştığımız temel soruya bağlı olarak birkaç soru da sorabiliriz. Büyük Britanya, bütün sömürgelerinde özerk yönetimler kuruyordu. Hindistan’da, Güney Afrika’da, Güney Rodezya’da, (Zambiya) Kuzey Rodezya’da (Zimbabve)… Ama özerk yönetimi Musul’da, daha doğrusu Kürdistan’da kurmadı. Halbuki Ağustos 1921’de, Irak manda yönetimi kurulurken, Faysal Bağdat’ta krallık tacını giyerken, Milletler Cemiyeti,Kürtlere özerklik verilmesi gerektiğini dile getiren bazı kurucu normları da ortaya koymuştu. Buna rağmen Büyük Britanya, Kürtlerden gelen özerklik, otonomi taleplerine gerek Milletler Cemiyeti önerilerine hiç olumlu karşılık vermedi. Bu elbette irdelenmesi gereken bir durumdur. Bu yıllarda Kürdistan’da yoğun bir mücadele vardı. Mücadele, Şeyh Mahmud Berzenci yakalanıp, yargılanıp idam hükmü aldığında, daha sonra Hindistan’a sürgün edildiğinde de (1919) mücadele sürdü. Şeyh Mahmud Berzenci’nin Hindistan’dan getirilip Kürt yönetiminin başına geçirilmesinden sonra da (1922 sonları) sürdü. Kürtlerin ulusal ve demokratik bütün istemleri kanla bastırıldı. Kürdistan, İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin en son teknolojik silahların kullanıldığı bir alan oldu. Hasan Yıldız’ın “Fransız Belgeleriyle Sevr-Lozan-Musul Üçgeninde Kürdistan” (genişletişmiş 4. baskı, Doz Yayınları, 2005) kitabında Şeyh Mahmud Berzenci’nin ve Kürtlerin mücadelesi ayrıntılı bir şekilde dile getirilmektedir.
Lozan Konferansı’nda, Boğazlar sorunu, İstanbul’un durumu, azınlıklar gibi birçok konu konuşulmuştur. Konferansta konuşulan önemli konulardan biri de Musul sorunudur. Musul sorunu adı altında konuşulan aslında Kürt sorunudur. Fakat Musul, yeni kurulan Irak mandasına yasal bir şekilde bağlı bir toprak parçası olarak ele alınmakta, bölgede gelişen Kürt ayaklanmalarına değinilmemekte, Kürt istekleri bilmezlikten, duymazlıktan, görmezlikten gelinmektedir. Kürtler, istekleri, iradesi olan bir siyasi özne olarak değil, bölgede bir çıban başı olarak değerlendirilmektedir. Böyle değerlendirildiği için de yok edilmesi, etkisiz bırakılması gereken bir kategori olarak ele alınmaktadır. Halbuki bölge Kürt bölgesidir. Bölgede gerek Büyük Britanya, gerek Türk yönetimi tarafından yapılan bütün nüfus sayımlarına göre Kürtlerin nüfusu Arap, Türkmen, Süryani, Keldani nüfusuna göre daha çoktur. Milletler Cemiyeti tarafından 30 Eylül 1924 tarihinde oluşturulan komisyon raporunda da bu açıkça görülmektedir. Milletler Cemiyeti Tarafından 30 Eylül 1924 Tarihinde Oluşturulan Komisyon Raporu. Rapor “Musul Kerkük Sorunu ve Kürdistan’ın Paylaşımı” isimli kitapta yayınlanmıştır. Kitabın “Milletler Cemiyeti Belgelerinden” ibareli bir üst başlığı da vardır (Med Yayınları, Eylül 1991, İstanbul, s. 236 vd.).
Ama Lozan konferansında Kürt temsilciler yoktur. Konferansta Kürtlerin isteklerini dile getiren temsilciler yoktur. Bu temsilcilerin konferansta yer almamasına büyük bir özen gösterilmiştir. Türk delegasyonu başkanı İsmet İnönü “Biz Kürtleri de temsil ediyoruz” demiş ama hep Türk isteklerini dile getirmiş, Kürt karşıtı görüşleri savunmuştur. Esasında, ta 1919 sonlarında, Paris Barış Konferansı’na Kürt temsilcilerin katılması engellenmiştir. Şeyh Mahmud Berzenci’nin iki temsilcisinin Paris Barış Konferansı’na katılmasına bölgedeki Büyük Britanya ve Fransa yetkilileri büyük bir engel çıkarmıştır. Suriye’den deniz yoluyla Fransa’ya gitmeye çalışan Kürt temsilciler, İngiliz ve Fransız yetkililer tarafından çeşitli yöntemler kullanılarak engellenmişler, oyalanmışlardır. Önümüzdeki günlerde hava bozuk, gemi bozuldu, tamire alındı vs. gibi oylamalar da vardır… Paris Barış Konferansı’nda Kürtlerin temsilcisi olduğu söylenen Şerif Paşa’nın ise bölgedeki Kürtlerle hiçbir organik bağı yoktur. Lozan Konferansı’nda konuşulan önemli konulardan bir de Musul sorunu olduğu halde, bölgede etkili bir Kürt ayaklanması da sürdüğü halde Konferansta Kürt isteklerini dile getirecek Kürtler neden yoktur? Kürtlerin konferansa katılmasına neden engeller çıkarılmaktadır? Kürtler neden istekleri ve iradesi olan bir siyasi özne değil de, bölgede herkesi etkileyen bir çıban başı olarak değerlendirilmektedir. Kürtler konusunda temel soruya bağlı olan, temel soruyu açılayabilecek mahiyette olan bir soru da bu olmalıdır.
1920’lerde Milletler Cemiyeti çerçevesinde Irak, Ürdün, Filistin Suriye, Lübnan gibi manda veya sömürge bir Kürdistan kurulsaydı “manda Kürdistan” veya “sömürge Kürdistan” denirdi. “Falancanın mandası Kürdistan” “falancanın sömürgesi Kürdistan” vs. Buysa, alt düzeyde de olsa bir siyasal statüyü bir siyasal kişiliği gösterir. “İngiliz Mandası Irak”, “Fransız Mandası Suriye” bir siyasal statüyü göstermiyor mu? Halbuki Kürtler 1920’lerde ve sonrasında küçük bir siyasal statünün bile sahibi değildir. Statüsüz bırakılması için büyük bir özen gösterilmiştir. Bu bakımdan Kürdistan sömürge bile değildir. Buradaki “bile” edatı üzerinde dikkatli bir şekilde durmak gerekir.
Temel soruyu açıklayıcı mahiyette olan bir soru daha sorabiliriz. Bu da Sovyetler Birliği ile ilgilidir. 1923 yılında, Ermenistan’la Yukarı Karabağ arasında kalan Laçin, Qelbejer, Kubatlı, Zengilan gibi yörelerde Kızıl Kürdistan adında bir özerk bölge kurulmuştu. Bu yapı 1928’e kadar yaşamını sürdürdü. 1928’de bu özerk yapı dağıtıldı. Kafkasya’dan Orta Asya’ya doğru Kürt sürgünleri başladı. Sovyetler Birliği’nin Türkiye ile siyasal ilişkileri ister iyi olsun, ister kötü olsun Kafkasya’dan Orta Asya’ya Kürt sürgünlerinin devamlı olarak yapıldığını görüyoruz. 1937’de, 1944’de sürgünler devam etti. Kızıl Kürdistan özerk yapısının neden kurulduğu neden yıkıldığı incelemeye değer bir konudur.
Kürtlere ilişkin olarak 1920’lerin değerlendirilmesine, fiilen yaşanan olaylarla yapılan incelemeler, irdelemeler arasında büyük bir zıtlık vardır. Kürtler emperyalizmin ajanı, işbirlikçisi olarak anılmaktadır. Halbuki o dönemde Kürtlerle Büyük Britanya arasında büyük bir savaş vardır. Büyük Britanya Kürtlerin bağımsız devlet olma ve özerklik istemlerini kabul etmemekte, bu istekleri bastırmak için her türlü önlemi yaşama geçirmektedir. İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri, 1910’lu yılların sonlarında, 1920’lerde, 1930’şarda, 1940’larda en çok Kürdistan’da kullanılmıştır. Şeyh Mahmud Berzenci’nin mücadelesi bu bakımdan dikkate değer. Ama Büyük Britanya ile hiç çatışmaya girmeyen Kuva-yı Milliye’nin emperyalizme karşıt bir mücadele yürüttüğü vurgulanmaktadır. Daha sonraki yıllarda da durum böyledir. Kürtler zaman zaman Büyük Britanya’nın, Fransa’nın yardımını aramıştır. Ama bu yardım Kürtlere hiçbir zaman verilmemiştir. Bu devletlerin, Kürtlerin istedikleri yardımın karşılanmayacağına dair yazıları da vardır. Ama emperyalizme karşı mücadele ettiği vurgulanan Kuva-yı Milliye de bu iki devletten yardım istemiştir. Bu istekler her zaman olumlu şekilde yerine getirilmiştir. 1920’lere ilişkin olguları ve bu olguları ele alan incelemeleri değerlendirdiğimizde bu kavrayışları da irdeleme gereği vardır.
1920’lerde siyasal bakımdan üç kategorinin olduğu görülmektedir. Birinci kategoride Büyük Britanya, Fransa, Amerika Birleşik Devletleri, Sovyetler Birliği gibi devletler vardır. İkinci kategoride Türkiye, İran gibi bağımsız devletler ve Büyük Britanya, Fransa gibi emperyal devletlere bağımlı olan manda devletler vardır. Türkiye, İran gibi bağımsız devletlerin de ekonomik bakımlardan şu veya bu şekilde birinci kategorideki emperyal devletlere bağımlı olduğu görülmektedir. Üçüncü kategoride ise devletleşememiş, daha doğrusu devlet kurma hakkı gasp edilmiş olan halklar yer almaktadır. Kürt halkı böyle bir halktır. Uluslararası ilişkiler konusunda analiz yapanlar her zaman birinci ve ikinci kategoride yer alan devletlerin ilişkilerini ele almışlar, üçüncü kategoride yer alan halkları dışlamışlardır. İkinci kategoride yer alan devletler tarafından bu halkalar bir çıban başı olarak değerlendirilmiştir. Yani bu halklar, ikinci kategoride yer alan devletleri zayıflatmak, onları başarılı kılmamak için birinci kategoride yer alan Büyük Britanya, Fransa gibi emperyal güçler tarafından meydana sürüldüğü söylenmektedir. Örneğin Kürtler kendilerini baskı altında tutan devletler tarafından “eşkıya”, “haydut” “emperyalizmin uşağı” “emperyalizmin piyonu” “emperyalizmin işbirlikçisi” “sergerde” “feodalitenin savunucusu” “modernliğe karşı geri toplumsal ilişkilerin direnci” “ilerici ve laik devlete karşı irticanın, mürtecilerin savunucuları” gibi kavramlarla değerlendirilmeye çalışılmıştır. Kürtlerin, gerek iç kamuoyuna gerek dış kamuoyuna, özellikle de dış kamuoyuna bu kavramlarla anlatılmasına büyük özen gösterilmiştir. Halbuki, üçüncü kategoride yer alan halklar, örneğin Kürt halkı, siyasal istekleri ve siyasal iradesi olan siyasal bir öznedir. Fakat bu halkların siyasal istekleri, özellikle ikici kategoride yer alan devletler tarafından yoğun bir şekilde baskı altında tutulmaktadır. Bu isteklerin yaşama geçmemesi için çok ağır bir devlet terörü uygulanmaktadır. Bu terör karşısında halklar zaman zaman birinci kategoride yer alan emperyal devletlerden imdat isteyebilmektedir. Örneğin Saddam Hüseyin rejiminde, soykırıma varan Enfal operasyonları sırasında böyle bir ortam vardır. Ama böyle durumlarda bile genel olarak bu isteklerin karşılanmadığı görülmektedir. Ama ikinci kategorideki bu devletler, üçüncü kategoride yer alan halkları daha iyi ezebilmek için onların siyasal isteklerini ve siyasal iradelerini daha iyi kırabilmek için birinci kategoride yer alan devletlerden her zaman politik, ekonomik ve askeri yardımlar talep etmişlerdir. Bu istekler de genel olarak karşılanmıştır. Burada kısaca söylemek istediğim şudur. Gerek Ortadoğu’ya ilişkin olarak, gerekse genel olarak uluslararası ilişkiler analizine üçüncü kategoride yer alan halklar da dahil edilmelidir.Bunlar “çıban başı” olarak değil, siyasal istekleri ve iradesi olan, siyasal özne olarak dahil edilmelidir. Temel soru kanımca “Kürtler devlet kurmak istiyor mu, istemiyor mu, ne zaman kuracaklar?” değildir. Temel soru şu olmalıdır. “Bunca nüfusa rağmen Kürtler günümüze kadar neden devlet kuramamışlardır?” 450 bin nüfuslu Lüksemburg, Ortadoğu’da 40 milyona varan nüfusu olan Kürtlerin geleceğini nasıl belirleyebilmektedir? Kürtler böylesine Kürt karşıtı bir uluslararası düzeni neden ciddi bir şekilde eleştirememişlerdir? Kürtleri baskı altında tutan devletlerin Kürt karşıtlığını anlamak mümkündür. Ama, batılı demokrasilerin Kürt karşıtlığı üzerinde durulması gereken önemli bir konu olmalıdır.
Milletler Cemiyeti çerçevesinde Ortadoğu’da kurulan düzen şöyle bir sonuç ortaya koymuştur. Kürdistan’ı müştereken denetlemelerinden dolayı Büyük Britanya (daha sonra Irak), Fransa (daha sonra Suriye), Türkiye ve İran arasında sıkı ilişkiler kurulmuştur. Bu devletler başka konularda ne kadar anlaşmazlık içinde olurlarsa olsunlar Kürtler konusunda yoğun bir işbirliği içindedirler. Bunun Kürt karşıtı bir işbirliği olduğu açıktır. Ortadoğu’nun ortasında istikrar bu şekilde kuruluştur. Ama bu “istikrar” görüntülerinin bir istikrarsızlık yarattığı da ortadadır. Çünkü Kürtler, elverişli bir fırsat yakaladıkları zaman hakları ve özgürlükleri için mücadeleye atılmaktadırlar. Bunun da bir istikrarsızlık kaynağı odluğu açıktır.
Kaynak:peyamaazadi.com
23-06-2009