Barış ve Demokrasi Partisi, 2010-2011 ders yılında, okulların açıldığı ilk hafta, anadilde eğitimi yani Kürtçe eğitimi sağlamak için okulları boykot kampanyası başlattı. Bir hafta süreyle çocuklar okula gitmediler. Kürtlerin yaşadığı birçok ilde, yerleşim yerinde bu kampanya etkili oldu.
Barış ve Demokrasi Partisi’nin bu kampanyası bazı Türk yazarları, Türk siyasetçileri, Türk basın mensupları, Türk aydınları tarafından, “Kürt çocuklarına ihanet”, “Kürt çocuklarına büyük kötülük” olarak değerlendirildi. “Kürt çocuklarının geleceği ile oynanıyor” dendi. Duvar diplerine dizilen çocukların gözleri önünde babalarına işkence yapılırken, anaları saçlarından sürüklenerek götürülürlerken bu kişilerin sesleri hiç çıkmıyordu. 23 Nisan’larda, evlerini yakan, köylerini yıkan özel timlere, panzerlere taş atan Kürt çocuklarının kolları kırılırken, kelepçelenip karakollara, tutukevlerine gönderilirlerken, yetişkinlerin kaldığı cezaevlerine konulurlarken, yetişkinler gibi ağır ceza mahkemelerinde yargılanırlarken, “terörist” gibi yargılanırlarken… bu kişilerin sesleri yine hiç çıkmıyordu. Çocuklara karşı sistematik olarak sürdürülen devlet terörüne hiçbir tepkileri söz konusu değildi. Ama Kürtçe eğitim gündeme gelince, Kürt çocuklarına sahip çıkmaya, çocukların geleceğini düşünmeye bunun için de, anadilde eğitim gibi, Kürtçe eğitim gibi bir konunun gündeme getirilmemesi gerektiğini dile getirir oldular.
Kürt dilini aşağılayan, yazı dili değildir, kimse kimseyi anlamıyor, 30 kelimeye bile sahip değildir… şeklindeki ırkçı beyanlara da ciddi bir eleştiri getirilmemiştir. Esasında bu tür propagandaları yapanlar, bu propagandaları çoğaltanlar, yaygınlaştıranlar da bu kişilerin önemli bir kısmıdır. Bugün ise yine bu kişiler başta Kürtlerin iyiliğini düşünerek anadilde eğitime, yani Kürtçe eğitime karşı çıkıyorlar.
Ana Sorun Nedir?
Başbakan Recep Tayip Erdoğan; 2008 yılında, Almanya’ya yaptığı resmi ziyaret sırasında, “asimilasyon insanlık suçudur” demişti. Almanya’da yaşayan Türkler için, Türk lisesi açılması isteğinin Alman hükümeti tarafından kabul edilmemesini Başbakan böyle protesto etmişti. Türk lisesi açılması talebini kabul etmemeyi, Alman hükümetinin Türkleri asimile etme niyetine bağlamış, buna tepki göstermişti. Türkiye’deyse, Başbakan, “tek millet, tek dil, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” söylemini, Kürtlerin gözünün içine baka baka sürdürüyor.
Eylül 2010 ortalarında, hükümetin, Barış ve Demokrasi Partisi’yle görüşmeleri oldu. BDP, anadilde eğitim talebini bu görüşmeler sırasında da dile getirdi. Okulları boykot kararını savundu. Başbakan, bu görüşmeler sonunda, “kimse benden anadilde eğitim konusunda bir şey beklemesin” dedi.
Başbakan 8 Ekim 2010’da yine Almanya’daydı. A Milli Futbol Takımı’nın, Euro 2012 elemeler kapsamında, Almanya ile yaptığı maçı, Alman Başbakanı Merkel ile birlikte izliyordu. Başbakan, Almanya’da, Türk lisesi, Türk üniversitesi açmak fikrini bu görüşmeler sırasında da dile getirdi. “Asimilasyon insanlık suçudur” sözlerini bu görüşmeler sırasında da ifade etti.
Birbirine çok zıt değerlendirme, aynı kişide, aynı anda, aynı zamanda nasıl var olabilir? Bu çelişkiler aynı kişide, aynı anda nasıl yaşıyor olabilir? Bu, sadece Başbakan’da görülen, izlenen bir çelişki değildir. Kürtlerin, Kürt toplumu olmaktan doğan haklarını kabul etmemek, Kürtlerin Kürt kalma, Kürt olarak yaşama mücadelesine karşı çıkmak, Türkiye’deki bütün kişileri, bütün kurumları çifte standartlı yapmıştır. Yargı çifte standartlıdır. Çifte standartlı yargı durmadan hukuksuzluk, adaletsizlik üretmektedir. Üniversite çifte standartlıdır. Çifte standartlı üniversite bilim diye resmi ideolojiyi üretmekte, bunun propagandasını yapmaktadır. Üniversitede akademik yükselmenin temel koşulu, resmi ideolojiye uygun düşünmek, resmi ideolojiye uygun tavır ve davranış sergilemek olmuştur. Kamu yönetimi çifte standartlıdır, “terör” diye diye, “terörü yok edeceğim” diye diye, durmadan devlet terörü planlamakta ve bu planları yaşama geçirme uğraşı içinde olmaktadır. Basın çifte standartlıdır, gerçekleri, yaşanan olayları halka duyurmayı değil, bazı temel gerçekleri gizlemeyi, saptırmayı esas faaliyet olarak yürütmektedir. Sivil toplum örgütlerinin çok büyük bir kısmı çifte standartlıdır. Çifte standartlı tutumlar davranışlar ise, kişilerin ve kurumların çürümesini getirir, bunlar, artık, esas görevlerini yapamazlar. Mahkemeler pekçok davada verdikleri müruru zaman (zamanaşımı) kararlarıyla, Av. Eren Keskin’in vurguladığı gibi suçun ve suçlunun ortakları haline gelmiştir. Bazı temel davalarda dosyalara müruru zaman süresinin bitimine kadar bakılmamaktadır. Veya dosyalar o mahkemeden bu mahkemeye dolaştırılmaktadır. Süre dolunca, “müruru zaman nedeniyle dosya kapatıldı” denilmektedir.
Gerek üniversitede, gerek basında, gerek sivil toplum örgütlerinde istisnalar elbette vardır. Örneğin Türkiye Barış Meclisi’nde de çalışan çok değerli hocalarımız vardır. Ama ana damar böyledir.
Devletin temel bazı toplumsal sorunları yasalarla çözmek gibi bir anlayışı var. ‘Türkiye’de yaşayan herkes Türk’tür’ şeklinde bir yasa yapıldığı zaman, Kürt sorununun çözüldüğüne inanılmaktadır. Bu şüphesiz çok yanlış bir anlayıştır. Toplumsal meşruiyete hiç önem vermeyen bir anlayıştır. Toplumsal meşruiyet elbette önemlidir ve birinci planda gelmektedir.
Başbakan, “asimilasyon insanlık suçudur” derken, evrensel ilkelere dayanmaktadır. Evrensel ilkelere dayananlar doğal olarak kendilerini güçlü hissederler. “Kimse benden anadilde eğitim konusunda bir şey beklemesin” derken, evrensel ilkeleri çiğnemektedir. Evrensel ilkeleri bilerek çiğneyenler doğal olarak çok zayıftır, cılızdır.
Devlet politikaları
Kürtlere, Kürt diline ilişkin devlet politikalarının ayrıntılı bir şekilde irdelenmesinde yarar var. Kürtler varlık mücadelesi yapıyorlar. Kürt olarak yaşamanın, Kürt olarak ayakta kalmanın mücadelesini yürütüyorlar. Devlet ise, Kürtlerin Kürt olarak ayakta kalmasını engellemek için yoğun bir çaba içinde. Bu, Kürtlere, Kürt diline ilişkin devlet politikalarının temelini, esasını oluşturmaktadır. Kürt dilini bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
Kürtlerin mücadelesini “feodaldir”, “milliyetçidir”, “emperyalist işbirlikçisidir” vs. şeklinde değerlendirmek doğru değildir. Şunca mücadeleye rağmen Kürtler hâlâ ayakta kalma uğraşı içindedir. Buysa, feodal olmaktan, milliyetçi olmaktan, “emperyalist işbirlikçisi” olmaktan çok önce gelen bir durumdur. Bu, kimlik sorunlarını büyük ölçüde çözmüş olan Güney Kürdistan için de söz konusudur. Orada da Feyli Kürtler, Êzidi Kürtler basına verdikleri demeçlerde sık sık, “ben Kürt’üm, biz Kürt’üz” diyorlar, basını bilgilendirmeye çalışıyorlar. Kürdistan Bölgesel Yönetimi Êzidi Kürtlerin ve Feyli Kürtlerin durumlarıyla yakından ilgileniyor. Êzidi Kürtlerin ve Feyli Kürtlerin yaşadıkları alanları da Kürdistan Bölgesel Yönetimi içine almaya çalışıyor.
Dil insanın varoluş haliyle ilgili bir durumdur. Dil kişinin varoluş halidir. Varoluş hali, hukuk ve adaletteki “hak” kavramından çok önce gelir. Bunu, Prof. Dr. Kadir Cangızbay, “dil karın gurultusu gibidir, karın gurultusunu engelleyebilir misiniz?” şeklinde ifade ediyor. Hrant Dink, 28-29 Haziran 2003’de, Ankara’da, Eğitim-Sen tarafından düzenlenen, Uluslararası Katılımlı Anadilde Eğitim Sempozyumunda yaptığı konuşmada bu değerlendirmeye vurgu yapıyor.
Hak, insanlığın, uygarlaşma sürecinde elde ettiği, çoğu zaman da mücadele ile kazandığı bir beceridir. Dil, anadil ise, insanın, doğumla birlikte var olan, insanın ayrılmaz bir parçası olan bir varoluş halidir. İnsanın içine doğduğu bir haldir. Dili kesmek, dili yasaklamak, insanı, o insanın içinde yaşadığı toplumu, doğal ortamı yok etmek, bitirmek anlamına gelir. Bir insanı hadım ettiğiniz zaman toplumu da hadım etmiş oluyorsunuz. 7 yaşına kadar Kürtçe konuşan Kürt çocuklarının, okula başladıklarında, ne kadar büyük travmalarla karşılaştıkları bilinen bir durumdur. Kürtçenin yasaklanması, baskıyla-zulümle yeni bir dil öğretilmeye çalışılması, Kürtlerin ve Kürtçenin aşağılanması bu travmaları derinleştiren, yaygınlaştıran bir durum oluyor.
Hrant Dink, yukarıda sözünü etmeye çalıştığım sempozyumda yaptığı konuşmada, dilin, insanoğlunun uygarlaşmasının, uygarlaşma mücadelesinin cinsel organı olduğunu vurguluyor. Kendini üreten, kendini yenileyen bir organdır dil. Kendini çoğaltan, geleceği döllendiren bir organdır dil. İnsanlığın uygarlaşma sürecinin, geleceği yaratma sürecinin en önemli organıdır (Anadilde Eğitim Sempozyumu, 28-29 Haziran 2003, Eğitim-Sen Yayınları, Mayıs, 2010, s.109-112)
Kürt dilinin yasaklanması, Türk devletinin Cumhuriyet’ten bu tarafa yürüttüğü en önemli devlet politikasıdır. Kararlı, istikrarlı, sistematik bir şekilde uygulanan bir politikadır bu. Bu, aslında İttihat ve Terakki’den beri gelen bir politikadır. Cumhuriyette bu politika daha sistematik bir şekilde saptanmış ve yürürlüğe konulmuştur. Türkiye, Kürt dilini yasaklarken ne yaptığını biliyor ama Kürtlerin önemli bir kısmının devletin bu en önemli politikasının, uygulamalarının bilincinde olduğu kanısında değilim. 1990’ları düşünelim. Örneğin PKK dille ilgili çalışmaları, talepleri “ilkel milliyetçilik” olarak küçümserdi.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Almanya’da “asimilasyon” insanlık suçudur” derken Türk kültürünün, Türk uygarlığının Almanya’da büyümesini, çoğalmasını istiyor. Bunun, Türk dili aracılığıyla gerçekleşeceğini bildiği için Türk lisesi, Türk üniversitesi kurmaya çalışıyor. Buna engel olan Alman hükümetini insanlık suçu işlemekle suçluyor. Fethullah Gülen’in Güney Kürdistan’da, Afrika’nın çeşitli ülkelerinde, dünyanın çeşitli ülkelerinde kurduğu Türk okullarının amacı da budur. Bu politikanın uygulanmasında Fethullah Gülen devletin başta gelen yardımcılarından biridir. Fethullah Gülen’in bu çalışmalarını en iyi Bülent Ecevit fark etmiştir.
Başbakan, Türkiye’de tek millet, tek dil, tek bayrak, tek vatan, tek devlet derken, “kimse benden anadilde eğitim hakkı beklemesin” derken Kürtlüğü bitirmekten başka hiçbir şey düşünmemektedir. Bu iki çelişik tutumun aynı anda, aynı yerde, aynı kişide birlikte yaşaması Türk siyasetinin çok önemli bir özelliğidir. Bunun sadece başbakana has bir tutum olmadığı da yakından bilinmektedir.
Hadım
Bu konular üzerinde çalışırken Selahattin Bulut’un “Xadim” isimli eserinden söz etme gereğini duyuyorum (Xadim, Avesta Yayınları, 2008).
Selahattin Bulut’un bu eseri Türkçede de yayımlandı (Hadım, Kürtçeden çeviri: Muhsin Kızılkaya, İthaki, 2010). Selahattin Bulut bu uzun hikâyede Jêhat’ın trajedisini dile getirmektedir. Jêhat 12 Eylül döneminde Diyarbakır zindanlarında kalmış, çok ağır işkenceler görmüş, bu işkenceler nedeniyle erkekliği iğdiş edilmiş, erkekliğini kaybetmiş bir Kürt gencidir. 10 yıl cezaevinde kalıyor. Tahliyesi, ailesi tarafından çok büyük sevinçlerle karşılanıyor. Ailesinin, özellikle anası Berfê’nin bütün isteği oğlunu evlendirmektir. Gerek baba, gerek ana oğullarının yemesine, içmesine çok dikkat ederler, güçlenmesini isterler. Ana Berfê, sokaklarından bir kızı da oğlu için gözüne kestirmektedir. Fakat Jêhat’ın evlenmek gibi bir niyeti, düşüncesi yoktur. Jêhat Mardin’i, evlerini terk eder, bilinmezlikler içinde İstanbul’a gider…
Ana Berfê, kocası Halil Bey’e duygularını, endişelerini şöyle anlatır: “Ne bileyim Halil, aklıma binlerce şey geliyor. Son yıllarda hapishaneden çıkan hiçbir genç evlenmedi. Evlenenlerin de çocukları olmadı. Korkuyorum Halil, korkuyorum” (İthaki, 2010, s.22).
Selahattin Bulut, bu uzun hikâyesinde Jêhat’la birlikte pek çok Kürt gencinin trajedisini dile getirmektedir. Kişinin işkencelerle hadım edilmesiyle, bir kültürün yasaklarla hadım edilmesi arasında sıkı bir bağ vardır. Bu ilişki, bu bağ bu eserde de kurulmaktadır.
Kadir Cangızbay Hoca “Karın gurultusunu engelleyebilir misiniz” diye soruyor. Ama karın bölgesinde sıkı bir ameliyat yaparsanız, karın gurultusunu engelleyebilirsiniz. Sağlam bir karına yapılan ameliyatın ise, sadece karnı değil bütün vücudu hasta edeceği açıktır. İşte Kürt dilinin yasaklanması Kürt toplumunda böyle bir hastalık yaratmıştır. Devlet, yasaklarla ne yaptığını bilmektedir. Kürt dilinin yasaklanması, Kürtlüğü bitirmenin en etkin yoludur. Daha etkin bir yol da, 1915’de Ermenilere yapıldığı gibi soykırım yaparak o toplumu fizik olarak da bitirmektir. Kürtlerde zamana yayılmış bir soykırım da vardır. Bunun ayrı bir yazıda ele alınması gerekir.
Ruhsal Bölünme
Ayşe Kulin tarafından yazılmış “Türkan, Tek ve Tek Başına” (Everest Yayınları, 2009) isimli bir kitap var. Televizyonda da bir dizi var, “Türkan”. Merhum Prof. Dr. Türkan Saylan’ın hayatı anlatılıyor. Bu kitapta ve bu kitaba dayandırılan dizide Türkan Saylan, insanlık için mücadele eden bir kişi olarak, insanlığın kurtarıcısı olarak anlatılıyor. Bu, Türkler için böyledir. Kürtler için ise Türkan Saylan bir insanlık suçlusudur. Kürtlerin Türklüğe asimilasyonunun çok önemli bir halkasıdır. İşte bu noktada Kürtlerle Türkler arasında ruhsal açıdan çok büyük bir kopukluk görülmektedir. Bu kopukluk nasıl meydana geliyor?
Köyler yakılıyor, yıkılıyor, temel geçim kaynakları tahrip ediliyor. Aileler, insanlar mağdur ediliyor, yerlerini yurtlarını terk etmek zorunda kalıyorlar. Kadınlar-çocuklar bu devlet teröründen çok büyük zarar görüyorlar. Aynı dönemde bu insanlara karşı “faili meçhul” denen ama artık failinin kim olduğu açıkça bilinen cinayetler de gelişiyor. Kürt toplumuna karşı geliştirilen bu tür yıkımlara, yoksulluğun sefalete varmasına Prof. Dr. Türkan Saylan’ın ve örgütü Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin en küçük bir itirazı olmamıştır. Devlet terörüne karşı hiçbir eleştirisi söz konusu değildir. Türkan Saylan’la birlikte çalışan öbür profesörlerin de Kürt toplumuna karşı sistematik olarak yürütülen bu yıkımlara karşı hiçbir itirazları, eleştirileri yoktur. Prof. Dr. Türkan Saylan’ın birlikte çalıştığı bürokratik kurumlar, askeri bürokrasi ise zaten bu yıkımların planlayıcısı ve uygulayıcısıdır. Yerlerini yurtlarını terk etmek zorunda kalan, ilişebildikleri mekânlarda yoksulluktan sefalete düşen Kürtler… İşte Prof. Dr. Türkan Saylan, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, öbür profesörler Kürtlerle, Kürt ailelerle böyle bir ortamda ilişki kuruyorlar. Kürt kız çocuklarını alıyorlar, pansiyonlara yerleştiriyorlar. Onlara burs veriyorlar. Türk diliyle, Türk kültürüyle eğitim, asimilasyon böyle başlıyor. Asimilasyon elbette insanlık suçudur. Prof. Dr. Türkan Saylan, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Saylan’ın etrafındaki öbür profesörler insanlık suçunu işlemektedirler.
Türkan Saylan’ın cüzzamla ilgilenmesi elbette takdir edilecek bir tutumdur ama Kürt dilinin yasaklanması Kürt toplumunda cüzzamdan çok daha beter bir hastalık yaratmıştır. Türkan Saylan’ın ise bu hastalığa karşı küçücük bir ilgisi söz konusu değildir.
Televizyon dizileriyle, kitaplarla, Prof. Dr. Türkan Saylan’ın idealize edilmesi ise Kürt toplumuyla Türk toplumu arasında meydana gelen büyük ruhsal uçurumu göstermektedir. Kürtlüğün Türklüğe asimilasyonunda önemli olan kişiler ve kurumlar idealize edilmektedir, yüceltilmektedir. Bunlar insanlık için, insanlığı kurtarmak için yapılan çalışmalar olarak değerlendirilmektedir. Bu çalışmalarda hiçbir insani amaç yoktur. Bu çalışmalarda evrensel değerlerin savunulması söz konusu değildir. Esas amaç, Türklüğü yüceltmek Kürtlüğü bitirmektir.
Tek parti dönemini, 1950’leri, 1960, 1970’leri ele alalım. Bu dönemde asimilasyon devlet okulları aracılığıyla yürütülüyordu. Askerlik, devlet bürokrasisi elbette asimilasyon sürecinde önemli mekanizmalardı ama okullar çok önde geliyordu. Günümüzdeyse, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği gibi sivil toplum kurumları da asimilasyonda çok önemli roller oynuyorlar. “Baba beni okula gönder” , “haydi kızlar okula” gibi kampanyalarla artık basının da asimilasyon mekanizmalarında çok önemli bir yeri var. Doğal olarak bu kurumlar insan hakları kurumlarıyla çalışmıyor, devlet bürokrasisiyle, askeri bürokrasiyle birlikte çalışıyor.
Prof. Dr. Türkan Saylan’la birlikte çalışan profesörlerin, yazarların çifte standardı konusunda birkaç şey söyleme gereğini duyuyorum. Bulgaristan’da 1985-1988 arasında Türk isimlerinin değiştirilmesi konusunda bu profesörlerin, yazarların, basın mensuplarının nasıl tepki gösterdiğini yakından biliyoruz. Bulgaristan hükümetini, Türkleri asimile etmeye yönelik politikalarından dolayı “emperyalist”, “sömürgeci”, “çağ dışı” ,”faşist” gibi kavramlarla eleştirdikleri, suçladıkları hatırlardadır. Kürtler ve Kürtçenin inkârının çifte standartlı düşünceler, tutumlar yarattığını belirtmiştik. Bu durumu profesörlerde de açıkça görüyoruz. Bu profesörler herhangi bir “düşün suçu” davasında mahkemeden gelen talepler üzerine “bu kitapta/yazıda suç unsuruna rastlanmıştır/rastlanmamıştır” şeklinde raporlar yazmaktadırlar. Buysa bilim yöntemi anlayışına ters bir tutumdur. Zira bilim sınırsız bir düşün özgürlüğü ortamında gelişebilecek bir düşün yöntemidir. Yazıda/kitapta suç aramak ise düşüncenin suç olarak algılandığı anlamına gelir. Bilim yöntemi anlayışına ters olan tutum da budur.
Cemaat Okulları
Cemaat okulları da Kürtlüğün Türklüğe asimilasyonunda önemli bir unsur olarak yaşama geçirilmiştir. Cemaat okullarının Türkiye’de, daha çok Kürtlerin yaşadığı alanlarda faaliyet yürüttüğü görülmektedir. Bu okullar da devletin asimilasyon politikalarının önemli bir halkasıdır. Fethullah Gülen’le devlet arasında bir çelişki olduğu doğru değildir. Türkiye’de dinsel gelişmelerin, dinsel akımların arkasında hep devlet vardır, devletin teşviki vardır. Kürt hareketini denetlemek Kürtlerdeki milli hareketin gelişimini engellemek için, Kürtleri oyalamak için dinin önemli bir işlevi olması istenmektedir.
Eskişehir Emniyet müdürü Hanefi Avcı’nın cemaatten şikâyeti inandırıcı değildir (Haliç’te Yaşayan Simonlar, Dün Devlet Bugün Cemaat, Angora, 2010). Devletin dinsel akımlara yol vermesi, dinsel vakıfların, dinsel yayın organlarının teşviki 1980’lerin ortalarında, yani gerilla mücadelesinin gelişim göstermesinden itibaren başlamıştır.
Cemaat okullarında resmi ideoloji, dinsel terminoloji ile birlikte verilmektedir. Milletin, dilin, bayrağın tekliği, Türk milletinin, Türk dilinin Türk kültürünün özellikleri Kürt çocuklarına sistematik bir şekilde şırınga edilmeye çalışılır.
Cemaat okullarında ve öğrencilerin yerleştirildiği pansiyonlarda ağabeyler vardır, ablalar vardır. Devlet terbiyesi Kürt çocuklara bu ağabeyler ve ablalar aracılığıyla verilir. Ağabeyler ve ablalar Kürt çocuklarının okullarda ve pansiyonlarda denetimlerini sağlayan bir kategoridir. Ağabeylere ve ablalara itaat başta gelen bir yaşam biçimidir. İtaat, sadakat, emirlere uyum bu yaşama biçiminin temel özelliğidir. Cemaatte böyle bir yapı da söz konusudur. Ağabeylerin yaptığını yapmak, ablaların yaptığını yapmak çok önemlidir, aksi halde cemaate aykırı olursunuz, cemaatten dışlanırsınız.
Kürt şehirlerindeki cemaat okullarında tahsil gören çocukların hemen hemen tamamı Kürt’tür ama ağabeyler ve ablalar Çorum, Çankırı, Yozgat, Kastamonu, Balıkesir gibi alanlardan gelmektedir. Türk’tür. Kürt kökenli olan, Kürt şehirlerinden gelen ağabeyler de ablalar da olabilir ama bunların sayıları çok azdır. Bunlar kanımca “Kürdüm ama Türküm” diyenlerdir, bu şekilde terbiye alanlardır.
Ağabeylerin, ablaların yaptığını yapmak, okullardaki ve pansiyonlardaki Kürt öğrenciler için önemlidir. Ağabeyler ve ablalar Türkçe konuşuyorsa sen de Türkçe konuşmaya gayret edeceksin. Cemaatte mutlak itaat ve sadakat ilişkilerinin egemen olduğu biliniyor.
Kürtlerin asimilasyonu konusunda Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ile “baba beni okula gönder” “haydi kızlar okula” kampanyalarıyla cemaat okullarının ciddi bir farkı yoktur. Bunların hepsi de Kürtlüğü bitirmek için oluşturulan devlet projesidir. Hizbullah da bu projelerden biridir. Bugün, Hizbullah’ın da devlet tarafından kurulduğu kışlalarda eğitildiği, kuranlar ve eğitenler tarafından itiraf edilmektedir. Cemaat okullarının Nurculukla bağlantılı olduğu söyleniyor. Bu okullarda Said Nursi’nin Said Kurdî tarafı tamamen yok sayılıyor, tahrip ediliyor. Kürt yurtseverlerin Said Kurdî yorumuyla Gülen cemaatinin Said Nursi yorumları çok çok farklıdır. Gülen cemaatı Said Kurdî’yi Türk milliyetçiliğinin hizmetinde bir Said Nursi olarak değerlendirmektedir.
Bir konu daha var. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Kürt şehirlerindeki teşkilatlarıyla aynı şehirlerdeki cemaat okullarının yöneticileri arasında bir çelişki olduğu kanısındayım. AKP İl örgütleri Kürt sorunu konusunda, Kürtlerin demokratik talepleri konusunda duyarlı olabilir. Bunlar zaten Kürt’tür. Milletvekillerini, hükümeti bu talepler çerçevesinde baskı altına almaya çalışabilirler. Cemaat okulları yönetiminin ise böyle eğilimleri yoktur kanısındayım. Onlar Türk asıllı olabilirler. Resmi görüş doğrultusunda örgütlenmişlerdir. Temel görevleri Kürt milli hareketinin gelişmesini, kökleşmesini engellemeye çalışmaktadır.
AKP Üzerine…
AKP hükümetinin Kürt sorununa karşı, kendilerinden önceki hükümetlere göre çok farklı, olumlu bir çizgide olduğu görülmektedir. Gerek iç dinamikler sonucu, gerek Avrupa Birliği uyum yasaları gibi dış dinamikler sonucu bazı adımlar atılmıştır. TRT Şeş önemli bir gelişmedir. TRT Şeş’den daha iyisini yapmak Kürtlerin önemli bir çabası olmalıdır. Mardin’de Artuklu Üniversitesi’nde Kürtçe derslerin başlaması, Hakkari Üniversitesi’nde, Kürt dili, Kürt edebiyatı üzerinde sempozyumlar düzenlenmesi basında Kürtler, Kürt sorunu konusunda çok yoğun tartışmaların sürüp gitmesi olumludur. Bunlar şüphesiz yeterli değildir.
Gerek Türk toplumunda, gerek Kürt toplumunda önemli toplumsal değişmeler de yaşanmaktadır. Bu değişmelerde hükümetin, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin büyük rolü vardır. Ama Başbakan’ın, Almanya’da, “Asimilasyon insanlık suçudur derken, Türkiye’de Kürtlere karşı bu suçu işlemeye devam etmesi toplumsal değişme süreciyle ve değişimin yarattığı havayla hiç bağdaşmamaktadır.
Hükümet Kürt sorununda olumlu adımlar atmalıdır. Hükümetin kendi iradesiyle tek taraflı olarak atacağı adımlar vardır. Ama bir de PKK önemli bir unsur olarak ortadadır. PKK’yi tasfiye etme anlayışı çok yanlıştır. Bu hem doğru değildir, hem de mümkün değildir. Barış ve Demokrasi Partisi’yle, PKK’yle bizzat görüşerek müzakere sürecini geliştirmek önemlidir.. Soruna, Avrupa’da, ABD’de, Irak’ta, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde, İran’da, Suriye’de değil, burada çözüm aranmalıdır.
Devlet, hükümet, din-cemaat, PKK, Kürtler ilişkilerinin ayrı bir yazıda ele alınması gerekecektir.
13 Ekim 2010
Peyamaazadi.com