1963 Şemdinan
Kürdistan Bölgesel Yönetimi Dış İlişkiler Sorumlusu Hemin Havrami ve Kürd Hükümeti’nin Ankara Temsilcisi Ömer Mirani, 2 Şubat 2012 günü, Çarçıra Kitabevi’nde, bana bir fotoğraf albümü armağan ettiler. Albümün üzerinde, “Ocak-Mayıs 1963” yazıyordu. Mayıs 1963 e ilişkin fotoğraflar…(Kurdistan Iraq, The September Revolution, Photographs by François-Xavier Lovat, January-May 1963 )
Eylül devrimini ikinci yılı. Bu albümün bende uyandırdığı düşünceleri, duyguları belirtmek istiyorum.
1962-1964 yılları arasında askerlik yaptım. Yedek Subay olarak. Tuzla Yedek Subay Piyade Okulu’ndaki 6 aylık eğitimden sonra, asteğmen olarak Bitlis’de, 34. Piyade Alayı’na tayin edildim. 1963 Mart’ında Bitlis’deydim.1964 yılı Ekim ayı sonunda terhis oldum. Askerlik süresi normal 24 aydı. 1964 yılı Sonbaharında meyanda gelen Kıbrıs krizinden dolayı bir ay geç terhis oldum..
1963 yılı, Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül aylarında, Başkale Yüksekova, Şemdinli taraflarındaydım.
11 Eylül 1961 de, Irak’ta, Kürd bölgelerinde hükümete karşı Kürd direnişi başlamıştı. Direnişin lideri Mele Mustafa Barzani’ydi. O dönemde, Mele Mustafa Barzani ve Kürdler, Türk hükümeti ve Türk basını tarafından, haydut, sergerde, eşkıya, hain gibi sıfatlarla anılırlardı. Örneğin, “Molla Mustafa sergerdesi” “Molla Mustafa Barzani haydudu” denirdi. Birlikler içinde, köylerde, Barzani’nin büyükçe, 10x15 ebadında bir fotoğrafı da dağıtılmıştı. Fotoğrafın altında “aranıyor”, yakalayana şu kadar para ödülü verilecek” şeklinde bir yazı da vardı. Bu fotoğrafın bazı köylerde de dağıtıldığı kanısındayım.
“Molla” sözcüğüne Barzani’nin yaptığı iş gibi bir anlam yüklenirdi. “Molla ne olacak,” diye küçümsenirdi. Halbuki Mele, Mustafa Barzani’nin ilk adıydı. Kürdler, erkek çocuklarına, “Müdür”, “Vali”, “Hakim” “Savcı”, “Çavuş” gibi isimleri vermeyi çok seviyor.
Bu vesileyle, Barzani ailesi hakkında kısaca bilgi vermeyi gerekli görüyorum. Barzanlar da Kürd milli duyguları çok gelişkin. İslam anlayışı, ailedeki bu değerleri yok edememiş. Bunun çok önemli olduğu kanısındayım. Bu, Kürdlerde çok ender bir durum. İkinci olarak, Barzanlar, Ezidi Kürdlere ve Hristiyanlara karşı daha anlayışlı, daha insancıl. Üçüncü olarak, Barzaniler, aile yapısına, ailenin bütünlüğünü korumasına, ailede, dağılmanın engellenmesine çok önem veriyorlar.
Güney Kürdistan’daki bu direniş, Türk kükümetini çok rahatsız etti. Hükümet, sınırdaki mevcut askeri birlikleri takviye olarak, Bitlis, Muş, Bingöl, Erciş alaylarından tam donanımlı birer bölüğü, 1962 baharında, Başkale, Yüksekova üzerinden, Irak sınırına gönderdi. Bu birlikler, bahar ve yaz aylarında sınırda görev yaptılar. Bu görev 1963 bahar ve yaz aylarında da sürdürüldü. Ben 1963 de, Bitlis alayından gönderilen bölük içindeydim. O zaman 34. Piyade Alayı, Bitlis’de, Bitlis-Tatvan yolu üzerindeydi. Takviye birlikler, baharda gidiyor, sonbahar’da, tekrar esas birliklerine dönüyorlardı.
Şöyle söyleniyordu: “Barzani sergerdeleri, Irak’da hükümet güçleri ile çatışma halindeler. Irak ordusu onları kıstırabilir, sınıra doğru sürebilir. Onlar da can havliyle sınırı geçip Türk topraklarına iltica edebilirler. İşte bu geçişlere engel olmalıyız. Onları sınırda yakalayıp Irak hükümet güçlerine teslim etmeliyiz.”
Askeri birliklerin, buna ilişkin ayrıntılı planları da vardı. Örneğin takım komutanı olarak bana da Şemdinli tarafında, sınırda, 8 kilometrelik bir şeridin kontrolü verilmişti.
“1947’de yaşanana durum tekrarlanmasın” şeklinde bir söylem de vardı. 1947 baharında şöyle bir gelişme olmuş. 1946 yılı sonunda Mahabad Cumhuriyeti yıkıldıktan sonra, Barzani peşmergelerle birlikte, savaşa savaşa Irak’a çekilmiş. Orada da, İngilizler, kara kuvvetleriyle ve hava kuvvetleriyle Kürd savaşçıları sıkıştırmış. Bu durum karşısında, Kürdlerin,, Oramar taraflarından sınırı geçmeleri gündeme gelmiş. Türkiye bu durumu bildiği için, sınırda önlemler almış. Geçişler sırasında onları yakalamak için ayrıntılı planlar yapılmış. O zamanlar Gevar bataklıkmış. “Burası bataklık, nasıl olsa buradan geçiş, sızma olmaz” diye orası için plan yapılmamış Ama, Mele Mustafa Barzani ve arkadaşları da tam da bu bataklığı kullanarak İran topraklarına ulaşmış. Barzani ile birlikte 507 peşmerge varmış.
O günlerde, Mele Mustafa’nın, katırların ayaklarına lekenler bağlayarak bataklığı geçtikleri söylenirdi. Lekenler hem batmayı önlüyormuş, hem de ses çıkmasına engel oluyormuş. Bu bilgiler dile getirilerek, “1947 tekrarlanmasın…” deniyordu.
Bölük, 1963 baharında, Bitlis’ten yola çıktı. Bir müddet Başkale’de, bir müddet Yüksekova’da, Haruna’da konaklayarak yaza doğru Şemdinli’ye vardı.
Şemdinli’den de, sınıra doğru hareket edildi. Araba yolu olmadığı için, Şemdinli’den sınıra doğru intikal yürüyerek yapıldı. Havan, geritepmesiz top gibi silahları katırlar taşıyordu.
Şapatan’a tırmandıktan sonra, Nehri’ye iniş yapıldı. Nehri’den, Benavik, Besusin, Zerin, Mavan yoluyla Rubaruk’a varıldı. Bu intikal, dağları, vadileri, ırmakları, çayları izleyerek bir hafta kadar sürdü.
Zerin Köyü’nden Mavan’a geçerken dikkate değer bir olayla karşılaştık. Güney’deki çatışmalar sırasında, hep, Barzanilerin sınırı geçecekleri vurgulanıyordu. Planlar bu olasılığı göre yapılıyordu. Hiç düşünülmeyen, söz konusu bile edilmeyen bir durumun gerçekleştiğini gördük. Barzaniler, Mele Mustafa Barzani önderliğinde, Irak devleti ve hükümetiyle, Kürdlerin, Kürd ulusu olmaktan doğan hakları için savaşıyorlardı. Hükümeti destekleyen Kürd aşiretleri de vardı. Baradost Aşireti de hükümeti destekleyen bir aşiretti. Irak Hükümeti, onları Barzanilere karşı maddi ve manevi olarak destekliyordu. Sınırın öte tarafında köylerin yandığı görülebiliyordu. “Sınıra yakın alanlarda, hükümeti destekleyen Kürdler ve hükümete karşı olan Kürdler birbirleriyle savaşıyor, birbirlerinin köylerini yakıyor…” deniyordu.
İşte bu mücadele sürecinde, Barzaniler, Baradaostları, sıkıştırmış, onlar da, sırı geçmek zorunda kalmışlar. Bu, hiç düşünülmeyen bir durumdu.Onlar, Irak hükümetini destekledikleri için Türk hükümeti onlara iyi muamale yaptı. Baradaostaların lideri Şeyh Reşit yaşlı bir adamdı. Onu hemen, bir helikopterle Van’a götürdüler. Sığınanlar, bir süre burada tutuldu. Sonbahar’da, kışa doğru, Habur sınır kapısı’ndan Irak’a geçtiklerine dair haberler vardı.
Baradostlar, kadınlar, çocuklar, yaşlılar, savaşçılar… kalabalık bir grup gelmişlerdi Katırlarıyla, eşekleriyle, koyunlarıyla, köpekleriyle, tavuklarıyla vs. gelmişlerdi. Hemen, kendilerine gösterilen yerlere çadırlarını kurmaya başladılar. Kadınlar, çocuklar çok aktifti. Kadınlar, çevreden üç taş buluyor, üzerine bir tencere yerleştiriyordu. Çocuklar, genç kızlar, hemen, yakınlardaki bir dereden su getirdiler. Kadınlardan bazılar üç taş üzerine bir saç koydular. Ekmek yapmaya başladılar. Bazı kadınlar çamaşır yıkıyordu. Herkes bir şeyle yapıyordu. Yaşlı kadınların erkeklerle sohbet ederken sigara içtiklerin şahit oldum. Çocuklar, çadırların etrafında oynuyordu. Bütün bunlar, Kürdlerin yaşama bağlılığını, gösteriyordu. Çok zor anlarda bile, dinamik, yılgınlığa düşmeyen, kötümserlik üretmeyen bir yaşam vardı. Yaşlı bir adam, bana, Sultan Abdülhamitle ilgili sorular sormuştu. Hala, Hamid’in yaşadığını sanıyordu. Mavan köylülerinin sığınmacılara yaklaşmasına bir süre izin verilmemişti. Ama Mavan köylüleri, çevreden başka köylüler, onlarla şu veya bu şekilde görüşmeler yapıyorlardı. Onların bazı ihtiyaçlarını karşılıyorlardı.
Arpaçay (Kars)-Barzan arasında Dil Birliği
Bölgede, arazide, sık sık keşif faaliyeti gündeme geliyordu. Bu, bir manga erle yürüyerek yapılan bir faaliyetti. Bu işi muvazzaf teğmenler yapmak istemiyordu. Bense bu işi severek yapıyordum. Bir manga erle, çevre köylerde, dağlarda çok dolaştım.
Birlik, en son Rubaruk’a vardı. Orada, epey kaldık. 1962 yazında, Irak kuvvetleri, “Barzani sergerdeleri”ni bombalarken, Rubarauk’a da birkaç bomba düşmüş. O zaman Rubaruk, 30-40 hanelik küçük bir köydü. Çok küçük bir camisi vardı, Caminin, 8-10 cemaatı vardı.
Rubaruk taraflarında dolaşırken, sınırı birkaç kilometre geçmişiz. Rubaruk sıfır noktasına bir köydü. Peşmergelerle karşılaştık. Peşmergeler, işaretlerle bu durumu hatırlattılar. Ben çaresizlik içindeydim. Ne diyeceğimi kestiremedim. O arada bir er, benden izin alarak peşmergelerle konuşmaya başladı. Bu beni daha çok şaşırttı. Peşmergeyle konuşan er, Karslı, Arpaçay’lıydı. Peşmergeyle gayet rahat konuşuyordu. Akıcı bir diyalog vardı.
Halbuki, o yıllarda, Kürdçe hakkında, çok olumsuz saptamalar yapılıyordu. Kürdçe diye bir dilin olmadığı ısrarla vugulanıyordu. Kürdçe için, “bitişik olan iki köy bile birbirini anlamaz”, “dağın bir yüzündeki köy öteki yüzündeki köyle anlaşamaz” “Kürdçe diye bir dil yoktur. Türkçe’den, Arapça’dan, Farsça’dan toparlanmış sözcüklerle uyduruk bir dil oluşturulmuştur. “Bir köy içindeki iki aile bile bazen birbirleriyle anlaşmakta zorluklar yaşar.” Bu tür ifadeler Türk basınında, sık sık yer alırdı. Türkoloji profesörleri, Kürdçe’nin bir dil olmadığı konusunda yazılar yazarlardı. Bitlis’de, çarşı-pazar esnafı, memurlar, örneğin öğretmenler, “en has Türk biziz…” derlerdi. Devlet propagandası Bitlislilere böyle yansıyordu. O dönemde, üniversite profesörlerinin masasında, Şerif Fırat’ın, Doğu İlleri ve Varto Tarihi kitabı vardı. Bu, Kürdlerin, Küdçe diye bir dilin olmadığını isbatlamaya çalışan bir kitaptı. Hocalara, Kürdlerle, Kürdçe’yle ilgili bir soru sorulduğu zaman hemen bu kitabın okunmasını tavsiye ediyorlardı. Bu durum karşısında, peşmergelerle, Karslı, Arpaçaylı bir askerin gayet rahat konuşması, resmi görüşün bu bilgilerini çürütüyordu.
Rubaruk’tan sınırı geçince Zap ve Hakurk bölgelerine varılıyor. Bu bölge ile Kars/Arpaçay arasında en azından 700 (yediyüz) km. var. Ve 700 km. içinde insanlar birbirleriyle gayet rahat anlaşabiliyor. Bütün yasaklara rağmen bu dil kendini yaşatmış. Kürdçe diye bir dil olduğunu, bölük içinde Kürdçe konuşanlar olduğunu bu olay üzerine fark ettim. O günlerde, çevre köylerde keşif yaparken Kürdçe bilen, konuşan bu erler de keşif mangasına alınıyorlardı. Bölgede, Haruna, Tisi, Diman, Helena, Şapatan, Derebani, Sirünüs, Bembo, Nugaylan, Girana, Rizi gibi köylerde keşif faaliyeti yürütülüyordu.
O zaman, gazyağı, şeker, tuz gibi bazı mallar, çevre köylere karne ile verilirdi. Keşif faaliyeti sırasında köylerde dolaşırken, halkın, kendilerin verilen bu ürünlerden bir kısmını, yine de, şu veya bu şekilde, Güney’e, peşmergelere aktardıklarının fark etmiştim.
Bugün, Bitlis, Muş, Bingöl ve Erciş’ten gönderilen bu takviye birliklerin amacının daha iyi bilincine vardım. Sınırı kontrol etmek bir amaç olabilir. Ama, bölge halkına gözdağı vermek, kanımca daha büyük bir amaçtı.
KÜRDSAT’da ve KÜRDİSTAN TV’de, zaman zaman, Mele Mstafa Barzani ile ilgili bir görüntü izliyorum. 40-45 saniye kadar süren bir görüntü. Berzani peşmergelerle birlikte, yürüyerek dağdan iniyor. İnsanın duygularını yücelten, yükselten bir görüntü. Daha sonra Mustafa Barzani peşmergelerle birlikte bir mağaranın önüne çöküyor. Onlara bir şeyler söylüyor, onları dinliyor…Bu çok görkemli yürüyüşün öncesi ve sonrası da benim için hep merak konusu olmuştur.
Barzani’yi, çadırda, peşmergelerle, misafirleriyle birlikte gösteren, görüntüler de var.Misafirlerine, kendi tabakasından ve kendi elleriyle sardığı tütünlerden ikram ediyor.
Bu sırada, Barzani’nin peşmergelerle misafirleriyle neler konuştuğunu da her zaman merak etmişimdir.
www.nasname.com