Kürdler, Kürdistan konusunu, Hikmet Kıvılcımlı’nın bu konularla ilgili analizlerini değerlendirmek için Yakındoğu kavramı üzerinde durmak gerekli olmaktadır.
Bizans yönetimi İstanbul’dan itibaren Doğu’ya doğru coğrafyayı şu şekilde bölümlemişti: Yakındoğu, Ortadoğu, Uzakdoğu.
Yakındoğu’da Anatolia, Pontus, Lazistan, Ermenistan, Kürdistan, Kilikya, Kapadokya, Mezopotamya, Turabdin gibi ülkeler vardı.
Kızılırmak’ın, Sakarya Nehri’nin batısı Anatolia, Orta Karadeniz Pontus olarak adlandırılıyordu. Anatolia ve Pontus’ta daha çok Rumlar yaşıyordu. Doğu Karadeniz Lazistan’dı. Doğu Karadeniz’in ve Lazistan’ın güneyi Ermenistan, Kürdistan’dı. Lazistan’ın doğusu Gürcistan’dı. Ermeniler, Kürdler bir arada yaşıyorlardı. Van Gölü merkez alındığı zaman kuzeye doğru Ermeni nüfus güneye doğru Kürt nüfus artıyordu. Şehirlerde Ermeniler, kırlarda Kürdler daha yoğundu. Kızılırmak havzası Kapadokya olarak adlandırılıyordu. Kapadokya çevresinde Rumlar, Ermeniler vardı. Kilikya’da Ermeniler yoğundu. Van Gölü’nün güneyinde, Mezopotamya’da Kürdler, Ermeniler, Süryaniler bazen iç içe bazen yana bir durum arz ediyorlardı. Bu kesimde bazı yörelerde Araplardan da söz etmek gerekir. Bu ülkelerde yer yer serpiştirilmiş vaziyette Yahudi nüfus varlığından da söz edilebilir.
11. yüzyılda Oğuzların Horasan İran yoluyla Küçük Asya’ya Mezopotamya’ya geldiklerinde Küçük Asya bu durumdaydı. Burada 12-13 milyona yakın insan yaşıyordu. Oğuzlar 11. yüzyıldan itibaren göç etmeye başladılar. 11, 12., 13., ve 14. yüzyıllarda bu şekilde gelen Oğuzların toplamının 400 bin-600 bin arasında olduğu söylenmektedir. Oğuzlar atlı kılıçlı geliyorlardı. Aile olarak değil sadece erkekler geliyordu.
Mısır’dan Hindistan’a kadar Kuzey Buz Denizi’nden Umman Okyanusu’na kadar olan coğrafya Ortadoğu olarak anılıyordu. İran, Ortadoğu ve Yakındoğu arasında bir yerdeydi. Mançurya, Çin, Japonya, Kore, Vietnam vs. Uzakdoğu idi.
Bizanslıların coğrafyayı bu şekilde bölme biçimi Selçuklular, Osmanlılar ve Batılılar tarafından da kullanılmıştır.
Bu incelemede dile getirilmek istenen esas konu şudur: Yakındoğu imha edilmiştir. Yakındoğu, Yakındoğu’nun yerli halkları, otokton halkları uzaktan gelenler tarafından imha edilmiştir. Yakındoğu’nun yerli halkları Rumlar-Pontuslar, Ermeniler, Süryaniler, Ezidi Kürdler, uzaktan gelenler tarafından yani allaktonlar tarafından imha edilmiştir.
Bu nasıl olmuştur buna bakmak gerekir. Hikmet Kıvılcımlı’nın analizlerini de bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
İttihatçıların Devlet ve Toplum Projesi
İttihat ve Terakki Fırkası’nın Osmanlı İmparatorluğu’nu Türklük esası üzerinden yeniden kurmak gibi bir projesi vardı. Adriyatik Denizi’nden Büyük Okyanus’a kadar uzanan bir imparatorluk olacak ama bu Türk İmparatorluğu olacaktı. İçinde sadece Türklerin yaşadığı, herkesin Türk olduğu bir imparatorluk… Bu konu şüphesiz Osmanlılardan önce, İttihatçılardan önce de vardı. Örneğin Namık Kemal’de Türklük anlayışını izlemek mümkündür. Ama bu konu Mirza Fethali Ahundov (1812-1878), İsmail Gaspıralı (1850-1914), Hüseyinzade Ali Bey (1864-1941), Ahmet Ağaoğlu (1869-1939), Yusuf Akçura (1876-1935) gibi Türk kökenli aydınların Rusya’dan Osmanlı devletine sığınmalarıyla yoğunluk kazandı. Rusya’dan Osmanlıya sığınanlar Osmanlı düşüncesini yakından etkiledi. Kırım’dan, Azerbaycan’dan, Kazan’dan Rus despotizminden kaçarak gelen bu Türkler Türkçülük düşüncesini getirmişlerdi. İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra yoğun bir şekilde tartışılır olmuştu. 1912 Balkan Savaşı yenilgisinden sonraysa İttihatçılar’ın konuştuğu, tartıştığı en önemli konu bu oldu. 1913 yılı başında gerçekleştirilen bir darbeyle İttihat ve Terakki Fırkası yönetimi ele geçirdi. Bundan sonra bu proje iyice olgunlaştırıldı. Teşkilat-ı Mahsusa çok etkili bir güç haline getirildi. Teşkilat-ı mahsusa İttihat ve Terakki’ye muhalefet edenlere karşı oluşturulmuş bir örgüttü. Cinayet de dahil her türlü operasyonu yapıyordu.
Osmanlı ekonomisini millileştirmek de İttihatçılar’ın devlet ve toplum projesinin önemli bir parçasıydı.
İttihatçılar bu proje üzerinde çalışmaya başlayınca Rum pürüzü ve Ermeni pürüzü hemen gündeme geldi. Bir Türk imparatorluğu olacaktı ama imparatorluk sınırları içinde yaşayan Rumlara ve Ermenilere nasıl muamele edilecekti. Bu İttihatçılar’ın üzerinde durduğu çok önemli bir konuydu. İttihat ve Terakki yöneticileri gizli açık bütün toplantılarında bu konuyu konuştular, bu konuyu tartıştılar. Merkezi Umumi’nin hiç değişmeyen üç önemli üyesinin Dr. Bahattin Şakir’in, Dr. Nazım’ın ve Ziya Gökalp’in üzerinde durduğu başlıca konu buydu.
İttihatçılar bu konular üzerinde çok çalıştılar, çok ayrıntılı planlar yaptılar. Bu planları kısaca şu şekilde özetlemek mümkündür:
1. Karadeniz havalisindeki Rumlar, Pontuslar, Kapadokya’daki Ege’deki Rumlar sürgün edilecek.
2. Ermeniler tehcir adı altında soykırıma tabi tutulacak, Ermeni nüfus çürütülecek.
3. Kürdler Türklüğe asimile edilecek.
4. Kızılbaşlar (Aleviler) Müslümanlığa asimile edilecek.
5. Ermenilerden ve Rumlardan geriye kalan taşınmaz mallara el konulacak, bunlar Müslüman Türk tüccarın denetimine verilecek.
Bu pürüzlerden başka pürüzler de vardı. Süryaniler ve Ezidiler de Türklük anlayışıyla bağdaşmıyordu. Ermenilere ve Rumlara uygulanacak politikalar Süryaniler ve Ezidilere de uygulanacaktı.
Çerkes, Laz gibi Müslüman olan ama Türk olmayan toplumsal ve etnik kategoriler de vardı. Kürdlere uygulanacak olan asimilasyon politikası bu kategorilere de uygulanacaktı.
Yahudiler, özellikle bazı Yahudi aydınları İttihatçıların bu veya benzer politikalar oluşturmalarında ve uygulamalarında İttihatçılara çok yardımcı oldular. İttihatçı düşüncenin oluşmasında bazı Yahudi aydınların rolü büyüktür.
İttihatçılar hazırladıkları ayrıntılı planların yaşama geçmesi için elverişli bir zamanın gelmesini beklediler. I. Dünya Savaşı, İttihatçılar’a aradıkları bu fırsatı verdi.
Savaş başlar başlamaz, daha doğrusu Osmanlı savaşa girer girmez Ege’deki Rumlar, Karadeniz havalisindeki Rumlar, Pontuslar sürgün edilmeye başlandı. 1915 baharında 3-4 aylık kısa bir dönemde Ermeni sorunu “halledildi.” Bir buçuk milyon civarında Ermeni nüfus tehcirle, soykırımla çürütüldü.
Rumlardan ve Ermenilerden geriye kalan taşınmaz mallar Müslüman Türk tüccarın yağmasına sunuldu. Sermayenin Türkleştirilmesi 1920’lerdeki mücadele döneminde de sürdü. 1942-43 Varlık Vergisi, 6-7 Eylül Olayları (1955), 1964 Rum sürgünleriyle bu operasyonlar sürdürüldü. 1934’te de Trakya’da Yahudilere karşı ayrımcı bir politika izlenmişti. (Ekonominin Türkleştirilmesi için bkz. Nevzat Onaran, Emval-i Metruke Olayı, Osmanlı’da ve Cumhuriyet’de, Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi, Belge Yayınları, Mayıs 2010 Sait Çetinoğlu’nun bu kitaba yazdığı Önsöz, Türk Kapitalistlerinin Kökeni ve Gelişimi başlığını taşımaktadır. s.9-21, Nevzat Onaran’ın değerlendirmesi s. 545-606. Ayrıca bkz. Sait Çetinoğlu, Etnik Temizlik ve Ekonominin Türkleştirilmesi, 1, Newroz, Sayı 217, 4 Ağustos 2012, 2, Sayı 218, 13 Ağustos 2012).
İttihatçıların bu politikası dönemin Alman devleti tarafından yoğun bir şekilde desteklendi. Almanya bu politikanın oluşturulmasında ve uygulanmasında İttihat ve Terakki Fırkası’na çok yoğun destek verdi. Orta Asya’da meydana gelecek bir Türk İmparatorluğu üzerinde söz sahibi olacağını, Hindistan üzerinde baskı kurup Büyük Britanya’nın çıkarlarına darbe vuracağını düşünüyordu. O dönemde Hindistan İngiliz sömürgesiydi ve Büyük Britanya Hindistan sömürgesine çok değer veriyordu. Orta Asya’da etkili bir Türk İmparatorluğu Rusya’ya da darbe vuracaktı. Bu bakımdan Almanya İttihat ve Terakki’nin bu düşüncesini teşvik etti, destekledi. Wolfgang Gust’un, Ermeni Soykırımı, 1915-1916 Alman Belgeleri, Alman Dışişleri Bakanlığı Siyasi Belgeleri, bu konuda önemli bir kaynaktır. (Çeviren Zekiye Hasan Çebi, A. Talcan, Belge Yayınları Ocak 2012) Yakındoğu, Almanya’nın da yardımıyla bu şekilde imha edildi. Yakındoğu’nun yerli halkları Rumlar, Pontuslar, Ermeniler, Süryaniler, Ezidi Kürdler uzaktan gelenler tarafından bu şekilde yerlerinden yurtlarından edildiler, imha edildiler.
Bu süreci biraz daha irdelemekte yarar var. I. Dünya savaşı öncesinde ve sonrasında Almanya İttihatçılarla, Osmanlı yönetimiyle bu şekilde ilişki geliştirirken Büyük Britanya, Fransa ve Çarlık Rusyası da Osmanlı’ya karşı gizli anlaşmalar kotarmaya çalışıyordu. Ortadoğu’nun ve Yakındoğu’da Mezopotamya’nın paylaşılmasını amaçlayan bu anlaşma Mayıs 1916’da İngiltere ve Fransa arasında imzalanmıştı. Bu anlaşmaya Sykes-Picot Anlaşması denildiği biliniyor. Bu anlaşmaya daha sonra Çarlık Rusyası da katıldı. 1915 Kasım’ından beri Büyük Britanya, Fransa ve Rusya arasında görüşmeler vardı ve bu 1916 Nisanında sonuçlandı. Yakındoğu ve Ortadoğu’nun bazı kesimleri bu gizli anlaşmalarla paylaşıldı. Bu gizli anlaşmalar bağımsız bir Arap devletini öngörüyordu. Kral Hüseyin ve İngiltere arasında gelişen gizli görüşmelerde böyle bir sonuç da çıkmıştır. Bu gizli anlaşmalar kabaca şöyle bir paylaşımı öngörüyordu. Batı Ermenistan’ın, Kürdistan’ın kuzey kesimleri Rusya’ya bırakılıyordu. Kürdistan’ın güneyi Bağdat Basra İngiltere’ye, Suriye Lübnan Fransa’ya bırakılıyordu. Bu gizli antlaşmayla, Kürdlerin ve Kürdistan’ın bölündüğü, paylaşıldığı açıkça görülmektedir. Nisan 1917’de yapılan Saint Jeanne de Maurienne Anlaşmasıyla bu gizli anlaşmaya İtalya da dahil edildi. Nisan 1920’de yapılan San Remo Anlaşması ile Yakındoğu’nun ve Ortadoğu’nun paylaşımı biraz daha kesinlik kazandı. Bu anlaşmayla Irak, Ürdün, Filistin İngiliz Mandası (sömürgesi) olarak kuruluyordu. Suriye ve Lübnan Fransız mandası (sömürgesi) olarak kuruluyordu.
1917’de Rusya’da devrimin gerçekleşmesi bu ilişkilerde köklü bir değişiklik meydana getirdi. Devrimi gerçekleştiren Bolşevikler hem Çarlık Rusyasının gizli anlaşmalarını deşifre ettiler hem de bu ilişkilerden çekildiler. Ekim devrimi, Yakındoğu’da, Ortadoğu’da, Kafkasya’da, Balkanlar’da, giderek bütün dünyada, bütün dünyanın siyasal çehresinde büyük değişiklikler yarattı. Başta İngiltere Ekim devriminin getirdiği düşüncelerin Çarlık Rusyasının sınırlarının dışına taşmaması için büyük çaba gösterdi. Buysa Küçük Asya’da, Yakındoğu’da Kuvayı Milliye’nin, Kemalist hareketin manevra alanını genişletti.
I. Dünya Savaşı sırasında İngiltere, Fransa, Çarlık Rusyası, İtaya bir cephe oluşturmuştu. Bunlara İtilaf Devletleri deniyordu. Almanya, Avusturya -Macaristan, Osmanlı, Bulgaristan İttifak Devletleri adı altında bu cepheye karşı bir cephe oluşturmuştu. İttihatçılar Almanya’nın safında savaşa katılmıştı. Almanya-Osmanlı yenildi. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Alman imparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu dağıldı.
Bizi yakından ilgilendiren süreç şöyle gelişti: 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesiyle İttihatçı liderler Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa İstanbul’u, Osmanlı topraklarını terk etti. İttihatçılar 20. yüzyılın başlarından itibaren Almanya ile ilişki geliştiriyorlardı. Almanya da bu ilişkileri teşvik ediyordu. Almanya ve Osmanlı bu savaştan yenik çıkınca İttihatçı önderler İstanbul’u terk etmek durumunda kaldılar. Sığındıkları yerlerde, örneğin Almanya’da İngiltere ile gizli ilişkiler aramaya, bulmaya çalıştılar. Zamanla bu ilişkiler kuruldu. İttihatçı liderler İngiliz gizli servisiyle yapılan görüşmelerde kısaca şunu söylüyorlardı: “Yakındoğu’da, Küçük Asya’da bir Türk devleti varlığını sürdürsün. Bu Türk devleti İngiliz taraftarı bir politika yürütmeye çalışacak…”
Bu anlayış doğrultusunda İttihatçılar Mustafa Kemal’le de ilişki içindeydi. Bu ilişkiler gelişti.
İngiltere, Fransa gibi emperyal devletler Ekim devriminin getirdiği yeni düşüncenin Çarlık Rusyası’nın sınırlarının dışına çıkmaması için yoğun bir çaba sarf ediyordu. İttihatçılardan gelen bu yeni öneri İngiliz istekleriyle de bağdaşıyordu. Kaldı ki bu öneri çerçevesinde Kuvayı Milliye’nin, Kemalistlerin de görüşmeleri vardı. Kemalistler de Kuvayı Milliyeciler de sonuç olarak ittihatçılardı. Kuvayı Milliye, günün koşullarına göre hareket eden İttihatçılardı. Örneğin Rum sürgünleri, Ermeni soykırımı, Osmanlı ekonomisinin millileştirilmesi Kemalistler tarafından da benimseniyordu. Kürdlerin Türklüğe, Kızılbaşların (Alevilerin) Müslümanlığa asimile edilmeleri, Kuvayı Milliye tarafından, Kemalistler tarafından benimseniyordu.
Ekim devriminin Kemalistlere çok geniş manevra alanları açtığını belirtmiştim. Mustafa Kemal İngilizlerle yaptığı görüşmelerde “eğer bizim görüşlerimize, düşüncelerimize uygun politika izlemezseniz, Bolşeviklerle ilişki kurarız” diyebiliyordu. Bu aslında bir tehdit olarak algılanıyordu. Bolşeviklere “Ermeni haklarında, Kürt haklarında ısrarlı olursanız İngilizlerle ilişkimizi geliştiririz” deniyordu. Bolşevikler de Sovyetler Birliği sınırlarında İngiliz yönetimi veya İngiltere taraftarı bir yönetim görmek istemiyordu. Bunun sonucu olarak Yakındoğu’da, Küçük Asya’da bir Türk devletinin, yani Osmanlı devletinin devamı olan bir Türk devletinin teşekkülü hem İngiltere ve Fransa gibi emperyal devletlerin hem Sovyetler Birliği’nin oluruyla gelişti.
Resmi tarih “yedi düvele karşı savaştık” diyor. Aslında Doğu’da Ermenilerle batıda Rumlarla savaş vardı. Emperyal güçlere, İngiltere’ye, Fransa’ya tek kurşun atılmamıştı. Rumlarla, Ermenilerle savaş, Rum Pontuslarla, Süryanilerle, Ezidilerle, Kızılbaşlarla savaşı da içeriyordu. Kürdlerin durumunun iki safhada incelenmesi gerekir.
Yakındoğu’nun imhasına Almanya’nın çok büyük destek verdiğini söylemiştik. I. Dünya Savaşından sonra özellikle Ekim devriminden sonra sürece İngiltere, Fransa gibi emperyal devletler de girdi. Yakındoğu’nun imhası onların destekleriyle gelişti, gerçekleşti. Sovyetler Birliği de bu gelişmelere bir tepki vermedi.
Bu ulusların kendi geleceklerini belirleme hakkı, I. Dünya Savaşı’ndan sonra çok konuşulan bir konu oldu. ABD Başkanı Woodrow Wilson Osmanlı yönetimindeki halkların kendi geleceklerini belirleme hakkını savunuyordu. Başkan Wilson tarafından yayınlanan 14 noktanın on ikincisi bu konuyla ilgiliydi. Sovyetler Birliği yöneticileri Lenin, Stalin, Troçki ulusların kendi geleceklerini belirleme hakkını çok konuşuyorlardı. Asya’da, Yakındoğu’da, Ortadoğu’da halklar kendi geleceklerini belirleme yolunda yoğun bir mücadele yürütüyordu. Bu ilke, bu ilkenin yaşama geçirilmesi yolunda yapılan mücadeleler halklara büyük moral veriyordu. İşte Yakındoğu, Yakındoğu’nun otokton halkları böyle bir ortamda imha edildi.
I. Dünya Savaşı’ndan sonra, devletlerarası ihtilafların, uluslararası ihtilafların savaşa varmadan barışçıl yollardan çözülmesi için yeni bir örgütlenme gereği üzerinde duruldu. Uluslararası bir örgüt… 1919 Ocağında toplanan Paris Konferansı’nda bu konu çok konuşuldu. Cemiyet-i Akvam (Milletler Cemiyeti) bu amacı gerçekleştirmek için kuruldu. İşte Yakındoğu, Yakındoğu’nun otokton halkları böyle bir ortamda imha edildi.
Ahmet Önal, “Yakındoğu Soykırımla Yok Edildi. Neden?” başlıklı yazısında bu ilişkileri ele almaktadır. (www. Kurdistan-post.eu 15 Ocak 2012), Ayrıca bkz. Gürdal Aksoy, “Halklar Hapishanesi, Anadolu, Kürdlerde, Anadolu Merkezci Yabancılaşma”, (Komal Yayınevi, Haziran 2002)
Osmanlı’da ve Cumhuriyet’te Kürdlerin İkili durumu
Kürdlerin bu süreçteki durumunu iki safhada incelemek gerekir. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Ermenilerde milli hareket gelişmeye başladı. Osmanlı, Ermenilerdeki bu gelişmeyi engellemek, frenlemek için Kürdleri gündeme getirdi. I. Abdülhamit, yönetimi boyunca (1876-1909) bu politika üzerinde çok durdu. 1890’larda kurulan Hamidiye Alayları hem Ermeni milliyetçiliğini engellemede hem de Kürdlerdeki milli hareketin yükselmesinin engellenmesi yolunda önemli rol oynuyordu.
1894 Sason isyanında Kürdler Osmanlı’dan yana yer aldılar, Ermenilere karşı mücadele yürüttüler. Ermenilerin 1909’da Kilikya’da gerçekleştirdikleri isyanda yine Osmanlı yanında yer alıp Ermenilere karşı savaştılar.
1915 Ermeni soykırımında Kürd aşiretlerinin, Kürd şeyhlerinin, Kürd toprak sahiplerinin önemli bir kısmı İttihatçılara tetikçilik yaptılar. Teşkilat-ı Mahsusa Ermeni soykırımında, Süryani soykırımında üç kategoriyi etkin bir şekilde kullandı. Bunlardan biri cezaevlerinden çıkarılan, daha çok da cinayetlerden dolayı cezaevlerinde tutulan mahkûmlardı. Bunlarla Teşkilat-ı Mahsusa anlaşma yapıyordu. “Eğer bulunduğunuz alanlardaki Ermenilerle mücadele ederseniz, onları şu veya bu şekilde oralardan kaçırtırsanız, onları şu veya bu şekilde yok ederseniz, onların evleri ve eşyaları, toprakları, öküzleri vs. sizin olacak…” Teşkilat-ı Mahsusa ikinci toplumsal kategori olarak Kürd şeyhlerini, Kürd toprak sahiplerini, Kürd aşiretlerini de kullanmıştı. Onlara da aynı ödülleri vaad ediyordu. Balkan Savaşı sonunda Balkanlar’dan göçle gelen Türk kökenlileri de üçüncü bir kategori olarak kullanmıştı. Yerlerinden yurtlarından edilerek büyük öfkeyle gelen bu Türkler Ermenilere, Rumlara karşı çok büyük bir hınçla saldırıyorlardı. Ermenilerden boşalan evlere, köylere vs. bu göçmenler yerleştiriliyordu.
Osmanlı, İttihatçılar, Rum, Pontus, Ermeni, Süryani, Keldani, Ezidi gibi pürüzlerin giderilmesinde Kürdleri, en azından Kürdlerin önemli bir kısmını etkin bir şekilde kullandı. Kuvayı Milliye, Kemalistler, Mustafa Kemal de 1919-1920 yıllarında Kürdleri yanlarına çekebilmek için “Kürdistan Ermenistan yapılacak…” anlayışını dile getiren propagandayla Kürdleri yanına çekmeye çalıştı. Kuvayı Milliye, Kemalistler Kürdlere “eğer bizimle birlikte olmazsanız mücadele başarıya ulaşmaz, bu mücadele başarıya ulaşmazsa Kürdistan’ı Ermenistan yaparlar” diye propaganda yapıyorlardı. Bu arada mücadele başarıya ulaştıktan sonra Kürdlere milli hakları verilecek söylemi de önemliydi. 22 Ekim 1919’da Amasya’da gerçekleştirilen ve Osmanlı hükümetinden Salih Paşa ve Mustafa Kemal arasında akdedilen “Amasya Protokolü” denen belge de önemlidir. Erzurum Kongresi sırasında, daha doğrusu kongreden sonra Mustafa Kemal’in Kürd aşiret reislerine, Kürd şeyhlerine yazdığı mektuplar da önemlidir.
İttihatçıların da Kemalistlerin de esas amacı Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu idi. Kemalistler 1922 sonlarından itibaren başarıya ulaşınca, Yakındoğu İşleriyle İlgili Lozan Anlaşması’yla uluslararası garanti elde edince Kürdleri inkâra, imhaya, asimilasyon politikasını yaşama geçirmeye başladı. Bu artık ikinci safha oluyor. Günümüze kadar sürüp gelen safha budur.
Bugün Türkiye’de büyük burjuvazinin zenginliğinin kaynağı Ermeni mallarıdır, Rum mallarıdır. Bu birikimlerin temel kaynağı Ermeni mallarının, Rum mallarının yağmalanmasıdır. Göçertilen veya tehcir edilen Rumların, Ermenilerin malları, taşınmazları yağmalanacak, sermaye Türkleştirilmeye gayret edilecektir. Doğu’da bazı Kürd şeyhlerinin, Kürd toprak ağalarının, Kürd aşiret reislerinin, şeyhlerin zenginliğinin kaynağı Ermeni mallarıdır, Süryani mallarıdır.
Kürdlerin Osmanlı taraftarı bu tutumumu 1840’larda Osmanlı-Nasturi-Kürd ilişkilerinde, Osmanlı- Ezidi Kürd ilişkilerinde yine izlemek mümkündür.
Kuvayı Milliye’nin Teşekkülü
1918 sonunda, Osmanlı Devleti, Almanlarla birlikte savaştan yenik çıkınca ve 30 Ekim Mondros Mütarekesi’nden sonra, Ermeniler sürgün edildikleri kendi topraklarına geri dönmek istediler. Bu Ermenilerin çok büyük bir kısmı zaten tehcir sırasında imha edilmişti. Malları-mülkleri çevredeki Müslüman eşraf tarafından ve Teşkilat-ı Mahsusa’da görev alanlar tarafından yağmalanmıştı.
Bu yağma üç aşamada gerçekleşmişti. Birinci olarak, tehcir edilenler, kadınlar, yanlarında paralarını, mücevherlerini taşıyorlardı. Kafilelere nezaret edenlerin büyük bir kısmı, bu kadınların paralarına, mücevherlerine el koydular, öldürüp cesetlerini Fırat Nehri’ne attılar. Daha bugünlerde sermaye el değiştirmiş oldu. İkinci aşama, tehcir edilenlerin evlerindeki eşyaların yağmalanması oldu. Üçüncü aşamada, taşınmaz malların yağmalanması gündeme geldi. Bütün bunlar, Kürd/Kürdistan sorununu Ermeni sorununa bağlayan bir durum ortaya çıkardı.
Antep, Urfa, Adana havalisinde, Ege’de, Kuvayı Milliye, Ermenilerin, Rumların, kendi toprakların dönüp mallarına –mülklerine tekrar sahip olmalarına engel olmak için kurulmuştu. Çünkü bu mallar-mülkler çevredeki eşraf tarafından, Teşkilat-ı Mahsusa’da görev alanlar tarafından yağmalanmıştı. Kuvayı Milliye, bu malların tekrar Ermenilerin, Rumların eline geçmemesi için çok yoğun çaba gösterdi. Kuvayı Milliye örgütlenmesinin de savaşının da temel nedeni budur.
Kürdler-Kürdistan
Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda gerçekleşen önemli olayların başında, Paris’te bir konferans düzenlenmesi gelir. Ocak 1919’da toplanan Paris Konferansı’nın önemli bir kararı, Cemiyet-i Akvam’ın yani Milletler Cemiyeti’nin kurulmasıdır. Milletler Cemiyeti, uluslararası, devletlerarası anlaşmazlıkların, savaşa varmadan, barışçıl yollardan çözülmesi amacıyla kurulmuştur. Bu dönemin önemli olaylarında biri, Kürdlerin, Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması, paylaşılması olmuştur. Ortadoğu’nun ortasındaki Kürdistan’ın, Kürdlerin bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması, Ortadoğu tarihini, siyasal ve toplumsal hayatı belirleyen, yönlendiren çok önemli bir dinamiktir. Başka bir deyişle bu süreç, Türkiye, Irak, İran, Suriye tarihini, siyasal ve toplumsal hayatı yakından ilgilendirmektedir. Kürdistan’ın bir kesiminin de Kafkasya’da olduğunu unutmamak gerekir.
Kürdlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması, Kürdlerde, bir insanın iskeletinin bölünmesi- parçalanması gibi, beyninin dağılması gibi bir etki yaratmıştır. Bugün, Kürd/Kürdistan sorununun temelinde bu süreç vardır. Bu süreci biraz açıklamakta yarar vardır.
Birinci Dünya Savaşı sonunda imparatorluklar dağıldı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu, Alman İmparatorluğu dağıldı. Savaştan galip çıkan devletler, Büyük Britanya, Fransa, İtalya, savaşı kaybedenlerin sömürgelerini paylaşmak için yoğun bir mücadeleye giriştiler. A Tipi, B Tipi, C Tipi mandalar kuruldu.
Manda kavramını sömürge karşılığı olarak kullanabiliriz. A Tipi mandalar (sömürgeler), Osmanlı İmparatorluğu’nun, Yakındoğu’daki, Ortadoğu’daki topraklarının paylaşımıyla kuruldu. B Tipi mandalar, Alman İmparatorluğu’nun, Doğu Afrika’daki ve Batı Afrika’daki sömürgelerinin paylaşımıyla kuruldu. C Tipi mandalar, Alman İmparatorluğu’nun, Pasifik’teki ve Güneybatı Afrika’daki sömürgelerinin paylaşımıyla teşekkül etti.
A Tipi mandalar çerçevesinde, Büyük Britanya’ya bağlı Irak, Ürdün, Filistin mandaları (sömürgeleri) kuruldu. Fransa’ya BAĞLI Suriye, Lübnan mandaları (sömürgeleri) kuruldu. Burada, sorulması gereken çok önemli bir soru var. Neden, Büyük Britanya’ya veya Fransa’ya bağlı bir Kürdistan mandası (sömürgesi) kurulmamıştır? Kaldı ki o dönemde, Kürdler ayaktaydı. Güney Kürdistan’da Şeyh Mahmud Berzenci, “Ben Kürdistan kralıyım, beni Kürdistan kralı olarak tanı” şeklinde, Büyük Britanya’ya karşı talepler ileri sürmüştü. Emperyal güçler, Büyük Britanya ve Fransa değil bağımsız bir Kürdistan’ı sömürge bir Kürdistan’ı bile istemediler, düşünmediler. Kürdlerin ve Kürdistan’ın bölünmesini, parçalanmasını ve paylaşılmasını gerçekleştirdiler. Bu, dikkatli bir şekilde üzerinde durulması gereken bir durumdur.
1920’lerde, Milletler Cemiyeti çerçevesinde gerçekleşen en önemli olgu budur. Bu tarihlerde, dönemin iki emperyal devleti, Büyük Britanya ve Fransa ve Yakındoğu’nun ve Ortadoğu’nun iki köklü devleti, Osmanlı İmparatorluğu ve O’nun devamı olan Türkiye Cumhuriyeti. İran İmparatorluğu ve O’nun devamı olan yeni İran Şahlığı… Bu dört güç birbirleriyle organize bir şekilde, Kürdlerin, Kürdistan’ın üzerine çullanmıştır. Bu dört güç, birbirleriyle ilişkiler geliştirerek Kürdlerin bağımsız devlet kurma haklarını gasbetmiştir.
Büyük Britanya, 1919-1920’lerde, savaş uçaklarını, zehirli gazlarını ilk olarak Kürdlere, Kürdistan’a karşı kullanmıştır.
Böyle bir sürecin, Milletler Cemiyeti çerçevesinde, ulusların kendi geleceklerini tayin hakkı anlayışının, Sovyetler Birliği ve ABD yöneticileri tarafından en çok konuşulduğu bir dönemde gerçekleşmesi, üzerinde ayrıca durulması, irdelenmesi gereken bir durumdur.
Kürdlerin ve Kürdistan’ın bölünmesinde, parçalanmasında ve paylaşılmasında, dönemin emperyal güçleri, Büyük Britanya ve Fransa’nın çok büyük rolü vardır. Bu iki emperyal devlet, her zaman anti-Kürd politikalar tasarlamış ve uygulamıştır. Bu iki devlette, hangi siyasal parti iktidarda olursa olsun, ister sağcılar, ister solcular, ister liberaller iktidara gelsin, her zaman anti-Kürd politikalar egemen olmuştur. Bu iki emperyal güç projelerini, elbette, Yakındoğu’daki ve Ortadoğu’daki, Türk, Arap ve Fars yönetimleriyle işbirliği ve güç birliği yaparak gerçekleştirmişlerdir. Yakındoğu’daki ve Ortadoğu’daki, Türk, Arap ve Fars yönetimleri, her zaman Kürdler ve Kürdistan konusunda, bu iki emperyal güç tarafından desteklenmiş ve teşvik edilmiştir.
Bölünme, Parçalanma, Paylaşılma, Kendini Üreten, Çoğaltan Bir Süreç Yaratır.
Kürdlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması bize neyi hatırlatmaktadır? Kürdlerin ve Kürdistan’ın, bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması kendini üreten, çoğaltan bir süreç yaratmıştır. Kürdlerin ve Kürdistan’ın ilk bölünmesi, paylaşılması, 16. Yüzyılın ilk çeyreğine rastlamaktadır. Bu, 1514 De, Çaldıran’da gerçekleşen savaş sonunda Osmanlı İmparatoluğu ve İran İmparatorluğu arasında bir paylaşımdır. Bu tarihten itibaren Osmanlı-İran savaşları hep Kürdistan’da gerçekleşmiştir. Her iki tarafın da Kürdlerden oluşturduğu orduları vardır. Bu iki ordu Osmanlı ve İran adına savaşmaktadır. Osmanlı-İran savaşları Kürdistan topraklarında yapılmaktadır. Osmanlı ve İran adına savaşanlar da Kürdlerdir. Bu, dikkate değer bir durumdur.
19. yüzyılın ilk çeyreğinde,1812-1813, 1826-1828 Rus-İran savaşları sonunda, İran kesimindeki Kürdistan’ın Kuzey tarafları Rus İmparatorluğu’nun denetimi altına girdi. Sovyetler Birliği döneminde, 1923-1928 yılları arasında yaşam bulan Kızıl Kürdistan bu toprakların bir kısmı üzerinde kuruldu.
1920’lerde, Miletler Cemiyeti döneminde, Kürdlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi ve paylaşılması, üçüncü paylaşma oluyor. Bu emperyal güçlerin en kapsamlı, en kalıcı operasyonudur. Bugünü belirleyen budur. Bunun, Türk, Arap ve Fars yönetimleriyle işbirliği içinde gerçekleştirildiği bilinmektedir. Bu sürecin nasıl tasarlandığı, nasıl yaşama geçirildiği sonuçları elbette zengin olgusal dayanaklarıyla incelenmelidir.
Dönemin Sovyetler Birliği yöneticilerinin Kürdlere, Kürdistan’a ilişkin politikaları da anti-Kürd politikalardır. Bu politikalar, İngiliz ve Fransız politikalarından, emperyal metropollerin politikalarından farklı politikalar değildir. Sovyetler Birliği yöneticileri, Kürdlerin, Kürdistan’ın Yakındoğu’da, Ortadoğu’da bir statü kazanmalarına her zaman karşı durmuşlardır. Her zaman Kürdleri ezen devletlerin yanında yer almışlar, Kürdlere karşı geliştirilen, ırkçı, sömürgeci, faşist politikalara, uygulamalara destek vermişlerdir. Sovyetler Birliği’nin bu reel politikalarının irdelenmesi de önemli olmalıdır.
Milletler Cemiyeti, devletler arasında, uluslar arasında yaşanan anlaşmazlıklar, savaşa varmadan, barışçıl yollardan çözülsün diye kurulmuştur. Temel amacı uluslararası barışı kurmak ve sürdürmektir. Ama Milletler Cemiyeti, uluslararası barışı kuramadı, bu amaca ulaşamadı. İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesine engel olamadı. İkinci Dünya Savaşı, Birinci Dünya Savaşı’na göre çok daha ağır, kapsamlı, kanlı oldu.
Bütün bunlara rağmen, uluslararası barışı kurma, bunun için uluslarüstü, devletlerüstü bir örgüt kurma düşüncesi İkinci Dünya Savaşı süresince ve savaştan sonra da devam etti. Bileşmiş Milletler 1945’te bu anlayış çerçevesinde kuruldu.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, dünyanın siyasal çehresinde çok büyük değişiklikler oldu. 1960’larda, sömürgelerin bağımsızlık kazanması hızlandı. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı’ndan önce, Afrika’da sadece, iki bağımsız devlet vardı. Habeşistan ve Liberya. Bu sayı bugün 57. Dünyanın her tarafında bu tür siyasal değişiklikleri izlemek mümkündür. Ama Kürdistan’da hiçbir şey değişmedi. 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde kurulan ve Kürdlere statü vermeyen statüko aynen korunda, sürdürüldü. Hâlbuki Kürdler, İkinci Dünya Savaşı döneminde de ayaktaydı. İran’da gelişen, Mahabad Kürd Cumhuriyeti’nin kurulmasını, yıkılmasını unutmamak gerekir. Ama Kürdler, Birleşmiş Milletler’i kuranlara da seslerini, isteklerini duyuramadılar. Birleşmiş Milletler’i kuranlar, Büyük Britanya, Fransa, ABD, İtalya, Sovyetler Birliği, Çin, Türkiye, İran, Irak vs. Kürdlerin isteklerini, çığlıklarını duymadılar, duymak istemediler. Milletler Cemiyeti nasıl anti-Kürd bir örgüt olduysa, Birleşmiş Milletler de öyle oldu.
Birleşmiş Milletler, adı üstünde, milletlerin temsil edildiği bir örgüt. Cemiyet-i Akvam, Milletler Cemiyeti de öyle. Ama bu örgütler hiçbir zaman Kürdleri temsil etmediler. Her zaman, Kürdleri müşterek olarak ezen devletlerin, çıkarlarını ve haklarını savundular, korudular.
Bugün, dünyada 208 devlet var. Güney Sudan’la birlikte 208 oldu. Bu devletlerden 193’ü Birleşmiş Milletler’e de tam üye. Bu devletlerden çok büyük bir kısmının nüfusu bir milyonun altındadır. Nüfusu bir milyonun altında olan belki 40 devlet vardır. Belki 40’tan da fazladır. 27 üyeli Avrupa Birliği’nde, Luxemburg, Kıbrıs, Malta, nüfusları bir milyonun altında olan devletlerdir. Örneğin Kıbrıs’ta, Rumlar artı Türkler yine de bir milyonu bulmamaktadır. Slovenya, Slovakya, Estonya, Letonya, Litvanya gibi devletlerin nüfusu 2-3 milyon arasında değişmektedir. Avrupa Birliği’nde, sadece Almanya’nın, Fransa’nın, İtalya’nın, İngiltere’nin, İspanya’nın nüfusları Kürdlerin Ortadoğu’daki toplam nüfusundan fazladır. Belki Polonya’nın, Kürdlerin nüfusu kadar nüfusu vardır. Kürdlerin Ortadoğu’daki toplam nüfusu ise 40 milyonun üzerindedir. Buna rağmen Kürdlerin, Kürdistan’ın herhangi bir statüye sahip olmaması dikkate değer bir durumdur. Kürdlere statü vermeyen bu anti-Kürd statükonun nasıl kurulduğu, kendini koruyarak bugünlere nasıl geldiği, incelenmeye değer bir konudur. Uluslararası nizamın bu konudaki tutumunun irdelenmesi şüphesiz çok önemlidir. Bu toplum bilinciyle, tarih bilinciyle ilgili bir konudur.
Andorra, San Marino, Monaco, Liechtenstein 47 üyeli Avrupa Konseyi’ne bağlı olan devletlerdir. Bu devletlerin nüfusları, 50 bin-60 bin arasında değişmektedir. İslam Konferansı’na üye, Cibuti, Bahreyn Katar gibi bazı devletlerin nüfusu, yine çok küçüktür. Bir milyonun altındadır… Pasifik’de, Okyanusya çevresinde, nüfusları çok daha küçük olan devletler vardır. Nauru, Tavulu, Samua ... gibi devletler böyledir. Kürdlerin bu kadar büyük nüfusa rağmen, bir statüye sahip olamaması, elbette önemli bir sorundur. Öte yandan bu devletlerin toprak genişlikleri de çok küçüktür. Çoğu, Kürdistan’ın bir beldesi kadar bile toprak genişliğine sahip değildir.
Şu ilişkilere de bakmak gerekir. Yukarıda sözü edilen devletlerden hiçbiri, bir bedel ödemeden bu niteliklere sahip olmuşlardır. Kürdlerse 19. yüzyılın başlarından itibaren, özgürlük mücadelesi yürütüyor. Bu süreçteki kayıpları milyonlarla ifade edilir. Bunlardan başka, Kürdistan’ın yakılması, yıkılması, Kürdistan florasının, Kürdistan faunasının bu bombardımanlardan, zehirli gazlardan etkilenmesi de önemli bir konudur. Bu çerçevedeki kayıplar ise, milyarlarla ifade edilir.
Burada, yanlış anlamaları önlemek için, “bu devletlerin devlet olma hakları ellerinden alınsın” şeklinde bir anlayış şüphesiz söz konusu edilemez. Biz uluslararası nizamın, ne kadar anti-Kürd olduğunu vurgulamak için, bu ilişkilere dikkat çekmeye, bazı karşılaştırmalar yapmaya çalışıyoruz.
Kürdistan Sömürge Bile Değil
Bugün Kürdistan sömürge bile değildir. Bu durumun en önemli nedeni şudur. Sömürgeler, ilânihaye, sonsuza kadar, sömürge kalmak üzere kurulmadılar. Emperyal ve sömürgeci devlet, belirli bir süre onları yönetecek, onları ekonomik ve toplumsal bakımlardan güçlendirecek, onlara, kendi kendini yönetmenin yolunu yordamını öğretecek, giderek o sömürgeye bağımsızlık verecektir. Sömürge-sömürgeci ilişkilerinin temel özelliği budur. Hiçbir sömürge, sonsuza kadar sömürge olarak kalacak değildir.
Afrika’da bugün 57 bağımsız devlet vardır. Bu devletlerden sadece, Cezayir, Gine Bissau, Angola ve Mozambik silahlı mücadeleler sonucu bağımsızlık kazanmıştır. Geriye kalan bütün Afrika devletleri, emperyal ve sömürgeci devletlerle, sömürge arasında yapılan anayasal görüşmeler sonucu bağımsızlık elde etmişlerdir. 1993’de Eritre’nin Habeşistan’dan ayrılması yine silahlı mücadele sonucu olmuştur. 2011’de, Güney Sudan’ın Sudan’dan ayrılması ise, savaşları izleyen bir referandum sonucu gerçekleşmiştir.
Kürdistan ise, işgal edilip ilhak edilmiştir. Kürdistan inkar edilip, Kürdistan toprakları o ülkenin toprağı sayılmıştır. Bu sürecin, dönemin önde gelen iki emperyal devleti ve Yakındoğu’nun ve Ortadoğu’nun iki köklü devleti tarafından müştereken, birbirleriyle organize olmuş bir şekilde yapılması, Kürdlerin ve Kürdistan’ın yönetimini de kolaylaştırmıştır. Birbirleriyle organize olmuş bir şekilde, Kürdlerin ve Kürdistan’ın üzerine çullanan bu dört devlet, bu dört güç, sadece niceliksel değil, niteliksel bir durum da yaratmaktadır. Kürdlerin, Kürdçe’nin, Kürdistan’ın inkârı, bu ilişkiler sayesinde kolaylaşmaktadır. Bu ilişkilerin, sömürge bile olmayan bir yapının, sömürge bile olmayan ilişkilerin yaşanmasında büyük rolü vardır.
Kürdistan’ı, Kürdleri müştereken yönetmek, bu sömürgeci güçlere kolaylık, rahatlık sağlamaktadır. Böyle bir kolaylık ve rahatlık olmasa, Saddam Hüseyin, Kürdlere, zehirli gaz kullanabilir miydi? Halepçe yaratılabilir miydi? Düşünelim ki, Saddam Hüseyin, Halepçe’yi zehirli gazlarla bombaladığı, 16 Mart 1988’de, İslam Konferansı da Kuveyt’te toplantı halindeydi. Türkiye’yi 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren temsil ediyordu. 53 İslam ülkesinin, bu konferans sonunda yayımladığı Sonuç Bildirgesi bu bakımdan çok önemli bir belgedir. Sonuç bildirgesinde, Saddam Hüseyin’in Kürdlere karşı zehirli gaz kullandığına dair hiçbir ima yoktur. Eleştiri, kınama, şöyle dursun, bu konuda küçücük bir bilgi, bir ima bile yoktur. Bulgaristan’da Türklere karşı geliştirilen isim değiştirme operasyonlarından dolayı Bulgaristan’ı eleştiren İslam Konferansı, Kürdlere yapılan soykırımı duymazlıktan, bilmezlikten, görmezlikten gelmektedir. Saddam Hüseyin, kendisini böylesine rahat hissetmese, Kürdlere karşı zehirli gaz kullanabilir miydi, soykırım yapabilir miydi? Bunu, ancak, uluslararası nizamın kendisini eleştirmeyeceğini, suçlamayacağını bilen, hisseden yöneticiler yapar.
Sömürgenin sınırlarının olması, sömürge-sömürgeci ilişkilerinin çok önemli bir boyutudur. Bütün sömürgelerin sınırları vardır. Örneğin, Afrika, 1885 yılında emperyal ve sömürgeci devletler tarafından bölüşülmüş paylaşılmıştır. Büyük Britanya, Fransa, Belçika, İtalya, Almanya, İspanya, Portekiz 1885’de bir anlaşmayla, Afrika’yı paylaşmışlardır. Ülkelerin sınırları bu paylaşımla belirlenmiştir. Afrika ülkeleri, devletler, 1960’larda, 1885’ de belirlenen bu sınırlarla bağımsızlık elde etmişlerdir. 1885’de çizilen bu sınırlara iki defa müdahale edilmiştir. Biri 1993’de Eritre’nin Habeşistan’dan ayrılması, kendi bağımsız devletini kurmasıdır. İkinci olarak da 2011’de, Güney Sudan’ın Sudan’dan ayrılıp bağımsız devletini kurmasıdır. Geriye kalan bütün sömürgeler, Kongo, Gana, Senegal, Tanzanya, Kenya, Togo, Somali, Ugandai Zambiya vs. 1885’de çizilen bu sınırlarla bağımsız olmuşlardır. Bir de, 1960’larda, Kongo’nun bağımsızlık kazanmasıyla, birlikte, iç savaş yaşanmış, Kongo Brazzaville, Kongo Kinşasa’dan ayrılıp kendi bağımsız devletini kurmuştur.
Sınırların belirlenmesi elbette önemlidir. Bu sömürgeler, sınırların belirlenmiş olmasından dolayı, aslında sömürge devlet olarak anılmaktadır. Bu çerçevede, İngiliz sömürgeciliği ile Fransız sömürgeciliği arasında önemli farklar vardır. İngiliz sömürgeciliğinde, sömürgeler, yörenin, etkili fakat İngiltere’ye bağlı adamları vasıtasıyla yönetilir. İngiltere’ye ideolojik olarak bağlı olan bu etkili adamların, bunların oluşturduğu meclislerin üzerinde, şüphesiz İngiliz genel valisi vardır. İngiliz sömürgeciliğinde adem-i merkeziyet vardır, diyebiliriz. Fransız sömürgeciliğindeyse, sömürgeyi merkezi yönetime bağlama daha öncelikli bir uygulamadır.
Kürdistan’daysa, sınır diye bir nitelik yoktur. Kürdler ve Kürdistan bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmıştır. Kürdistan ilgili yönetimlerce işgal ve ilhak edilmiş, o yönetimlerin kendi öz toprağı sayılmıştır. Sınır olmaması, Kürdistan kimliğinin belirmesine engel olmuştur. Hâlbuki Afrika’da sömürgelerin, örneğin, Gana’nın, Senegal’in, Zaire’nin, Zambiya’nın, Angola’nın, Mozambik’in, belirlenmiş sınırlarından dolayı, kimlikleri vardır. Gana Kimliği, Angola kimliği vs.
Sınırların önceden çizilmiş olması, Afrika dışındaki sömürgeler için de söz konusudur. Örneğin, Büyük Britanya’nın Hindistan sömürgesi, Hollanda’nın, Portekiz’in, Fransa’nın, Uzakdoğu’daki sömürgeleri sınırları önceden çizilmiş, belli olan ülkelerdir. Sınırların çizilmemiş olması, Kürd kişiliğinin ve Kürdistan kişiliğinin vurgulanmamış olması, Kürdleri, Kürdistan’ı sömürge bile olmayan bir konuma düşürmektedir.
Sömürgeci devletlerin, genel olarak sömürgelerinde, yerli dili, kültürü inkâr ettiği, onları sömürgecinin diline asimile etmek için çaba sarf ettiği görülmez. Ama Kürd-Türk ilişkilerinde temel boyut asimilasyondur. Kürd dilinin, kültürünün inkâr edilmesi, Kürdlerin Türklüğe asimile edilmesi için yoğun çaba sarf edilmesi, Kürd-Türk ilişkilerinin temel boyutunu oluşturmaktadır. Kürdlerin, Kürdçenin, Kürdistan’ın böylesine inkârı, sömürge bile olmayan bir yapının, sömürge bile olmayan ilişkilerin yaşanmasına neden olmuştur.
Devletler Hukukunda, “Himaye altında devletler”, “Manda rejimi altındaki ülkeler”, “Milletlerarası vesayet rejimi” ,“özel statü altında ülkeler” gibi kavramlar vardır. Bu kavramlar, Milletler Cemiyeti döneminde, İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra çok kullanılıyordu. Bunların tamamı, genel olarak “sömürge” kavramıyla ifade edilir. Burada önemli olan şudur: Ülkenin sınırı çizilmişse, ülkenin, orada yaşayan halkın adı varsa, yani bunlar uluslararası geçerliği olan belgelere yazılmışsa, halk, o ülke, daha ileri aşamalarda, muhakkak daha ileri bir statüye ulaşmaktadır. Düşünelim ki, Mısır 1922’ye kadar, Tunus, Fas, 1956’ya kadar, “himaye altında devlet” kategorisi adı altında muamele görüyordu. Kürd, Kürdistan adları ise hiçbir uluslararası belgede adı geçmemektedir. Kürdistan’ı müşterek olarak denetleyen emperyal ve sömürgeci devletler buna özen göstermişlerdir. Sevr de uluslararası bir antlaşmadır. Burada Kürd adı ve Kürdistan adı geçmektedir. Fakat bu antlaşma onaylanmamıştır. Yürürlüğe girmemiştir.
Ülkeye Bitişik Sömürgeler
Metropol ülkeyle, sömürge arasında okyanusların olması durumuyla, sömürgenin ülkeye bitişik olması durumu arasında çok büyük farklar vardır. Kanımca ilişkilere temel niteliğini veren budur. Sömürgeler, genel olarak devletin zorlayıcı baskı araçlarıyla yönetilir. Baskı, devletin zorlayıcı baskı araçları, sömürge, ülkeye bitişik olduğu zaman daha iyi kurulur. Arada okyanusların, büyük denizlerin olması, lojistik temininde, baskı mekanizmalarında meydana gelen eksikliklerin tamamlanmasında ciddi sorunlar yaratabilir. Metropol ülkeyle sömürge arasında büyük mesafelerin olması, baskının uygulanmasında gecikmeler, boşluklar yaratabilir. Arada okyanuslar, büyük denizler olduğu zaman, sömürgenin ilhak edilmesi kolay kolay mümkün olmaz. Ama sömürge, ülkeye bitişik olduğu zaman bu süreç daha kolaylaşır.
Birleşmiş Milletler’in, 14 Aralık 1960 tarih ve 1514 (XV) sayılı, Sömürge Ülkelere ve Halklara, Bağımsızlık Tanıma Bildirgesi üzerinde durmak gerekir. Bu bildirgenin 1,2,3,5. maddeleri, okyanus aşırı sömürgelere bağımsızlık vermektedir. 6 ve 7. maddelerindeyse, bunu tamamen ortadan kaldırmaktadır. 6. ve 7. maddeler ülkeye bitişik olan sömürgeler içindir. Bildirgenin 6. ve 7. maddeleri, ülkeye bitişik olan sömürgeler için, 1,2,3,5. maddelerdeki hakları çürütmektedir. Bu, Birleşmiş Milletlerin, 1952 tarihli Genel Kurul kararına da aykırıdır. Zira bu karar, ulusların kendi geleceklerini tayin hakkını, insan haklarından tam yararlanmanın ön koşulu sayar.
Irkçılık-Ayrımcılık Bağlamında Güney Afrika ve Türkiye
1950’lerde, 60’larda, 70’lerde, 80’lerde, Güney Afrika için, “dünyanın en ırkçı devleti” denirdi. Amerika Birleşik Devletleri için de benzer bir suçlama yapılırdı.
Bu yıllarda beyaz yönetim, Güney Afrika’da yerlilere şöyle söylerdi. “Sizin renginiz kara. Siz beyazların içine karışmayın. Beyazlardan ayrı yerlerde yaşayın. Sizin mahalleleriniz, okullarınız hastaneleriniz, eğlence yerleriniz, otelleriniz, parklarınız, plajlarınız, ulaşım aralarınız, kafeleriniz, alış-veriş merkezleriniz… ayrı olsun. Siz beyazların içine karışmayın, beyazlardan ayrı yerlerde yaşayın. Beyaz yönetim, yerlilerin önemli kamu görevlerinde çalışmalarına da izin vermezdi.
Bunun için, beyaz yönetim, bantustan denen, dikenli tellerle çevrili çok geniş alanlar oluşturmuştu. Yerliler buralarda yaşarlardı. Buralarda temel altı yapı hizmetleri çok yetersizdi, olumsuzdu. Sık sık elektirik kesintisi olurdu. Sık sık su kesintisi olurdu. Kanalizasyonlar sık sık tıkanırdı. Sağlık, eğitim ve ulaşım hizmetleri çok yetersizdi. Ama yerlilerin buralarda özerk bir yaşantıları vardı. Yerliler iç özerklik yaşıyorlardı. Bu yönetime apartheid yönetimi deniyordu. Bu, mekânsal olarak ve ruhsal olarak yoğun bir dıştalamayı içe riyordu.
ABD de de benzer bir uygulama vardı. Afrika kökenliler, zenciler çocuklarını beyazların çocuklarının gittiği okullara gönderemezlerdi. Zenciler, beyazların indikleri ulaşım araçlarına, otobüslere, trenlere binemezlerdi. Afrika kökenliler, beyazların girip çıktığı kafelere pastanelere giremezlerdi. O yıllarda ABD hakkında, dünyada, Güney Afrika’dan sonraki ikinci ırkçı devleti diye konuşulurdu.
Türkiye’deyse, örneğin, Kürdlere şu söyleniyor. “Sen Türklerle birlikte yaşayacaksın. Türklerle birlikte yaşamak zorundasın. Ama Türk’e benzeyerek yaşayacaksın. Başka şansın yok. Benim anadilim, kültürüm, atalarım… gibi söylem yok. Bunları unutacaksın. Türklerle birlikte Türk gibi, Türk’e benzeyerek yaşayacaksın…
Bakın, burada, “ayrım-gayrım” yok. Birlikte yaşama durumu ve birlikte yaşama isteği var. Ama nasıl? Bu durum, bu istek, hangi koşulla gerçekleşecek? Koşul kendi öz kimliğini unutmak. Türkleşmek… Bu normal mi?
Kişi olara bunun çok daha ırkçı bir politika olduğunu düşünüyorum. “Sen bana benzemiyorsun, benim dışımda yaşa “ ırkçılığına nazaran, “sen benimle yaşayacaksın, ama bana benzeyerek yaşayacaksın” ırkçılığını çok daha ağır bir ırkçılık olduğunu düşünüyorum. Ama, Türkiye’nin “herkes her şey oluyor” propagandası batılılara da çok inandırıcı gelmiş ki, Türkiye Avrupa Konseyi üyesidir. Avrupa Birliği adayıdır. Batı, Kürdlere karşı, her zaman anti-Kürd bir tutum içinde olmuştur. Türkiye’yi anti-Kürd politikalarından dolayı her zaman, politik, diplomatik, ekonomik ve askeri yollarla desteklemiştir. Batı’nın Türkiye’ye bu desteği süreklidir.
Irkçılık, ayrımcılık iktidarla ilişkili bir durumdur. Irkçı-ayrımcı politikaların yaşama geçmesini iktidar gücü belirler. Örneğin bir Kürd’ün şöyle dediğini düşünelim. “Kürdler dünyanın en asil ırkıdır. Bütün medeniyetleri Kürdler yaratmıştır. Herkes, Kürdleştirmek gerekir. Türkleri, Araplar, Farsları Kürdleştirmek, bu yolla onları çağdaş medeniyete katmak gerekir…” Bu sözler kendi başına hiç bir şey ifade etmez. Bunlar sadece bunu ifade edenlerin duygularını ifade eder, sübjektif tir.
Bu düşünce ve duyguların, örneğin bir Türk tarafından eleştirildiğini düşünelim. “Senin neren asil, sen bir kölesin. 40 milyon olduğunun söylüyorsun, senin adın bile yok. Sen teröristsin… Sen hep başkaları adına kılıç salladın…” Bu eleştiriler karşısında Kürd ne yapabilir? Hiçbir şey…Çünkü ne düşüncelerini, duygularını geliştirebileceği, kitleleri ikna etmeye çalışacağı basın-yayın organları vardır, ne de bu tür düşüncelerin aşılandığı eğitim kurumları, üniversiteleri,…Ne de bu düşünceleri kabul etmeyenleri cezalandıracak, emniyet-karakol birimleri, mahkemeleri cezaevleri… Ama, Türkler için durum böyle midir? Devlet, “bir Türk dünyaya bedeldir”,”Ne mutlu Türküm diyene” dediği zaman, “Herkes Türk olmalıdır. Türklüğe asimile edilmelidir” vs. dediği zaman, bunları yaşama geçirebilecek her türlü araç gerece sahiptir. Bu düşüncelerin propagandasını yapacak basın-yayın kurumları, eğitim kurumları, okulları, üniversiteleri… vardır. Bu düşünceleri benimsemeyenleri cezalandırmak için, emniyet birimleri, karakolları, mahkemeler, cezaevleri vardır… Irkçı-ayrımcı politikaları yaşama geçirmek, iktidarla, iktidar gücüyle ilgili bir olaydır.
Bulgaristan’da Türklerin isimlerini değiştirme operasyonu
1985-1988 yıllarını hatırlayalım. Bulgaristan’da, Türk azınlığa karşı isim değiştirme kampanyası vardı. Türklere, Bulgar isimleri alma dayatılıyordu. “Bulgar isimleri alırsanız, Bulgaristan Komünist Partisi’nde ve devlet bürokrasisinde önemli görevler alırsınız, mevkinizde kolayca yükselirsiniz, aksi halde, yaşamınız zorlaşır, günlük yaşamınızda büyük sıkıntılarla karşılaşırsınız..deniyordu.
Bulgaristan’daki isim değiştirme operasyonları Türkiye’de çok şiddetli tepkilerle karşılaştı.
Devlet ve hükümet bu sürece, çok büyük, çok kapsamlı tepki gösterdi. TBMM, hükümet, bakanlıklar, yargı organları, yüksek yargı, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ayrı ayrı yayımladıkları bildirilerle, bu süreci, Bulgaristan’ı eleştirdiler. Üniversiteler, üniversite senatoları, ayrı ayrı yayımladıkları bildirilerle bu kampanyaları, operasyonları eleştirdiler. Yargı organları, üniversiteler, dünyadaki, emsal kurumları, kuruluşları bu süreçten haberdar ederek, Bulgaristan’ı kınamalarını, isim değiştirme operasyonlarından, bu kampanyadan vazgeçmesini, sağlamalarını istediler. İsmin, kimliğin insan yaşamında vazgeçilmez olduğunu, bundan taviz verilemeyeceğini bildirdiler.
Sivil toplum kurumları, benzer protestoları sık sık gerçekleştirdiler. Siyasal partiler, barolar, sendikalar, spor kulüpleri, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi dini kuruluşlar, ayrı ayrı olarak yayımladıkları bildirilerle Bulgaristan’ı eleştirdiler, suçladılar. Dünyanın çeşitli yerlerindeki emsal kurumları harekete geçirerek Bulgaristan’ın eleştirilmesini sağladılar.
Türkiye Cumhuriyeti’nin, Bulgaristan’daki bu sürece tepkisiyle, Kürdlere karşı geliştirdiği politikalar birbirleriyle çok yoğun bir şekilde çelişmektedir. Ama Türk siyasal hayatı, bu çelişkilerle, bu çifte standartlarla yürümektedir.
Kişi olarak, “Sen Türklerle birlikte yaşayacaksın, ama Türk’e benzeyerek, Türkleşerek yaşayacaksın…” ırkçılığının ve ayrımcılığının, “senin rengin kara, beyazların içine karışma, ayrı yerlerde yaşa…” ırkçılığına ve ayrımcılığına göre çok daha ağır, yıpratıcı, yok edici bir ırkçılık ve ayrımcılık olduğunu düşünüyorum.
Bulgaristan’da, Türklerin isimlerini değiştirme kampanyasında, “eşitlik” anlayışı nasıl değerlendiriliyor? Bulgaristan hükümeti, oradaki Türklere, “Eğer Bulgar ismi alırsanız, aynı Bulgar olanlar gibi, Bulgaristan Komünist Partisi’nde, devlet bürokrasisinde önemli yerlere gelirsiniz, makamınızda hızla yükselirsiniz…” diyordu. Eşitlik, ancak böyle, yani Türklerin Bulgarlaşmasıyla gerçekleşiyor. Türkiye ise, bütün kurumlarıyla, devlet ve hükümet kurumları ve sivil toplum kurumlarıyla bu süreci eleştiriyor, suçluyor. Başka devletlerin de bu süreci eleştirmeleri isteniyor. Hatta Bulgar ismi alan Türkler, “hain” olarak suçlanıyor. Böyle bir değerlendirme var. Fakat Türkiye’de, Kürtlerin Türklerle eşitliği, ancak, Kürtlerin Türkleşmesiyle gerçekleşebiliyor. Bulgaristan’da tepki duyulan, eleştirilen bu süreç, Türkiye’de yoğun bir şekilde savunuluyor. 80 yılı aşkın bir zamandır yürütülen, uygulanan politika bu. Bu da Türk düşüncesinin, Türk siyasetinin çifte standartlı bir şekilde geliştiğini gösteriyor
Güney Afrika Nasıl Dönüştü?
Afrika Ulusal Kongresi Lideri Nelson Mandela 1990’da cezaevinden tahliye edildi. Beyaz yönetim, Nelson Mandela’nın da içinde bulunduğu bir heyetle görüşmelere başladı. Güney Afrika Cumhurbaşkanı Frederik Willem de Klerk’ di. Mayıs 1994’de genel seçimler yapıldı. Nelson Mandela Cumhurbaşkanı seçildi. Seçimler sonunda, Güney Afrika’nın Mayıs 1994’den önceki Cumhurbaşkanı Frederik Willem de Klerk, Nelson Mandela’nın yardımcılarından biri oldu. Bir zamanlar, “dünyanın en ırkçı devleti” diye konuşulan Güney Afrika’da böyle bir değişiklik, köklü bir değişiklik oldu. Bu, Güney Afrika’da resmi ideolojinin çok da katı olmadığını, esnek olduğunu göstermektedir. De Klerk’den önceki Cumhurbaşkanı Pieter Willem Botha zamanında ise, resmi ideoloji, şüphesiz çok katı bir şekilde uygulanıyordu.
Resmi ideoloji Türk siyasal sisteminin en önemli kurumudur. Güney Afrika’daki bu değişim karşısında Türkiye’de resmi ideolojinin neden hiç değişemediği irdelenmesi gereken bir konudur.
1989 sonlarında, Bulgaristan’da da büyük değişiklikler oldu. Bulgaristan yönetimi isim değiştirme kampanyasından vazgeçti. Türklerin çıkarlarını savunan Hak ve Özgürlükler Hareketi kuruldu. Bu hareket bugün Bulgaristan’da hükümette yer almaktadır. Bulgaristan Avrupa Birliği’ne de üye olmuştur. Türkiye’deyse, Kürtler, hala, içinde Q, W, X olan isimleri çocuklarına, isim olarak verememektedir. Bu konuda hala ciddi sorunlar vardır. Resmi ideolojideki bu katılığın incelenmesi elbette önemlidir.
Bulgaristan’daki Türklerin ve Türkiye’deki Kürdlerin durumları konuşulurken bir konuya dikkat çekmek önemlidir. Bulgaristan, 14. yüzyıl ortalarında Osmanlılar tarafından fethedilmiştir. Fetihten sonra, Bulgaristan’a Anadolu’dan Türk nüfus aktarılmıştır… Ama Bulgarlar, 19. yüzyıl sonlarında Osmanlı yönetimine son vermiş, kendi ülkelerini kendileri yönetmeye başlamışlardır. Bulgaristan bağımsızlık kazanınca, oradaki Türklerin bir kısmı, İstanbul’a göç etmiş, bir kısmı da orada yaşamaya devam etmiştir. Bulgaristan’daki Türklerin bir fetih nedeniyle oraya aktarılan bir nüfus olduğunu vurgulamak gerekir. Kürdler ise, bin yıllardır kendi ülkelerinde, Kürdistan’da yaşamaktadırlar.
Kasım 2008’deki Başkanlık seçimlerinde, Barack Obama’nın başkan seçilmesi ABD’de de çok önemli bir değişikliğin gerçekleştiğini göstermektedir. 1950’lerde, 1960’larda, beyazların bindiği otobüse binemeyen zenciler, çocuklarını beyazların okullarına gönderemeyen zenciler, beyazların girip çıktığı kafelere giremeyen zenciler… artık ABD’de Başkan bile seçiliyorlar. Bunun çok önemli bir toplumsal ve siyasal değişiklik olduğu açıktır.
Hikmet Kıvılcımlı, İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)
Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın bu çalışması Yol dizisinin 6. kitabıdır. Yol Yayınları tarafından Nisan 1979’da yayımlanmıştır. Hikmet Kıvılcımlı, Yol dizisini 1929-1933 arasında Elazığ Hapishanesi’nde hazırlamıştır. Hikmet Kıvılcımlı, Yol dizisindeki çalışmaları Türkiye Komünist Partisi Merkez Komitesi’ne sunmuştur. Yol dizisi 1979 yılında, TKP Merkez Komitesi’ne sunulmasından 46 yıl sonra, Hikmet Kıvılcımlı’nın vefatından 8 yıl sonra yayımlanmıştır.
1954 Vatan Partisi programında, Yol’da hazırlanan çalışmaların izlerini bulmak mümkündür.
Hikmet Kıvılcımlı, İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark) çalışmasında, Kürdistan’ı sömürge olarak değerlendirmektedir. (s. 91 vd. ) “Şark vilayetlerinin asıl adı Kürdistan’dır” demektedir. (s. 37) Çalışmada, Milliyet kavramının millet kavramı yerine kullanıldığı kanısındayım.
1930’larda, Kürdistan’ın, bir Türk devrimcisi, bir düşünür, bir aydın tarafından sömürge kavramıyla değerlendirilmesi dikkate değer bir durumdur. Burada, Hikmet Kıvılcımlı’nın, İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark) kitabıyla ilgili bazı düşüncelerimi belirtmeye çalışacağım.
Hikmet Kıvılcımlı, Kürdistan’ı sömürge olarak değerlendirmektedir. Ama Kürd/Kürdistan sorununu belirleyen, Kürdlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması sürecine yer vermemiştir. Bu çalışmada Yakındoğu kavramına da yer verilmemiştir.
Bu çalışmada emperyalizm kavramı de çok sık kullanılmıştır. Kürdlerin bir kısmı, emperyalizmle işbirliği yapmakla eleştiriliyor, suçlanıyor (s. 35). Halbuki biz somut olarak, Yakındoğu’ya ve Ortadoğu’ya baktığımız zaman, emperyalizmin en kalıcı, en kapsamlı operasyonlarının Kürdistan üzerinde, Kürdler üzerinde yürütüldüğünü görüyoruz. Kürdlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması, dönemin emperyal devletleri, Büyük Britanya ve Fransa tarafından geliştirilen en kalıcı ve kapsamlı operasyonlardır. Büyük Britanya ve Fransa, bu operasyonları, Ortadoğu’daki Türk, Arap ve Fars yönetimleriyle işbirliği yaparak gerçekleştirmiştir. Bu, Yakındoğu’da ve Ortadoğu’da, emperyal devletlerin en kalıcı, en kapsamlı operasyonlarıdır. Çünkü Kürdler, fırsat buldukça, milli hakları ve özgürlükleri için, ayağa kalkmakta, ama, Arap, Fars Türk yönetimleri, bu başkaldırıları, hep emperyal devletlerin, politik, diplomatik, ideolojik, ekonomik ve askeri destekleriyle bastırabilmektedir.
Sovyetler Birliği yöneticilerinin de, Kürdistan’ın emperyal güçler ve bölgedeki işbirlikçileri tarafından bölünmesinin, parçalanmasının ve paylaşılmasının bu tür sorunlar yarattığının bilincinde oldukları kanısında değilim. Zira Sovyetler Birliği devlet olarak her zaman, Kürdleri müştereken ezen devletlerin yanında yer almıştır. Onları desteklemiştir. Her türlü yardımı onlara vermiştir. Reel politika budur.
Burada şu ilişkileri dikkatlerden ırak tutmamak gerekir. Bir halk, bir millet, tarihin belirli bir döneminde, bölünmeyle, parçalanmayla, paylaşılmayla karşılaşmışsa, o millet, o halk büyük bir felaket yaşıyor demektir. Çünkü bu, kendisini üreten, çoğaltan bir durum yaratıyor. Toplum en küçük birimlerine varıncaya kadar bölünüyor demektir. Kürdler ilk olarak 16. yüzyılın ilk çeyreğinde, Şah İsmail ile Yavuz Sultan Selim arasındaki Çaldıran Savaşı döneminde, Osmanlı İmparatorluğu ile İran İmparatorluğu arasında bölünmüştür(1514). Bu bölünme, 1639’da, Kasr-ı Şirin Anlaşması’yla resmiyet kazanmıştır.
19. yüzyılın ilk çeyreğinde, 1812-1813 ve 1826-1828 Rus-İran savaşları sonunda, İran kesimindeki Kürdistan’ın Kuzey tarafları Rus İmparatorluğu’nun denetimi altına girmiştir. 1920’lerde, Milletler Cemiyeti dönemindeki bölünme ve paylaşılma en kalıcı, en kapsamlı, en derin olanıdır. Artık, köyler, aşiretler, aileler, hatta aynı aile içinde kardeşler arasında da bölünme olmaktadır.
TKP Merkez Komitesi’nin, 1930’larda ve sonrasında, kendisine sunulan bu çalışmalar hakkında, bir işlem yapmadığı, sadece bunları gizlemeye çalıştığı biliniyor. Özellikle İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark) çalışmasında dile getirilen görüşlerin, Sovyetler Birliği Komünist Partisi yöneticilerini rahatsız ettiği de söylenebilir. Zira Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, Kürdlerin Yakındoğu’da ve Ortadoğu’da, bir statü elde etmelerine her zaman karşı olmuşlardır. Her zaman, Kürdlere karşı, Kürdleri ezen devletlere destek vermişlerdir.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın dile getirdiği önemli bir sorun da Ermeni sorunudur. Ermeni halkına zulüm yapıldığı, çalışmanın birçok yerinde vurgulanmaktadır (s. 22, 33). “Kürt derebeyleri, çapul ettiği Ermeni mallarıyla semirdi” demektedir (s. 18, 19). Ama Hikmet Kıvılcımlı jenosit (soykırım) sözünü kullanmamaktadır. Veya bu kavramı çağrıştıran olgular anlatmamaktadır. Bu kavramın, 1948 Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi ile belirlendiği biliniyor.
Kürd sorunuyla, Ermeni sorunu arasında çok yoğun bir ilişki vardır. Bu şu şekilde dile getirilebilir. Ermeniler, Süryaniler tehcir edilmiş. Bu süreçte, soykırımla nüfusları çürütülmüş. Bunlardan kalan taşınmaz mallar ne olacaktır? Bu taşınmaz mallar, evler, arabalar, tarlalar, mandıralar, atelyeler dükkânlar vs. çevredeki Kürd ve Türk eşraf tarafından yağmalanmıştır. Devlet, hükümet bu yağmanın elbette bilincindedir. Devlet, hükümet, aşiret reislerine, şeyhlere, toprak sahiplerine şunu söylemiş olmalıdır: “ Bu malları tasarruf edebilirsiniz. Ancak benim görüşlerime uyarak, benim düşüncelerimi, eylemlerimi, operasyonlarımı onaylayarak, bu operasyonlara destek vererek…” Şeyhler, aşiret reisleri, toprak sahipleri gibi kategoriler, bunların çok önemli bir kısmı, her zaman kimliklerini, Kürd kimliklerini inkâr etmişler, ,inkârcı ve imhacı rejimin ana dayanağı olmuşlardır. Günümüzde bu süreç koruculuğun örgütlenmesi şeklinde kendini göstermektedir. Bu bakımdan, Hikmet Kıvılcımlı’nın, “Şark ve garp egemen sınıfları sömürüyü birlikte gerçekleştiriyor” (s. 18-19) değerlendirmesi yerinde değildir. Kürdlüğünü inkar eden bir sınıf nasıl “Kürd hakim sınıfı” olabilir? Kürdlük için mücadele eden şeyhlerin, aşiret reislerinin ise nasıl idam edildikleri, ailelerinin nasıl sürgünlerle mağdur edildikleri yakından biliniyor.
Hikmet Kıvılcımlı bu incelemesinde, “aydınlar” kategorisi içinde, okur-yazarları, memurları değerlendirmektedir (s. 59 vd.). Halbuki Kürdistan’da medrese kökenliler, “aydın”, “intelligentsia” kategorisine daha uygundur. Kanımca bu Kürdler, kendi toplumlarının konumlarını, Türk, Arap ve Farsların konumlarıyla ele alıp, olumsuz bir konumda olduklarının bilincine daha kolay varıyorlar.
Hikmet Kıvılcımlı, Kürdistan için sömürge tesbiti yapan, önemli bir devrimci, aydın ve düşünürdür. Kendisinden sonra, böyle bir saptama yapana rastlanmamıştır. Aslında, Kürdistan’ın sömürge bile olmadığını bu incelemenin baş taraflarında belirtmeye çalışmıştık. Ama 1960’larda kendisi de bu düşünceleri savunmamıştır. Örneğin, 27 Mayıs ve Yön çalışmalarında, başka kitaplarında, yazılarında bu düşünceleri savunmamıştır. İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark) kitap olarak, ölümünden sonra yayımlanmıştır.
Bütün bunların ötesinde, İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark) çalışmasında, 1930’larda, Kürdistan’da ekonomik yapıyla, toplumsal ilişkilerle ilgili çok zengin bilgi vardır.
Sempoztum bildirisi
rizgari.com