Temmuz ayının sonlarından itibaren, hükümet, “Kürt Açılımı”ndan söz etmeye başladı. İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın, 1 Ağustos 2009 da, Ankara’da, Polis Akademisi’nde, gazetecilerle yaptığı toplantı, bakanın gazetecileri dinlemesi, Kürt toplumunda heyecan uyandırdı. 11 Ağustos’ta, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Ulusa Sesleniş konuşması umudu artırdı.
Ama İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın 31 Ağustos konuşması çok umut kırıcıydı. Artık, “Kürt açılımı” denmiyor, demokratik açılımdan söz ediliyordu. Bakanın bu konuşmasında, Kürt sözcüğü hiç geçmedi. Konuşmada, Kürt sözcüğünü geçirmemek için, yoğun bir çaba sarfedildi. İçişleri Bakanı Beşir Atalay, olacakları değil, olmayacakları saydı. “Af yok, anadilde eğitim yok, anayasa değişikliği yok.” Nelerin olacağı, olabileceği ise söylenmedi. Devlet ve hükümet yetkilileri, onlara bağlı olarak da bazı basın mensupları ve sivil toplum yöneticilerinin mensupları, nelerin olmayacağını, “şu olmaz, bu olmaz” diyerek çok kolay ve rahat bir şekilde söyleyebiliyor. Ama, nelerin olabileceği konusunda hiç bir şey söylemiyor. Af konusu, şüphesiz, PKK’liler dikkate alınarak dile getiriliyor.
İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın, 1 Ağustos 2009 daki tutumuyla, 31 Ağustos 2009 daki konuşması arasında derin bir çelişki var. Sorunları kavrayışta ve anlatışta geriye gidiş var. Aradaki zaman süresinde ne olmuştur? Bu, Türk siyasal hayatının, Türk siyasal rejiminin özü ile ilgili bir sorundur. 25 Ağustos 2009 da, 30 Ağustos Bayramı nedeniyle, Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ konuşmuş, sürece ilişkin düşüncelerini, ve neler yapılması gerektiğini anlatmıştır. “Kürt açılımı” sözlerinden duyduğu rahatsızlığı ima etmiştir. Ordu sık sık, bireysel hakların dışında hiçbir kazanıma izin verilmeyeceğini dile getirmektedir. Türk siyasal sisteminde, Türk siyasal rejiminde, siyasal partilerin, hükümet, parlamento, gibi halk tarından seçilmiş kurumların, atanmış kurumlar karşısında, örneğin silahlı bürokrasi karşısında ciddi bir ağırlıkları yoktur. Kürt sorunu söz konusu olduğu zaman bu açıkça böyledir. Türk siyasal sistemi Türk siyasal rejimi bu yönleriyle demokratik değildir. Bu çok açıktır.
Bunlar, hükümetin, ciddi plan ve proje hazırlamadan “Kürt açılımı” başlattığını göstermektedir. Bugün, Kürt sorununun konuşuluyor, tartışılıyor olması şüphesiz çok önemlidir. Konuşmalar, yazılar tartışmalar sürüyor. Bu konuda ifade özgürlüğü şüphesiz çok önemlidir. İfade özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılması hükümetin, parlamentonun, önemli bir görevi olmalıdır. Hükümet, bütün bunlara rağmen, , “ne pahasına olursa olsun, demokratik açılıma devam edeceğiz” diyor. Bu da değerli bir tutum. Ama ciddi bir plan-proje olması da önemli. Bu çerçevede İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın, bir ay süreyle neler yaptığına bakmak gerekir.
Bakan bazı siyasal partilerle, bu arada Demokratik Toplum Partisi’yle de görüştü. İçişleri Bakanı işçi ve işveren sendikalarıyla, bazı sivil toplum örgütleriyle de görüştü. Ama Bakanın Kürtlerle, Kürtler tarafından kurulan ve yönetilen sivil toplum örgütleriyle, örneğin GÖÇ-DER gibi örgütlerle, Kürt aydınlarıyla, Kürt basınıyla, Kürt gazetecileriyle ciddi bir görüşmesi olmadı. Halbuki sorun Kürt sorunu, çözülecek olan sorun Kürt sorunu, Sorundan dolayı mağdur olanlar Kürtler… Bu açıdan, öncelikle Kürtlerin dinlenmesi büyük bir önem arzediyor. Kürtlerin dinlenmemesi şüphesiz büyük eksiklik. Konuşmaya, tartışmaya Kütlerin girmesi elbette önemlidir. Çükü sorun Kürt sorunudur, Kürtlerin sorunudur.
Kürt sorununu özü, Kürtlerin kendi geleceklerini kendilerinin tayin etmesi ile ilgilidir. Bütün halklar gibi Kürt halkının, Kürt milletinin de bu kabiliyeti vardır. Türk siyasal geleneğinde, “eğer komünizm gerekliyse onu da biz getiririz” şeklinde bir anlayış vardır. Kürtlerdeki mücadele bilinci, artık bu anlayışın gerçekleşmesine izin vermiyor. Kürtleri kendi geleceklerini kendiler belirlemeye çalışıyor. Bireysel hakların Kürtleri hiç tatmin etmeyeceği vurgulanıyor. Bireysel haklar, işçiler için bireysel haklar istemek gibidir. Halbuki işçiler hallarını ancak sendikal mücadele sürecinde elde edebililer. Kürtlerde, “kolektif mücadele etmek gerekir, kolektif hakları kazanmak gerekir” anlayışı gelişmektedir. Birey olarak hiçbir şey yapılamaz, ancak grup olarak kazanımlar elde edilebilir anlayışı ciddi bir tutumdur. Kollektif mücadele sürecinde Ulusal birliğin gerçekleşmesi de daha büyük bir olasılık kazanır.
Türkiye’de, kendi geleceğini kendisinin tayin hakkı, ile ilgili yazılar, konuşmalar,, tartışmalar, “kendi geleceğini tayin hakkı, ille de ayrılma hakkı değildir” diye başlamaktadır. Halbuki kendi geleceğin tayin hakkı birinci planda mutlak olarak ayrılma hakkını içermektedir.
Bu süreçte dikkati çeken diğer olumsuz bir tutum, askerin operasyonları sürdürmesidir. Bu da sürecin dikkate değer bir özelliğidir. PKK’nin ateşkesine karşı operasyonların sürmesi,, Kürt halkında, sürece ilişkin olumsuz duyguların, oluşmasına neden olmaktadır. Bu bakımdan, basının, aydınların, PKK’ye ‘silah bırak’ demelerinin hiçbir anlamı yoktur. Orduya ‘operasyonları durdur’ demek daha anlamlıdır. Ordu operasyonları durdurduğu zaman PKK’nin güvenlik kuvvetlerine saldıracağı kanısında değilim.
Kürt sorununu esas noktalarına hiç değinmemek, “Kürt açılımı” sürecinin önemli bir yönüdür. Devletin, hükümetin, sorunun bu yönüne hiç değinmemesi anlaşılabilir bir durumdur. Ama, basın, yazarlar, sivil toplum örgütlerinin yöneticileri de, sorunun bu esas noktasına hiç değinmiyor. Kürt sorunu neden bir sorundur? Kürt sorunun günümüze kadar, neden çözülemeden gelmiştir? Sorunu yaratan esas unsurlar nelerdir? Kürt sorunu nedir? gibi konulara, konuşmalarda, tartışmalarda hiç değinilmemektedir. Bu şüphesiz, 1920’lerle İlgili bir olaydır. Milletler Cemiyeti döneminde, Kürtlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılmasıyla ilgili bir olaydır. Konuşmalarda, tartışmalarda, yazılarda, sorunun bu yönüne, temel niteliğine hiç değinilmemesi elbette çok büyük bir eksikliktir.
‘Kürt sorunu’ diyoruz, ‘Kürdistan sorunu’ diyoruz. O zaman Kürt sorununun ne olduğu, nasıl sorun haline geldiği, bilimin, siyasetin ve diplomasinin kavramlarıyla incelenmelidir. 1920’lerde, Kürtlerin kendi geleceklerini kendilerini belirlemelerine, Kürtlerin bu yoldaki mücadelelerine neden engel olunduğu, emperyal devletlerin ve bölge devletlerinin bu sürecin gerçekleşmesine nasıl izin vermediği, engelle yarattığı zengin olgusal dayanaklarıyla incelenmelidir. Bölünmenin, parçalanmanın ve paylaşılmanın ulusal birliğin gerçekleşmesine engel olduğu, zaten bunun için yapıldığı da açıktır.
Konuşmalarda, tartışmalarda, değinilmeyen, gündeme getirilmeyen bir konu da, son 25 yılık Kürt savaşında, Kürtlerin, Kürdistan coğrafyasının uğradığı kayıplardır. Köylerin yakılması-yıkılması, koruculuk dayatmaları, milyonlarca Kürdün yerini-yurdunu, evini-barkını terke zorlanması, JİTEM’in faaliyetleri, binlerce faili meçhul cinayet, mağduriyeti yaratan unsurlar olmaktadır. Koruculuk dayatmaları sürecinde, aileler, yerlerini-yurtlarını terke zorlanmış, bu ailelerin toprakları, tarlaları, bağları-bahçeleri korucular tarafından yağmalanmıştır. Halen korucular denetiminde olan topraklar vardır. Dağların, tepelerin, dere yataklarının sürekli bombalanması, Kürdistan coğrafyasının doğal zenginliklerini, florasını (bitki örtüsü), faunasını (hayvan varlığı) tahrip etmiştir. Kürdistan dağlarının ormanları sistematik olarak yakılmıştır. Kürtlerin, Kürdistan coğrafyasının uğradığı bu zarar-ziyan, mağduriyet dikkate alınmadan, bunların tazmin yolları gündeme getirilmeden, çözüm olabilir mi? Çözüm denen sürecin, mağdur ailelerle olumlu bir yansıması olması gerekli değil midir?
Tazmin yeterli değildir. Sorumlular hakkında soruşturma açılmalıdır. Sorumlular yargı önüne çıkarılmalıdır. Binlerce “faili meçhul” cinayet vardır. 1500 (binbeşyüz) kadar “faili meçhul” olan, cesetleri elde edilmiş cinayet vardır. 5000 (beşbin) civarında “faili meçhul” olana fakat cesetlerine ulaşılamayan cinayet vardır. 17000 (onyedibin) den fazla, dosyası açılmış, henüz kapanmamış kriminal olay vardır. Devlet, durmadan, PKK’ye af olmayacağın söylemektedir.
Peki bu “faili meçhul”leri, köylerin, ormanların yakılmasını, milyonlarca Kürdün yerini yurdunu terke zorlanmasını kim affedecek? Bunların affı söz konusu olacak mı? Bu koşullar altında, zulme karşı, baskıya karşı direnmenin vazgeçilmez bir hak olduğu, açık bir gerçekliktir
Bu konularda, devlet-hükümet hiç özeleştiri yapmıyor, geçmiş uygulamalarıyla yüzleşme gereğini duymuyor. Daha düne kadar, Kürtler ve Kürtçe konusunda inkar vardı. ‘kart-kurt’tan, ‘dağda yaşayan Türkler’den söz ediliyordu. Şimdi artık bunlar söylenmiyor. Mücadele sürecinde bunlar fiili olarak kazanıldı. Ama, Kürt adını , Kürtçe adını anmamak yine, özen gösterilen bir tutum oluyor. Kürtçe denmiyor. ‘Türkçe’den başka diller ‘ tabiri daha çok kullanılıyor. Devletin ve hükümetin kayıtlarına, ‘Kürtçe’ değil, ‘Türkçe’den başka diller’ tabiri geçiyor. Sürecin, Temmuz 2009 sonunda, “Kürt açılımı” olarak başladığı biliniyor. Ama, 20-25 gün gibi kısa bir süre sonra, “demokratik açılım” kavramı kullanılmaya başlanıyor. “Kürt açılımı” kavramı terk ediliyor. Basında, üniversitelerde, Kürt Dili ve Edebiyatı bölümlerinin açılacağı konuşuluyor, tartışılıyor. Bu bölümün ilk olarak Mardin Artuklu Üniversitesi’nde açılacağı vurgulanıyor. Ama YÖK “Yaşayan Diller Enstitüsü” adında bir enstitünün kurulmasına izin veriyor. “Yaşayan Diller Enstitüsü” öğrenci almayacak, ilerideki eğitim için öğretmen yetiştirecek. Yaşayan Diller olarak Arapça, Farsça, Kütçe ve Süryanice düşünülüyor. “Arap Dili ve Edebiyatı”, “Fars Dili ve Edebiyatı” üniversitelerde zaten var. Üniversitelerde Asuroloji de var. Asuroloji’nin, Süryanice ile ilişkili olduğu söylenebilir. Demek ki yaşayan diller arasında, eğitimi, bölümü olmayan tek dil Kürtçe oluyor.
Bütün kurumların özeleştiri yapması ve geçmiş uygulamalarıyla yüzleşmesi gerekmektedir. Bu kurumlar içinde, Üniversitenin ve yargının özeleştiri yapması ve geçmiş uygulamalarıyla yüzleşmesi önemli olmalıdır.
Konuşmalarda, tartışmalarda, yazılarda, en çok dikkati çeken konu ise, basın mensuplarının, sivil toplum örgütlerinin temsilcilerinin, devletin kırmızı çizgileri konusunda çok hassas olduklarıdır. Halbuki hareket noktası Kürtlerin özgürlüğü olmalıdır. Sorun, “Kürt açılımı”, devleti rahatlatmak için ne yapılmalı, nasıl yapılmalı noktasından ele alınıyor. Kürtlerin özgürlüğü temel konu olmuyor. Devletin kırmızı çizgilerini korumak için yoğun bir çaba harcanıyor. Bu, şüphesiz, Kürt sorununun çözümü değildir. Kürt sorununu çözmemekte direnen, bunun için de iç politikada ve dış politikada çok ağır sorunlarla karşılaşan devletin kendini biraz rahatlatması için yeni düzenlemelere ihtiyaç duymasıdır. Açılımın, devletin bekası için, milli birlik için gerekli olduğu vurgulanmaktadır.
Bugünlerde, Kürt sorunuyla ilgili olarak, birçok kitabın, dergilerde yazıların yayımlandığı görülmektedir. Bu yazılarda, kitaplarda daha çok, “kardeşlik” dile getiriliyor. “Bin yıldır beraber yaşıyoruz”, “Ayrımız-gayrımız yok, bin yıldır, beraber ağladık, beraber güldük”, “İslamız, din kardeşiyiz” vs. Kürt mücadelesinin, Kürt savaşı’nın yükseldiği dönemleri düşünelim. O zaman, Kürtler, için neler deniyordu? “Hainlerin inlerini başlarına yıktık”, “23 hain silahlarıyla birlikte ölü ele geçirildi.” “Teröristlerin tepesine yağmur gibi bomba yağdırdık”… vs. Bugünlerde yoğun bir şekilde dile getirilen, “kardeşlik” havasının tek bir nedeni olabilir. Kürtlere doğal haklarını, insan olarak sahip oldukları hakları, Kürt toplumu olmaktan doğan hakları vermemek, veya bunu en asgari seviyede tutmak…” Hepimiz zaten kardeşiz, şu hak, bu hak üzerinde ısrarlı olmaya ne gerek var. Büyük ağabey gibi olmak,büyük ağabey gibi yaşamak daha doğru…”
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Deniz Baykal ve Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli, demokratik açılıma şiddetle karşı çıkıyorlar. Devlet Bahçeli’nin “Kürt açılımı”na karşı olmasının tek nedeni var. Tek devlet, tek millet, tek dil, tek, tek bayrak, tek vatan diyerek Kürtlerin özgürleşmesine karşı olmak… Kürtleri her zaman, Türklüğe, Türklere bağlı bir köle olarak görmek. Kürtlerin, Kürtlerin demokratik taleplerinin ezilmesine yol vermek… Deniz Baykal da durmadan, “Kürt açılımı ABD projesidir” deyip duruyor. Kürtlerin doğal haklarını, insan olmaktan doğan haklarını teslim etmek için ABD’nin telkini mi gerekiyor?
Şurası çok açık. Kürt sorununun iki önemli yönü var. Kürt sorununu kaynağında, devletin, inkar, imha ve asimilasyon politikaları vardır. Devlet, Kürtlere, doğal haklarını teslim ederek, bu politikadan, bu uygulamalardan, geri adım atabilir. Bunun için, kanımca, kimseyle, herhangi bir kurumla görüşmesi gerekli değildir. Ama bir de PKK sorunu vardır. Bunun için Demokratik Toplum Partisi’yle, Kürt sivil toplum örgütleriyle, Kürt basınıyla, Kürt aydınlarıyla, giderek PKK’nin kendisiyle görüşmesi, sürecin sağlıklı işlemesinin bir gereğidir.
Sonuç
Sürecin, “Kürt açılımı” adı altında veya demokratik açılım adı altında konuşuluyor, tartışılıyor olması, önemli bir gelişmedir. Hükümetin, “ne pahasına olursa olsun, açılım devam edecek” söylemi de önemlidir. Bu tartışmaların daha sağlıklı bu şekilde yürümesi için, düşün özgürlüğü önündeki pürüzlerin, engellerin kaldırılması hükümet ve parlamento için önemli olmalıdır. Bu çerçevede, hükümetin bu tutumuna yardımcı olmak da yarar vardır. Bu konuda, hükümetin, daha önceki hükümetlere göre, önemli bir tutum değişikliği içinde olduğu söylenebilir. (*)
___________
(*) Bu yazı Tevkurd dergisinden (İsmail Beşikçi, Tevkurd, Kovara Siyasî û Fikrî, Hejmar 3, Diyarbekir, Payîz 2009, s. 4-8) alınmıştır.